“İlkokul öğretmenlerimiz bize “konuştuğun gibi yaz ve yazdığın gibi konuş” diye öğretti. Sonradan bize şöyle denilir: “Sana buyrulmuş olanı söyle ve diğerlerinden sonra tekrarladığını yaz”
(Marx, 19 Mayıs, 1842)
Bir tarihsel ilk tespit ile başlayalım: Türkiye’nin siyasal tarihinde protestolar (ya da boykottan sokak gösterilerine kadar uzanan başka “kolektif direniş repertuarları”) genelde devletin kudretine halel gelmeyecek içeriklerle donatılmışsa [yani meşruluk atfına sahiplerse] mazur görülürler. Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak başlıklı son kitabında Y. Doğan Çetinkaya’nın da -tarihsel arşivlerden hareketle- gösterdiği üzere, bizde “kitle siyaseti” erken dönem Müslüman/Türk milliyetçiliğinin repertuvarındaki en tipik araçlar olarak temayüz etmiştir. O yüzden sokakta kadın cinayetlerini protesto eden birkaç kadınsanız, çocuk istismarına dönük gösteri düzenleyen dernek üyeleriyseniz veyahut kendinizi çevre bilinci kazandırmaya adamış çevrecilerseniz “linç nesnesi” olmamaya özen göstermelisinizdir; çünkü devletin egemenlik sentaksı açısından gayrimeşrusunuzdur.
Bu tuhaf durumun (hakikaten o kadar tuhaftır ki, bunun tartışılmadığı yerde demokrasi kavramının ağza alınması bile abesle iştigaldir) tabii ki çok katlı siyasal ve sosyal tarihimizle doğrudan bağlantısı vardır.
Bu kısa yazıda buna girmemiz mümkün görünmese de siyasal alanın dinamiklerinden kendini azade kılamayan havuz medyası’nın yaderkçi hâllerini anlamamız için girişteki bu tespitler hakkında düşünmemiz gerekiyor.
Evet, bu ahvale alışkınız, sorun yok. Ama Gezi vakasıyla iyiden iyiye üzerinde düşünmeye başladığımız sosyal medya olgusunu nasıl okuyabiliriz? Protestoların dizaynı konusunda epeyce etkili olan sosyal medyanın sistem-karşıtı hamleleri, iktidara angaje olmayı bir kurala dönüştürmüş olan geleneksel medya sahasının kalelerinde delik açtı mı, açmadı mı?
Oldukça açık olan bir şey var, o da Gezi’den beri yaşananların, medya adı verilen tertibatın çoğul suretlerini görmemize vesile olması. Suretlerden biri tanıdık: tahakkümü meşrulaştırmaya/haklılaştırmaya çalışma konusunda bin bir takla atan medya failleri. Suretlerden ikincisini ise yeni tanımaya başlıyoruz: sokağın gözüne/optiğine dönüşen, kimileyin gözümüzün önündekini şeffaf kılan, kimileyin de yerine göre miyoplaştıran müphem failler. İkincinin ilkine nazaran bir avantajı söz konusu. Kendisini efendisinin arzusuna tabi kılmış değil daha! Ama kılmayacağının da garantisi yok.
Dolayısıyla Gezi’yi medyanın kadim ve yeni halleriyle birlikte yeniden okumalıyız. Sanırım önce bunu medyaya dair belirlememiz gereken bir takım ilkeler/çerçeveler etrafından dolanarak yapmamız gerekiyor. Yoksa oldukça kakafonik bir durumu son derece karmaşık ele alma/inceleme riskimiz var: Kanaatimce öncelikle medyanın “insanlar arası iletişimi özgürleştirmesi gereken” bir uzam olarak tesis edilmesi gerekir. Böyle olmadığı aşikâr. Günümüz medya network’ünü hakikati tahrif etmeye dönük bir makineye benzetiyorum [hem de iki suretiyle de]. Medya alanı özü itibariyle politik bir alandır ve politikleşmesi de yurttaşların lehine/muktedirin hilafına olmak zorundadır. Ama artık onun dördüncü erk olmadığını bilmeyen yok. “Yurttaşlığın nesnelleşmesi” olarak idealize edilen basın ise bugün açısından “tahakkümün nesnelleşmesi”ne tahvil edilmiş durumda.
Şimdi çubuğu tersine bükelim. Gezi ve sonrası yaşanan gelişmeler medya alanının yukarıdaki tarzda bir özerklikten uzak olduğunu apaçık kanıtladı. Ya sosyal medya? Sosyal medyanın bilgi kirliliği yaratma potansiyelini bir kenara bırakacak olursak, sosyal medya faillerinin bilginin kamusallaştırılması doğrultusunda atacağı her adım alkışlanması gereken girişimlerdir. Özellikle Gezi vakasında devletin cebri pratiklerinin açık biçimde ifşa edilişi, şeytanlaştırılma ameliyesine maruz kalan protestocuların gerçekte neyi icra ettiklerine ilişkin gözümüzün önüne onlarca kanıt serdi. Hasıraltı edilen, gayrimeşru sayılan ve hakir görülen seslerin/görüntülerin özgürleştiği anlara tanıklık ettik.
Bundan sonrasına dair şu önerilerle yazıyı bitirebiliriz:
Medya, egemenin tahakküm mekanizmalarını meşrulaştıran ortak duyusal değerler üreterek “hegemonik işlev” üstlenme alçaklığından uzaklaşmalıdır ki, bunu ilk masaya yatıracak olanlar medya alanının çalışanları.
Sosyal medya ise mevcut ve hâkim medya sisteminin katı yasalarında gedik açabilecek stratejiler gütmelidir.
Bize düşense medya alanı içinde bize tanınan faaliyet alanını genişletmeye çalışmaktır.
Chomsky’nin dediği gibi, medya alanının rıza üretimine karşı uyanık olursak, evrensel düzeyde saçılan ideolojik zehirden etkilenmeyebiliriz.
Doç. Dr. Güney ÇEĞİN
Pamukkale Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
[email protected]