POLAROİD TRANSFER
Polaroidden daha önce miydi ya da hemen sonra mı, tam olarak anımsamıyorum. Multigrade kartlar, grensiz sabit bir asa değeri bulunmayan filmler gibi bazı gelişmeler olmuştu, her şeyi temelden değiştiren dijital devrimden önce. En ileri görüşlüler, gelişmelerin coşkusundan çabuk sıyrılıp, bunların sondan bir önceki çırpınmalar olduğunu söylemişlerdi belki ama pek kulak asan olmamıştı. Bilgisayarlar o zamanlar biraz masum, görüntüler dünyasından biraz uzakta duruyordu. Mucizevî polaroid baskıların, türünün son örneği, en son, en büyük gelişme olacağını hiç birimiz bilemezdik.
Onları önce “Almancılarda” gördük. Pek de fotoğraf makinesine benzemeyen cihazlarla yurda döndüler. Sadece kadrajı yapmak ve deklanşöre basmak yeterliydi. Bir takım garip seslerden sonra makine, kartı dışarıya tükürüyordu. Polaroidin bir diğer kullanıcıları, skalanın tam karşı tarafında bulunan profesyonel fotografçılar oldu. Çekim öncesi hazırlıklar uzun zamanlar alıyordu ve işler başlarken bile gecikilmiş durumdaydı. Polaroidler aslında şimdi dijital makinelerin arkasında bulunan ekranın görevini yapıyordu.
Polaroidlerde de diğer renkli kartlarda olduğu gibi, ışığa duyarlı bir yüzey ve boya katmanları bulunuyordu. Pozlanan malzemenin gelişmesi (developer) ve sabitlenmesi (fixer) için her bir karta yapışık poşetlerin içinde, çok az miktarda solüsyonlar vardı. Pozlandırma işlemi bittikten sonra, malzemenin bir özelliği olarak, polaroid taşıyıcıdan dışarıya sarkan parçanın hızla çekilmesi gerekiyordu. Bu işlem, pozlanmış kartı dışarı çekerken kimyasal solüsyonların bulunduğu torbaları da patlatıyordu. İki silindir içerisinden solüsyonlarla tamamen temas ederek geçen kartta, kimyasal gelişme bu kez dışarıda devam ediyordu. Işıktan yeniden etkilenmemesi için görüntü alanının üzeri, ışığı engelleyecek bir parçayla kapalı biçimdeydi. Bu şekilde kartın yüzeyine dokunmamaya dikkat ederek bir kaç dakika beklemek gerekiyordu. Ve işte o an, üstteki yüzey kaldırıldığında, çekimden iki, üç dakika sonra baskı karşınızdaydı.
“İmaj transferi”, kendisine ait kartın yüzeyinde gelişmesi beklenen polaroid malzemenin, başka bir yüzeyde gelişmesini sağlamaktan ibaretti. Orjinal polaroid kartında gelişme tamamlanmadan, üstteki tabaka kaldırılarak başka bir yüzeye (ben söhler resim kâğıdını tercih etmiştim) yapıştırmak, sonra merdaneyle preslemek ve gelişmenin orada tamamlamasını beklemek gerekiyor. Yaklaşık beş dakika sonra, yüzeyleri birbirinden ayırabiliriz ama bu kez ayrılma işlemi diğeri gibi kolay ve sorunsuz olmayacaktır. Sık sık kopma veya boyanın istediğiniz tarafa yeteri kadar geçmemesi gibi problemler yaşanabilir. Malzemenin tazeliği, renk yoğunluğu, ortam sıcaklığı, aktarım yapılan yüzeyin nem durumu gibi değişkenler sonucu belirliyor. Benim deneyimlerimde başarı oranı 1/10 oldu.
Bu işlemler için küçük bir laboratuvar ortamı gerekiyor. Sabit objelerle çalışacaksanız, direkt olarak pozlama yapılabilir ama ben transferi yapacağım diaları daha önce çekmiştim. Diaları polaroid malzemeye pozlandırmak için kendi imalatımız olan bir dia dublikatörü kullandım. Dublikatörün ışık kaynağı flaştı (böylelikle ışığın gücü ve rengi sabitti) ve aynen renkli agrandisörlerde olduğu gibi renk filtreleri eklenebiliyordu. Sonucu teknik anlamda etkileyen en kritik nokta, kartı taşıyıcıdan dışarıya aldıktan (kimyasal gelişmeyi başlattıktan) sonra en az 15 saniye beklenmesiydi. Daha sonrası ise sizin tercihinizdir ama bekleme süresinde sarıdan başlayarak renkler normal karta geçmeye başlayacaklar ve onları kaybetmiş olacağız. İşte dublikatördeki filtreler bu iş için bulunuyorlar. Kaybedeceğimizi düşündüğümüz renkleri pozlama sırasında ekleyebiliriz. Ne kadar renk ekleyeceğimiz, poz süresi bekleme süresi, kartların nem oranı gibi değişkenler ise tamemen kişisel tercihe ve tecrübeye dayalı. Transfer için, boya miktarının diğerlerine göre fazla olması nedeniyle 667 kodlu malzemeler tercih sebebiydi.
Transfer, görüntüyü resimsel hâle getirerek, suluboya etkili imajlara dönüştürüyordu.
Hangi boyutta baskı alacağınız ise kullandığınız polaroid malzemenin ebadına bağlıydı. Fotografın tekliği meselesi de böylelikle halledilmiş oluyordu. Tam olarak aynısı yapılamıyordu, elde ettiğiniz şey biricikti ve ancak reprodüksiyonla çoğaltılabiliyor ya da boyutu büyütülebiliyordu.
Yazı ve Fotoğraf: İbrahim GÖĞER
Kontrast Sayı 18, Temmuz-Ağustos 2010