Eskisinden yenisine neredeyse tüm AFSAD’lıların yakından tanıdığı bir isim o. Kime sorsanız “Fazlı Öztürk’ü nasıl bilirsin?” diye, ilk söyleyecekleri şey “paylaşımcı” olacaktır kesinlikle. 2000 yılından bu yana sadece AFSAD’lı olmayan, derneği hayatının bir parçası hem de önemli bir parçası olarak gören ve zamanının büyük kısmını dernek merkezinde ya da dernek adına çalışmalar yaparak geçiren çok değerli bir isim. Onun projelerinin ulaştığı başarıların ardından şımarmasını, egosunun kabarmasını, “oldum ben” demesini bekleyenler hep yanıldılar ve onu iyi tanıyanlar da bilirler ki hep yanılacaklar. Dernek bünyesinde verdiği, akıl almaz bir enerjiye ve paylaşıma dayalı eğitimleri dışında yürüttüğü sosyal sorumluluk projelerinin yanı sıra TFSF Genel Sekreterliği görevinde de kendini ve AFSAD’ı başarıdan başarıya koşturan bu çok değerli fotoğrafçı dostumuzu ve hocamızı kendi ağzından tanımanızı istedik…
Fotoğrafın hangi yönü, hayatınızın önemli bir bölümünde var olmasını sağladı?
Konuya çok yönlü bakılabilir. Fotoğraf benim için anlama, anlamlandırma ve anlatma yolculuğunda bir araç. Bu anlamda fotoğrafın bana kattıkları çok değerli. İnsanlar genellikle güzel fotoğrafın peşinden koşuyor ve bunu önemsiyorlar. Oysa fotoğraf eylemini bir bütün olarak ele alırsak, deklanşöre basılan ve güzel fotoğrafın elde edildiği ânın, fotoğrafın olsa olsa yüzde 49’u olabileceğini düşünüyorum. Benim açımdan daha çok olsa da en az yüzde 51’lik sürecinse konuya ait araştırmalar, önceden yapılan işleri incelemek, dünyada bu işlerin nasıl olduğunu öğrenme çabası olduğunu düşünüyorum. Bu anlama çabası sizi çok değiştiriyor ve geliştiriyor. Çekimden önceki bu süreci çok önemsiyorum.
Kendinizi hangi fotoğraf türüne daha yakın hissediyorsunuz?
Fotoğraftaki sürece farklı insanlar farklı açılardan yaklaşırlar. Her insan kendi hayat ve fotoğraf algısına göre hangi tarza yakın duruyorsa onu ön plana çıkarır. Belgeselciler, bu tarzın kendilerine kattıklarına bakarken, başka bir grup deneysel çalışmalarla adeta şiir gibi fotoğraf yapma eyleminden bahseder. Bir diğer grup doğa fotoğrafına kendini yakın görüp, fotoğrafı doğayla bütünleşmenin, belki de doğanın üzerinden kendini tanımanın bir aracı olarak değerlendirebilir. Ben bunların hepsini kaplayacak şekilde bakıyorum fotoğrafa. Yani bir tarza bağlanıp onun peşinden giden bir yapım yok ve bundan sonra da olacağını sanmıyorum; çünkü fotoğraf öyle bir şey ki insanın hayatına işleyen, itiraz eden, isyan eden, yanlışları değiştirmek isteyen bir dil. Diğer taraftan, fotoğraf hakikaten renklerin harmonisi, bazen estetik bir güzellik, bir uyum, bazen düşünsel bir yolculuk, bazen deneysel bir çaba ürünü. Böyleyken, ben fotoğrafın tek bir alanına yönelirsem, kendimi büyük güzellikten mahrum etmiş gibi hissederim. Bu bakışımın nedenlerinden birisi belki de şu an AFSAD’da bulunduğum konumun bana açmış olduğu ufuk ve benim kendi yaşam algımla ilgili. Bu yüzyılda bu konulara biraz daha geniş, belki saçaklı bakmamız gerekiyor. Günümüzde bilimde bile her geçen gün doğru olduğunu sandıklarımızın eksik ya da yanlış olduğu ortaya çıkarken, fotoğrafa dair kesin yargılarda, tanımlamalarda bulunmamız kanımca çok yanlış olur.
Takip ettiğimiz fotoğrafçıların üretimlerini genellikle belli bir tarzı kullanarak yaptıklarını görüyoruz.
Fotoğrafta belli bir yere gelmiş insanların çoğunun bir tarzı var. Bu da beraberinde başarıyı getiriyor ama ben fotoğrafa hiçbir zaman başarı merkezli bakmadım, bakamıyorum. Fotoğraf benim için bir konuşma aracı olduğundan, anlatılmak istenen her neyse ona uygun anlatım yöntemi seçilmeli diye düşünüyorum. Örneğin boşluk, güven ya da yabancılaşma gibi bir kavramı anlatırken –eğer belge amaçlı bir çalışma değilse- kavrama uygun fotoğraflar aramaktansa, konuya uygun bir fotoğraf disiplini kullanmak gerekir. Bu yüzden tek bir alana bağlanıp kalamıyorum. Bu anlamda başarı denen şey benim için hiç olmayacak ama başarı kavramını önemsemediğimi de çok rahatlıkla söyleyebilirim. Ben bu dille konuşmayı seviyorum, nasıl insan anadilini severse, benim için de fotoğraf böyle bir şey.
Belgesel bir çalışma olan “Ulus” projenizden bahseder misiniz?
Ulus, Ankara için çok özel bir semt. Aslında Ankara’nın oluşumundaki merkez… Projenin zihnimde oluşumu, AFSAD’da asistanlık yaptığım dönemlerde, şehir dışı gezilere gidemeyen kursiyerleri Ulus’a götürmemizle başladı. Bu geziler sırasında Ulus’un o izbe, biraz dağınık, biraz terk edilmiş, kaderine bırakılmış hâli dikkatimi çekti. Düşünün ki 1. Meclis’in kapısında dilenci var, Cumhuriyet Anıtı’nın önünde bir kadın kucağında çocuğuyla kendini pazarlıyor ama Ulus’u düşündüğümüzde, devrimlerin hayata geçirildiği, direnişin ve isyanın merkezi bir anlamda. Sonra düşündüm, dünyanın başka kentlerinde, tarihsel açıdan bu kadar önemli olan yerler Ulus gibi mi, diye. Hayır, hiçbiri böyle değil; hepsi tertemiz ve koruma altında. Ben bu durumun nedenini sorgularken, kafamda bazı düşünceler oluşmaya başladı ve araştırmaya, düşünmeye, okumaya başladım. Şunu çok önemsiyorum: Doğru soruyu sormak; ama burada mesele doğru cevabı bulmak değil. Ben kendi sorumun ve kendi yanıtımın peşindeydim. Boş boş gezdim; arkadaşlarım bana ne yapıyorsun diye sorarlardı, fotoğraf da çekmiyordum. Biriktiriyorum derdim, anlamaya çalışıyorum… Biliyorum ki anlamadığın bir şeyi anlatamazsın. Bu süreçte Ulus’un bir sokağında örneğin Ordulular oturuyordu, bir diğerinde Kastamonulular; bu insanlar dağlık köylerden göçle gelmişlerdi. Sonra şunun farkına vardım: Ulus’ta çok eskiden beri yaşayan insan yok, bu bir göç kültürü. Bu kültür sahiplenmemeyi de getiriyor. Tek amaç var, yaşamak. Böyle olduğunda diğer ihtiyaçlar ikinci plandadır. İnsan en son kültürü, sanatı düşünür. Tüm bunları gördükten sonra benim zihnimde şu kavram oluştu: “Yeniden Ulus”. Sonrasında bu ad çok kullanılır oldu. Konuyu biraz daha derinleştirdiğimde “Yeniden Ulus” bana yetmedi. Projenin ana adı aynı kalmakla birlikte “Devrim-karşı devrim diyalektiğinde Yeniden Ulus” adını kullanmaya başladım. Sonrasında fotoğraflama süreci benim için daha kolaydı; çünkü nereden baktığımı öğrenmem gerekiyordu. 2005 yılında sunulan bir gösteriydi ve içime sinen bir çalışma oldu. İkinci basamağına henüz başlamadım; umarım yakın zamanda ona da başlayacağım.
Fotoğrafla olan kişisel yakınlığınız dışında eğitmenlik yönünüzden söz edersek, bir eğitmen olarak fotoğraf(çılık) ne kadar öğretilebilir bir alandır sizce?
Fotoğrafçılığın teknik kısmının öğretilmesinin hiç de zor olmadığını düşünüyorum; ben 6-8 yaş grubuyla da, 70-80 yaşlarında emeklilerle de derse girmiş biri olarak bunu söyleyebilirim. Elbette ki fizyolojik yaşın ya da beden yapısının ya da kişinin ruh hâlinin bir takım engel ya da avantajları olabiliyor ama sonuçta biz bir tekniği anlatıyoruz. Önemli olan o tekniği anlatmanın yanında, fotoğrafın dilini anlatmak, etik değerlerden söz etmek. Teknik kısmı çok basit; örtücü, diyafram, bunların fotoğraf üzerindeki etkileri, kompozisyon, kompozisyonun göreceliliği vs… Bunları öğrettikten sonra geri kalan kısmın bireyin kendisiyle ilgili bir süreç olduğunu düşünüyorum; çünkü birey zaten kendi entelektüel birikimini, yaşam algısını, yaşarken oluşturuyor ve bir teknikle onları ifade etmenin yolunu buluyor. Fotoğraf eğitiminin kolay olduğunu düşünmekle birlikte, özen gösterilmezse çok tehlikeli olabileceğini de düşünüyorum. Fotoğraf çok popüler bir dil olduğu için sadece teknik eğitimin yeterli olmadığını, örneğin etik konusunun mutlaka işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bilmem kaç bin lira vererek alınmış bir makineye sahip olmanın sizi diğer insanlardan üstün kılmadığını, onları çalışmanızın parçası olarak kullanma hakkınız olmadığını anlatmak gerekiyor. Sonuçta fotoğrafın teknik kısmını öğrenmek çok kolay; belki bu yönünden dolayı insanlar akın akın fotoğrafa yöneliyor.
Teknik anlamda özel bir yetenek gerektirmiyor oluşu da etkili olabilir mi?
Elbette bir yetenek vardır da bu yetenek, iyi fotoğrafçıyı diğerlerinden ayıran özelliktir. Şimdi şöyle bir tehlike var, -Sevgili Özcan Yurdalan’ın geçen Kontrast’ta değindiği gibi ilk eğitimini alanlar hemen sokağa çıkıyorlar, varoşlarda fotoğraf çekip, paylaşım sitelerine bunları yüklüyorlar; sonra gelsin övgüler, eleştiriler… Fotoğrafı çekilen kişi belki buna izin vermiştir ya da beden diliyle buna karşı gelmemiştir ama herhalde internette bunun paylaşılacağından ya da altına alakasız bir metnin yazılacağından haberli değildir. Bu tip paylaşımlarda bireyin çok dikkatli olması gerekiyor. Eskiden böyle değildi. Eskiden, eğer sizin fotoğraflarınız bir gösteri için kullanılacaksa, gösteri yapılan yerde, sergi açıyorsanız sergi açtığınız yerde görünürdü. Günümüzde fotoğrafın asıl tehlikesi de burada başlıyor.
İşin duyarlılıkla ilgili kısmını yalnızca söylemde bırakmıyor, çeşitli sosyal sorumluluk projeleriyle hayata geçiriyorsunuz. Öncelikle “Az Gören Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim. Bu projenin adeta bir meydan okuma olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Çalışmanın ortaya çıkışı ve hayata geçişi nasıl oldu bahseder misiniz?
Eğitimler sırasında fotoğrafın geniş kapsamlı bir yönü olduğunu fark ediyorduk. Başka neler yapabiliriz derken, bir öğrencim Özürlüler İdaresi’nde çalışan bir arkadaşı olduğunu ve onlarla çalışma konusunda ne düşündüğümü sordu. Sanırım 2005 yılıydı ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi, o yıl ilk proje yarışmasını açtı ve biz de bu yarışmaya “Bedensel Engelli Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projesiyle katıldık. Projeyi hayata geçireceğimiz zaman, bize bütçenin olmadığı söylendi ve bu proje hayata geçemedi; ama bu sürecin şöyle bir etkisi oldu, insanlar benim böyle çalışmalara yakın olduğumu öğrenmiş oldular ve bir özel merkezden, az gören çocuklarla fotoğraf eğitimi yapıp yapamayacağımızı sordular. Hemen o anda evet bu denenmeli, diye düşündüm. Yalnız şunu hemen belirtmeliyim, bu çalışmalarda sanat yapıyoruz gibi iddialarla yola çıkılmadı asla. Zaten bırakın bu süreci, sürekli yaptığımız eğitimlerde de sanat yapıldığı iddialarına itirazım var. Bu konuda Sontag’a katılıyorum: “Fotoğraf sanat değildir; fotoğrafla sanat yapılabilir.” Ben bu işlerde sanat yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıyorum.
Dediğin o meydan okuma duygusuyla araştırmaya başladım: “Az gören çocuklar aslında nasıl görürler?” sorusuyla başladım. Otofokus makinelerle çocukların görme sıkıntısının ortadan kaldırılabileceğini tespit ettim ve daha sonra, makine sıkıntısının nasıl çözülebileceğine kafa yordum; çünkü çocukların parası yoktu. Yaş grubu 9-12 idi ve her birinin engel seviyesi farklıydı. Tüm bunları düşününce, aslında asıl sorun fotoğraf değildi elbette. Onlara fotoğraf üzerinden diğerini tanıma, dış dünyayla iletişim kurma yetisi kazandırma yolunu açmaktı amaç. Fotoğrafın eşitleyen yapısını çok önemsiyorum. Bir fotoğrafın engelli bir birey tarafından mı üretildiği, engeli olmayan bir birey tarafından mı üretildiğinin bir önemi yok. Bu ve diğer eğitimleri, öğretirken öğrenme yolculuğu olarak özetleyebilirim. Bir başkasının bu projeler hakkında ne düşündüğünü hiç umursamıyorum. Ne kadar iyi fotoğraf çıkıp çıkmadığı da benim için hiç önemli değil; bizim hedefimiz bambaşka, tek bir çocuğun gözündeki gülümseme, onun hayat yolculuğunda gözlediğim ufak bir gelişim önemli.
Dünya Bankası Yaratıcı Fikirler Yarışması’nı kazanan “İşitme Engelli Gençlerle Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim. Altı aylık bir süreci kapsayan bu projede fikrin ortaya çıkışı, projelendirme aşaması… Bunlardan söz eder misiniz?
Bu projenin önemli amaçlarından biri, çocuklara istihdam sağlamaktı. Foto muhabiri olarak ya da stüdyolarda çalışarak hayatlarını kazanabileceklerini düşünüyorduk; ama gelen öğrencilerin geneli lise öğrencisi oldukları için yaş problemleri vardı. Proje sonunda, yaşı çalışma uygun olanlardan biri Akşam Gazetesi’nde staj yaptı, ikisi grafik tasarım alanında çalışma imkânı buldu. Bu süreçte şunu gördük: İstihdam alanında belki de en dezavantajlı grup işitme engelliler. Yaratıcılık ihtiyaçtan doğar, derler ya biz de onların düğün fotoğrafı çekiminde yer alabileceklerini düşündük; bu yıl onları bu alana yönlendirmeye çalışacağız.
Çalışmayı hayata geçirirken sizi en çok zorlayan kısım ne oldu ya da zorlanacağınızı düşündüğünüz hâlde rahat geçmesine şaşırdığınız bir durum oldu mu?
Teknik terimleri öğretmekte zorlanacağımızı düşünüyordum. Biz bütün eğitmenler ve asistanlar işaret alfabesini öğrendik. Bu şekilde biz de kendimizi eğittik. Birçok derste, on dakikalık bir sürede her öğrenci kendi asistanına işaret dilinde bir kelime öğretiyordu. Böylece dengeli bir yapı kurmaya çalıştık.
Projelerinizde özgün eğitim teknikleri geliştiriyorsunuz; her öğrenciye bir asistan atanması gibi. Bu tip uygulamalarla makine alma zorunluluğu gibi maddi sorunlar da ortadan kalıyor ve dışarıdan bakınca, gerçekten engellerin aşılabildiği hissini veriyor. Manevi anlamda siz de beklediğiniz tatmini yaşıyor musunuz?
Bu projenin finansman desteği vardı Hollanda Büyükelçiliği’nden, ama koşulları şuydu: Demirbaş malzeme alamazsınız. Dolayısıyla bu bütçeyi makineye ayıramadık. Zaten buna da yetmiyordu bütçe. Bir fotoğrafçının en kıymetli varlığı makinesidir. Düşünün öyle insanlar var ki hiç tanımadığı bir çocukla bir araya geliyor ve dört ay boyunca kendi makinesini ona kullandırıyor. Üstelik makinenin başına bir şey gelirse maddi bir karşılık alamayacağını biliyor. Altı aylık projenin dört ayı fiili eğitim süreciydi. Sanırım Türkiye’de bu konuda en deneyimli gruplardan biriyiz, hem eğitmen hem de asistanlar olarak. İşitme engelli gençlerde soyut kavramların gelişmediğinin farkına vardık; çünkü soyutu anlamlandırmak ve anlatmak onlar için zor. Eğitimlerde filmleri sessiz olarak izledik. Sessiz sinema oynadık ama işaret dilini yasaklayarak. Hem grup ruhu kurmaya hem de ödev verip bireysel çalışmaya yönlendirmeye çalıştık. Bizim için hiçbir proje salt fotoğraf eğitimi olmuyor. Nasıl fotoğraf bütün hayatı ilgilendiriyorsa, bu eğitimler de hayatın tüm yönlerini kapsayacak şekilde oluyor.
Tüm bu çalışmalarınızın yanında Federasyon’da da aktif olarak görev alıyorsunuz. Hep bir Federasyon’un varlığından söz edilir ama genel olarak işlevleri bilinmez. Federasyon’un görevleri nelerdir ve sizin federasyondaki göreviniz nedir bahseder misiniz?
TFSF, Türkiye’deki üye derneklerin oluşumuyla uzun yıllar ve emekler sonrasında ortaya çıkmış bir oluşum. Görevi, Türk fotoğrafını dünyaya tanıtmak, Türkiye’de fotoğraf örgütlülüğünü sağlamak, fotoğrafın etik değerlerinin oluşumuna katkı sunmak, fotoğrafçı ve derneklere işbirliği imkânları sağlamak; kısacası ulusal ve uluslararası anlamda Türk fotoğrafını örgütleyip, onun sorunlarını ortadan kaldırarak, onu daha ileriye taşımak.
Bunu özellikle sormak istedim çünkü sadece yarışmalar için varmış gibi bir izlenim var birçok insanda…
Çok eleştirilen bir yapı… Benim görevim genel sekreterlik. Ben federasyona girmeden önce şunu biliyordum: En büyük eleştiri, yarışmalar federasyonu ithamıydı. Öncelikle şunu söylemeliyim, federasyonun maddi gelir kaynağı yok. Tek gelir kaynağı üye derneklerin aidatları ve yarışmalardan aldığı patronaj ücreti. Türkiye’de federasyon olsa da yarışmalar yapılacak, olmasa da… Yarışma konusunda federasyonun yaptığı şu: Birtakım standart ve kriterler getirerek bunlara uyum sağlamak ve seviyeyi yükseltmek. Son yıllarda federasyon çatısı altında önemli çalışmalar var. Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılacak bir koordinasyonla ilköğretimlerde ve liselerde fotoğraf kollarının kulüplerinin üye dernekler tarafından desteklenmesi, öğretmenlere fotoğraf eğitimi verilerek çocuklara verilecek eğitimin yükseltilmesi, uluslararası sergi değişimleri yapılması gibi… İnsanlar aslında federasyonun ne yaptığını çok bilmediklerinden şikayet ediyorlar ama derneklerin bile büyük kısmı böyle bir çatının sorularına, taleplerine cevap vermiyor. Çok basit şeylerden bahsediyorum; örneğin, şunu yazıyoruz: Ulusal anlamda sergilenmek ya da Türkiye’yi temsil etmek üzere başvuruda kullanılmak üzere derneğinizi temsil edeceğini düşündüğünüz sergi ya da gösterilerinizi gönderiniz. Derneklerden cevap dahi gelmiyor.
Türkiye’de kaç dernek federasyona bağlı?
Şu anda 24 dernek bulunuyor federasyona bağlı olarak. Tüm derneklerin üye olması gibi bir beklenti de yok zaten. Ayakta duran, bağımsız iş üretebilen, gerçekten dernek niteliğini kazanmış ve federasyona katkı sunabilecek yapıda derneklerin bu çatı altına alınması önemli. Yoksa, “tabela dernek”lerin bizim gözümüzde bir önemi yok. Mesela telif hakları, fotoğrafın tescili üzerine çalışmalarımız devam ediyor. Kültür Bakanlığı’na maddeler dolusu önerilerde bulunduk ama bunların çok azı kabul edildi; onlar da değiştirilerek kabul edildi. Önümüzdeki dönemde federasyon daha merkezi, Ankara ya da İstanbul gibi bir merkeze gelecek; böyle olduğunda, hem operasyonel gücü hem de diğer faaliyetleri daha güçlü olacaktır diye düşünüyorum.
Kişisel olarak yarışmalara bakışınız nasıl?
Kişisel olarak yarışmalara katılmıyorum. Bireyin bir fotoğraf üzerinden başarı kazanmasını, değerlendirilmesini çok doğru bulmuyorum. Bir de her ne kadar yarışmalarda fotoğrafın izin haklarından fotoğrafçı sorumludur gibi bir madde olsa da, özellikle çocukların, yaşlıların, yoksulların fotoğraf karesinde olduğu çalışmalarda ben inanmıyorum ki o fotoğrafı çekilen kişilerin o fotoğrafın yarışmada birinci olduğundan, fotoğrafçının da oradan para kazandığından haberi olsun.
Bizim önerimiz fotoğrafın değil, fotoğrafçının değer bulduğu yarışmaların ön plana çıkması; portfolyo merkezli, içinde bir düşünsel yapı barındıran. Bir çalışmamız var ama hayata geçme ihtimali olur mu bilemiyorum. TFSF kupası adı altında, artık jürilerde sadece üç beş fotoğrafçıdan oluşan bir jüri değil, onun yerine fotoğrafla ilgilenen bir felsefeci, bir sanat tarihçinin de içinde olacağı bir jüri düşünüyoruz; çünkü fotoğraf tek katmanlı bir yapı değil ve o yüzden hak ettiği yeri vermek için de biraz farklı bakmak gerektiğine inanıyorum.
Eğitmenlik yapmanın kişisel üretim sürecini baskıladığı söylenir. Sizin için de bu durum geçerli mi?
Kesinlikle geçerli. Genel olarak iyi bir eğitmen, iyi bir sanatçı ya da uygulayıcı değildir kabulü vardır ve benim için de geçerli. Çünkü ben bir şeyi yaparken tüm algım ve yüreğimle o işe odaklanıyorum. Eğitmenlik, paylaşımcı bir yapıyı gerektirir, özveri gerektirir. Ben hiçbir çekim alanında fotoğraf çektiğimi hatırlamıyorum. Hafta sonları öğrencileri çekime götürüyorum, hafta içi de eğitimlere girdiğimden zamanım olmuyor; ama şimdilerde biraz heyecanlıyım, aklımda bir iki proje var, umarım onlara çalışabilir olacağım. Önümüzdeki süreçte eğitim sürecini biraz azaltmayı düşünüyorum; çünkü hem kendimi geliştirip yeni yöntemler ortaya koymak, hem de bireysel üretime de biraz fırsat tanımak istiyorum. Bireyin kendi yolculuğu bambaşka bir şey ve insan buna ihtiyaç duyuyor. Eğitmenlik, yönetsel görevler vs. insanın üretkenliğini baskılıyor.
Fotoğraf, kişisel bir anlatım özünde… İnsanlar fotoğraflarını paylaşırken çekinceler yaşayabiliyor; derslerinizde fotoğrafları değerlendirirken nelere dikkat ediyorsunuz?
Her şeyden önce bir fotoğrafta iyi olan bir şey mutlaka vardır diye düşünüyorum. Ben işe buradan başlıyorum. Biz Türkiye’de eleştiriyi biraz farklı algılıyoruz; iyi, güzel, çirkin, kötü, doğru, yanlış gibi yargılamak olarak algılıyoruz. Hâlbuki bizim yapmamız gereken şey –Terry Barret’ın söylediği gibi- fotoğrafı betimlemek ve yorumlamak. Işık ölçümü, netlik, objektif seçimi ya da bakış açısı gibi yerlerden bakmaya çalışıyorum. Daha sonra fotoğrafı çeken kişiyle karşılıklı olarak konuşuyoruz; istediği etkiyi elde edebilmiş mi, örneğin neden o açıyı ya da objektifi seçmiş gibi. Böylesi daha çözümleyici oluyor bence; hem biçim hem içerik açısından bakıyorum. Öyle fotoğraflar var ki içerik önceliklidir, ona göre bir başlangıç yapıyorsunuz, ama öyle fotoğraflar da var ki biçim merkezli, onlarda biçimden başlayıp içeriğe doğru geçiş yapıyorsunuz. Bütün bunları da grupla karşılıklı konuşarak yapmaya çalışıyorum. Gruptan beni zenginleştiren çok ilginç yaklaşımlar da gelebiliyor ve bazen itirazlar da geliyor, kendi yanılgılarımı görebiliyorum. Bu konu doğruları olan bir konu değil; o yüzden fotoğraf yorumlamak, çok dikkatli yapılması gereken bir şey. Şuna da dikkat etmek lazım: Bazı kişiler iyi bir fotoğrafçı olmayabilirler, belki fotoğraf çekmeye devam etmeyebilirler ama fotoğraf izleyicisi olacaklardır ki eğitim veren kurumların bunu da göz önüne alması gerekiyor.
Bresson’un “Fotoğraf bir yaşam biçimidir” ve “Fotoğraf hiçbir şeydir; beni ilgilendiren hayat” cümlelerini derslerde sık sık kullanıyorsunuz. Siz kendi gri alanınızı nasıl yarattınız?
Fotoğrafı seven birçok dostumdan “Fotoğraf benim için yaşamın amacı” sözünü duyardım. Benim için değildi ve bu konuda eksiğim galiba diye düşünürdüm. Benim için hiçbir zaman tek bir olgu yaşam amacı olamaz. Üstelik bunu söyleyenlerin birçoğu fotoğraftan koptu ve uzaklaştı. Benim gözümde fotoğraf bir araç. Araç ve amaç yer değiştirdiğinde, her şey tersine döner, insan esir olmaya başlar. Oysa okyanus olan insandır; edebiyat, şiir, fotoğraf, sinema okyanusu besleyen nehirler, denizler gibidir. Onlardan birinin yokluğu okyanusu ortadan kaldırmaz ama eksiltir. Benim için de hayatta umutla umutsuzluk arasında gidip gelen çok fazla gri var. Fotoğraf olmazsa yoksullaşırım, eksilirim ama yok olmam.
Son olarak, hayata geçirilmeyi bekleyen ne gibi projeleriniz var?
Engelli projelerimiz devam edecek, onları çok önemsiyorum ama o çalışmaları yeni yetiştirdiğim eğitmen arkadaşlarıma devrediyorum; bu projeler benim varlığımla anlam kazanmamalı. Ben bu projelerin hepsini Fazlı Öztürk olarak yapabilirdim ama ben gittiğimde biten projeler olurdu. Oysa AFSAD projesi olduğunda, ben gidersem, başka bir eğitmen gelir ve projeyi devam ettirir düşüncesiyle hareket ettim.
Bu yıl sokak hayvanlarıyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma düşünüyorum. Bir de eğer izinlerini alabilirsek bir köyün belgesel çalışmasını yapacağız.
Röportaj: Elçin POLAT
Fotoğraflar: Fazlı ÖZTÜRK
Kontrast Sayı 20, Kasım-Aralık 2010