Hasan UYSAL | Ahlakın Ahlaksızlığı! (34. Sayı)

15-20 yıl önce basın etiği konusunda yoğunlaşmıştım. Türkiye’nin dört bir tarafından söyleşi için çağrılar yağmaya başladı; basın hızla kirleniyordu çünkü. Ayrıca hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalan talan artışından bunaldıklarından mıdır nedir, yetişemiyordum çağrılara. İnsanlar hızla kirleniyordu, dün dimdik durduğunu bildiğimiz insanların bile orası burası oynamaya en azından gevşemeye yüz tutmuştu… Evren-Özal tezgâhı sonuç vermişti çünkü!

Sonra bu etik sevdası giderek tavsadı, unutuldu. Bu yoğunlaşmanın ardından da etik, Türkçe sözlüklerde ahlak karşılığı kullanılır olmaz mı?

Ne var bunda diyebilirsiniz? Hemen söyleyeyim, etik ahlakı da içerir ama, ahlak etiği içermez! Ahlak, güne göre, gelişmelere göre, altyapıdaki durumlara göre değişir. Daha özü, ahlakın kendisi ahlaksızdır. İki üç kuşak önce başı açık gezen kadına kötü gözle bakılırmış, en azından okudunuz, duydunuz. Sonra sanayileşme başladı, erkek işçi sayısı yetmez oldu, kadınlara ihtiyaç var. Makine başında kadın kapalı nasıl çalışır? Eee şimdi bırakın başı kapalıyı, mini giyene kötü kadın muamelesi mi yapılıyor? (Tabii yazının bir talihsizliği, din tacirlerinin geçici olarak, ABD taşeronu olarak iş başına getirildiği bir dönemde yazıyoruz bu satırları)

Etik ise değişmez! Yapılan işin, toplumsal yararına bakar etik! Bir iş yaptınız; toplum çıkarına uygun mu,değil mi? Hukuksal etik de, basın etiği de, siyasi etik de, sağlık etiği de, fotoğraf etiği de… her neyse bu anlamda karşılık bulur! Örneğin, sokaktaki vatandaşın habersiz fotoğrafını çekmek, ondan habersiz yayınlamak, hele bundan çıkar sağlamak ya da o kişiyi zor duruma da sokarsa tam bir ağır etik ihlalidir. Ama ülkenin kaderini etkileyen bir siyasinin rüşvet alırken, dincilik nutukları atarken bir taraftan da zina yaparken -gizli bile olsa- fotoğrafını çekmek, toplumu uyandırmak, “bak bu seçtiğiniz herif tam bir maldır” demek anlamında hem etiktir, hem topluma ve ülkeye hizmettir…

Etik ile ilgilenmek güzel, etik ile ilgili insanları eğitmek üzere konuşmak, yazı yazmak, yayınlamak güzel güzel olmasına da işe yarar mı? “Hadi etik olalım” deyince olunur mu? İşte bam teli burası… Her toplumda etik değerler yaşama geçmez, geçemez. Bunun altyapısı gerekir. Kimi toplumlar, seçtikleri din, sistem, ekonomik yapı, dayandıkları alışkanlık ve gelenekler, eğitim sistemi vs. nedeniyle etik konusunu sadece konuşabilme aşamasına ulaşırlar ve ona uzaktan içlerini çekerek bakabilirler. Güzel bir söz vardır; “Bok böceğine gül koklatmışlar çatlamış” diye.

“Bu şapşal rüşvet yemez” veya “salak kadın, genel müdüre yüz verse daire başkanı olacak!” ya da “sana mı kalmış hırsızlığı açıklamak? Aptallık yapmayıp sussaydın, önün açılırdı” aşamasına gelinmiş, “hangi partiye hangi lidere oynarsam malı götürürüm” alış kanlığı yerleşmiş bir toplumda… bırakın etiği, o ahlaksız ahlaka bile ulaşamaz o toplum. Dahası lükstür o toplum için etik değerleri tartışmak! Nasıl yaşama hakkı dediğimiz temel insan hakkı bile tehdit altında olan bir toplumda, üçüncü kuşak insan hakları yani gürültü, görüntü kirliliği sorun olur mu?

Bu sıkıcı meseleyi anlatırken usuma düştü. 49. Hükümet Döneminde (aradan 21 yıl geçmiş), ben koalisyon ortağı partinin Meclis danışmanıydım. Ve her şey, Bayındırlık Bakanlığı’nın, işsizliğin yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu için kadro çıkarması ile başladı. Bakanlık, özellikle bölge milletvekillerinin amansız baskısı altındaydı çünkü. Bölge milletvekilleri ise işsizlerin…

Bakanlık, Güneydoğu’daki işsizlerin baskısından bir nebze olsun nefes alabilmek amacıyla bölge milletvekillerine 70 kadro kontenjanı ayıracaktı. İşte felaket de, bu haberin duyulmasından sonra ortaya çıktı. İşsizler yüzünden Meclis’te adım atma olanağı kalmadı. Elazığ adeta boşalmıştı. Haftasında grup başkanvekili odaya geldi; “İşi gücü bırak, gelenlerle ilgilen! Hiçbir iş yapamaz hale geldim.” dedi. “Tamam” dedim demesine ama, ertesi gün ufacık odanın kapısı miting alanına döndü. Neymiş, üç kuruş maaşlı, olağanüstü hâl kadrosundan 70 kişilik kontenjan içine girecekler. Üstelik geçici kadrolara… Hiç bu kadar okuma yazma bilmeyen insanı bir arada görmemiştim. Bu nedenle, kimi ilkokul mezunları, tahsillerini iftihar ederek söylüyor: “Hasan bey, bu iyi okudu. Beşi bitirmiştir, he vallah.”

Ben ülkede bu kadar muhtaç durumda insan olduğunu, durumun böylesine korkunç olduğunu o zaman öğrendim; Kızının kalbi delikmiş. Fırın işçisi iken atılmış. Fak-Fuk-Fon aracılığı ile kızını Hacettepe’ye yatırmış. Üç gündür, hastanenin hemen altındaki parkta yatıp kalkıyormuş ve üç gündür tek lokma yemek yememiş bir insan, karşımda ağlıyor. “Ne olur bana sigortalı bir iş. Maaşım sizin olsun. Yeter ki sigortadan kızımı ameliyat ettireyim!” Herkesin içinde ağlamayayım diye, fırlayıp çıkıyorum ikide bir.

Bu arada Elazığlı bir aile dadandı ki, tam bela. Aynı soyadı taşıyan aileden tam 18 kişi. Kendileri ile konuşma, dahası dinleme gafletinde bulunduğum için, bunu sindire sindire istismar ediyorlar. Hele biri sabahın köründe bile evden arıyor. Kimi zaman “olacak” diye savıyor, kimi zaman, “Bu saatte aranır mı kardeşim?” diye fırçalıyorum. Ama yılmıyor… Iııh! Ne söylersen söyle, son derece kararlı. İki gün sonra Meclis’e bir telefon; “Hasan abey! Ben Memed, şimdik garajlardayız. Yükümüz ağırdır. Bi zahmet gel, emanetini al!” İçimden “ya sabır” çekip, küfür etmemek için “Peki” deyip kapattım telefonu. İşleri olsun diye bu kez rüşvet getirmişler. Rüşvet alıp vermek artık ne kadar olağan?

Aklımdan çoktan geçip gitti Elazığ’lı Mehmet! Ertesi gün yine telefon; “Abey ben Memed. Ne oldi gelmedin? Seni bekleriz garajda.” Gürledim yine; “Ulan bu ne cesaret! Sen bana nasıl rüşvet teklif edersin!” deyip kapattım telefonu yüzüne. İki saat sonra Mehmet Meclis’te. Yalvar yakar; “Abey gırma bizi. Vallah rüşvet değildir. İki torba peynir, şeker, yağ getirmişiz. Gurbanın olam al!” “Kendi karnın aç, gözün içeri çökmüş. Bunları aldığımı kabul et, geri götür hepsini!”

Getirirken çok yorulduklarını, geri götüremeyeceklerini söyleyip, uzun süre dil dökünce, çaresiz aldım. Grup personeline dağıtmak için, gavur ölüsü gibi ağır çuvalları açtım. İçimden söylenip duruyorum. 37 yıl önce, gözaltına alınan arkadaşımın, istediğimiz mahkemeye düşmesi için, tutulan avukatın isteği üzerine, mübaşire ilk ve son kez rüşvet vermiştim. Şimdi ise ilk ve inşallah son kez rüşvet almış oluyordum. Rüşvet alıp-vereni vurmaya eğilimliyken, ne hallere düştük!

Birkaç gün sonra, gündüz saatlerinde bir telefon, yine aynı adam; “Abey biz geldik. Ben Memed. Bizim iş ne oliy? Yengenin pırlantası hazirdir!” Yeter artık, bu adam beni öldürecek; “Ne yengesi, ne pırlantası ulan! Hırsız mıyım ben! Beni bir daha ararsan, dünyanı karartırım senin!” Ne yanıt verdi bilir misiniz? “Abey anladım. Yanında biri var herhal. Ben yine ararım!”

Ne yapmam gerekir? Rüşvet işi o kadar olağanlaşmış ki artık. Kabul etmemeyi aklı almadığı gibi, “Yanımda birisi var, onun için böyle söylemek zorunda kaldım” anlamı çıkarıyor. Hırsızlığı, yolsuzluğu ortaya çıkmış adamları başbakan seçen toplum, tabii böyle olacak!

Sonuçta 5-6 bin insan arasından, büyük bir titizlilikle 40 kişilik liste yaptım ve grup başkanvekiline imzalatıp bakanlığa faksladım. Ertesi gün, aşina olduğum birisi geldi odama; “Elazığ’da bilmem ne ailesi, listeye alınmadılar diye sürekli grup başkanvekiline küfrediyor, aleyhinde propaganda yapıyorlar.” Şaşırdım, daha dün fakslanmış listede yer alıp almadıklarını nereden bilebilirler? Listeye baktım o hızla. Söz konusu aileden tam iki kişi girmiş üstelik. Ziyaretçi parladı birden; “Vay itoğulları! Abi şu listeyi ver bana. Yedireyim onlara bu listeyi!” Tabii, hemen çıkarıp verdim ki bir hafta sonra bakanlıktan, bakan danışmanı aradı; “Yahu Hasan. Bana geçtiğin liste bir adamın elinde. Listede adı yazılanları arayıp, 100 milyon lira verirseniz, listeye alınıp işe gireceksiniz’ diyormuş.”

Beynimden vurulmuşa döndüm. Dünya yıkılsa aklıma gelmez bir yöntem. Allah kahretsin. Neyse ki bakan danışmanı arkadaşım. Dolandırıcı ile ortak çalıştığımızı düşünebilirdi. Kıpkırmızı bir yüzle telefonu kapatıp, listede adı olanlara; “Sizden para isteyen bir adam gelirse, sakın para vermeyin. Ayrıca hemen polise ve bana haber verin!” diye tek tek telgraf çektim Neyse ki üç gün sonra adamı böylece yakalatıp, töhmet altına girmekten kurtuldum.

Bu kadar kirlenmiş bir toplumda nasıl yaşanır? İnsan nasıl kendini korur? Ama hepsinden önemlisi, etik değerler nasıl yaşama geçer? Etik, insanlara uygundur. Yani doğumdan itibaren, okuyarak, yazarak, ilkeli davranarak, gelişerek, düşünerek insanlaşanlara…

Sonuç mu; varsın toplumda etik değerler yaşamasın ama hiç olmazsa evimin önü temiz olsun!

Hasan UYSAL

Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013

Bizi paylaşın..