Fotoğraf yolculuğun nasıl başladı? Bize kendini, fotoğrafa bakışını anlatır mısın? Fotoğraf nedir sence?
Fotoğraf benim için ne? Fotoğraf benim için hayat. Fotoğraf bir yaşam biçimi, bir duruş, bir dil, muhalif olmanın bir yolu. Hepimiz için hayatı anlamanın, algılamanın ve hayata bakışımızı, görüşümüzü, duygularımızı da aktarmanın bir yolu, aracı diye düşünüyorum. Fotoğrafı böyle yaşıyorum ve fotoğraf bir yaşam biçimi haline getirildikçe, daha iyi sonuçlara ulaşıldığını görüyorum. Fotoğraf hiç bir zaman konu aramadığım bir araç. Çünkü hayatın içinde ve kendi çevremizde o kadar çok konu var ki.
Ancak, bulunduğumuz coğrafyada okuma sıkıntımız var. Neyi okuma sıkıntımız var? Resim, heykel hatta müzik. Bugün Bakü’deki bir köye gidin, en az 8-10 tane heykel var. Bunlar sokakta yer aldıkça, insanların beğenisine, paylaşıma sunuldukça, bunlarla ilgili okuma geliştirirsiniz. “Okumayı sevmeyen milletiz” diye övünüyorsanız kitap da okuyamazsınız. Bir tiyatro eseri çok rağbet görmüyor, biletleri satmıyorsa; tiyatrolar yaşamıyor, tiyatrocular perişan oluyorsa, siz o zaman bir oyunu dahi okuyamazsınız. Bunları okuyamadığınız zaman da, ki, bana göre en büyük sorunudur toplumun, insanı okuyamazsınız.
Buradan fotoğrafa nasıl baktığıma tekrar dönecek olursak, AFSAD’da fotoğrafa başlamış olmamın şöyle bir avantajı ya da yol çizimi oldu benim için. Fotoğraf hiçbir zaman haftasonu ya da herhangi bir gün “makineyi omzuma alıp çıkayım, iki kare bir şey çeker de gelirim” diyebildiğim bir şey olmadı ve böyle fotoğraf çalışmıyorum, çalışmadım da. Sadece, gezmeye gidersem anı fotoğrafı çekiyorum. Susan Sontag’dan bakarsak an’ı öldürmek, bu taraftan bakarsak ölümsüzleştirmek. Anın hikâyesini çekiyorum. Onun dışında fotoğrafla bütünleşmem ya da fotoğrafı yaşamam onun mutlaka bir hikâyeye, bir gerçekliğe dayanması ve bunun paylaşılması yönünde. Bir sokakta oturuyorsun. Yıllarca, belki yirmi sene orada yaşıyorsun, sonra bir gün fotoğrafçı oradan geçerken, sokağın köşesindeki bir ağaç, çeşme ya da apartmanın girişindeki küçücük bir heykeli çekiyor, sergiliyor bir yerde. Bakıyorsun, aa! Yıllardır buradaymış, ben hiç bu gözle görmemişim diyorsun. Dolayısıyla kendi çevremizde de ben konunun fışkırdığına inanıyorum. Bu yüzden de bir proje bitmeden diğeri mutlaka başlıyor kafamda. Fotoğrafın dışında, özel sektörde çalışıyorum. İşe ayırdığım mesainin dışındaki tüm zamanları fotoğrafla yaşıyorum. Geceler, hafta sonları, tatiller ona göre yapılanıyor. Bütün izinler fotoğrafa göre kullanılıyor. Çünkü orada hayatımın karşılığını buluyorum.
Fotoğrafa başlangıç. Hangi başlangıç? Bir yaşa kadar öğrendiğini çekiyorsun; projelerle ilgili, belgesel çalışmalar yapıyorsun. Bir yere gelince artık iyi fotoğraf, kötü fotoğraf, güzel fotoğraf, çirkin fotoğraf olmadığını anlıyorsun. Bunlar çok göreceli şeyler. İyi de, güzel de herkese göre farklı. Fotoğrafa karşı duruşum, çizgim değişmedi, belgesel fotoğraf olarak gitti hep ama bakışım değişti, sunuşum değişti. Yetmişli yıllarda fotoğrafa başladım. Seksenli yıllarda da çektik; fakat ülkedeki sıkıntı, baskı rejimi üreten insanları uzaklara götürdü. Yani rehabilitasyona. Doğaldır, baskı rejimleri kurulduğu zaman sanatçılar, üreten, yaratan, bir şeyler yapan insanlar çekilirler. Dağa, bayıra, kıra, güzelliklere ya da başka coğrafyalara. Bu bir kaçış, bir rehabilitasyon halidir. İki sene sürer; gelirler, gene kaldıkları yerden işlerine devam ederler. Ancak, Türkiye’de maalesef 1980 sonrasında bu rehabilitasyon o kadar uzadı, o kadar uzadı ki, şu hale geldi: Ben Hindistan’a gitmek istemiyorum artık. Çünkü çok aynılaşmış fotoğraflar görüyorum. Hintli fotoğrafçı Raghu Rai’nin fotoğraflarına baktığım zaman başka bir şeyler görüyorum. Çünkü Rai, o coğrafyada, orada yaşıyor. Ama buradan gidenlerin fotoğraflarında bütün hint fakirleri artık akrabamız gibi oldu. Yunan adalarını ezberledik. El atılmamış coğrafya kalmadı. Herkes bir National Geographic ya da Atlas Dergisi muhabirine döndü. Bu tabii ki yapılacak. Fotoğrafın özelliği bu, getirecek bize başka coğrafyaları. Postmodernizm nasıl doğdu mimaride? Farklı coğrafyaların fotoğrafları birleştiği zaman yeni şeyler üretmeye başladılar.
Bu olacak. Ama çok uzun sürdü. 2000’lere kadar. Hobi fotoğrafçılığı çok ağır bastı. Bu arada belgesel fotoğraf için tartışma ve görüşmeler yaptık. Acaba bu dönemde kendi sokaklarımızda fotoğraf çekseydik, bir şeylerin değişmesine katkıda bulunabilir miydik? Eminim bulunabilirdik. Tabii ki devrim yapmayacaktık ama, bir şeylerin değişmesini, gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayabilirdik. Maalesef toplumca uzaklaştık. Bu kendime de özeleştiridir. Doksanlı yıllarda, kendi etrafımda yapabileceğim daha fazla iş olduğunu gördüm, projelere yoğunlaştım. Önce kendim yazdım kafamda, toparladım. Uzun soluklu işler oldu. İki sene, üç sene çalıştım. Bunlardan deprem bölgesinde çocuklarla yaptığımız çalışmaların ardından çıkan “İç Kalpaklı Çıkmazı – Bir Sokağın Monografisi” Samatya’da bir semt üzerine yapılan çalışmadır. Orada ikibuçuk sene çalıştım. Kemal (Cengizkan) katıldı bu çalışmaya. Sonra Mimar Sinan’dan üç sosyolog arkadaşın çok ilgisini çekti, onlar katıldılar. O işi bir sergiye, kitaba çevirdik. Dedim ya, bir çalışma bitmeden bir başkası başlıyor. O sosyolog arkadaşlarımızdan biri huzurevinde çalışıyordu. Huzurevinde “Güz Gülleri” adı altında, daha sonra sergiye dönüşen bir çalışmayı yaptım onunla. Bu tür destekler almanın çok yararlı olduğuna inanıyorum. Hele ki sosyoloji ve fotoğraf, aynı tarihlerde yola çıkmış işler. İkisi de birbiriyle çok örtüşüyor ve birbirine ihtiyacı olduğunu da düşünüyorum. 2000-2002 arasında, İç Kalpakçı Çıkmazını çalışırken, 2001’de huzurevi çalışmasını da yaptım ama, Güz Gülleri sergisini 2008’de açabildim. Niye? Sizin fotoğrafta bir duruşunuz var, fotoğraf etiği var. Orada çektiğiniz insanlar var. Tamam, orası Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı bir yurt, oranın bir takım prosedürleri var ama bir de o insanların ailesine karşı sorumluluğunuz var. Bunların hepsinin görüşmesi, izni derken yedi seneyi buldu. Yedi senenin sonunda 2008’de sergiyi açtığımda, açılışa getirdik huzurevindekileri. İki kişi sağ kalmıştı yirmi kişiden. İşin bu tarafı da var. Bir hayatın içine girince, onu bir süreç halinde yaşıyorsunuz. Doğanlar, ölenler, yaşlananlar, evlenenler, boşananlar falan derken uzun bir yol ve onlarla çok bütünleşiyorsunuz. Eğer bir çalışma yapacaksanız onun içinde olmalısınız. Yani dışarıdan ben gideyim de burada biraz fotoğraf çekeyim olmuyor. Kendi yaşamınızın bir parçası olmalı.
Neden İç Kalpakçı Çıkmazı, Samatya ve Kadırga?
Ben Ankara’dan İstanbul’a taşındığımda, İstanbul’u kaybola kaybola öğrendim. Bir gün kayboldum, baktım neresi burası, dediler ki Samatya. Orada dolaştım aa! Çocukluğuma ne kadar benziyor. İşte; kadınlar kapının önünde çekirdek çitliyor, çocuklar geliyor kasaba “kasap amca, bana 250 gr yağsız kıyma ver, babam akşam ödeyecek”. Geçmişe götürmüştü beni..Nedeni buydu işte, kendi hayatımla ilintili şeyleri çektim. Arkasından huzurevini çektim. Çünkü benim de anne-babam çok yaşlı insanlardı. Zaten yaşlılar her zaman ilgimi çekiyor. Onları çekmeden duramıyorum, bütünleşiyorum onlarla. İç Kalpakçı bittiğinde sergisi, kitabı derken. Huzurevi sonuç olarak bitmemiş bir çalışmaydı .Ama benim kafamdan başka şeyler geçti. Bir arkadaşım çok eskiden beri İstanbul’un Kadırga Semtinde yaşıyordu. Kadırga da Samatya kadar eski bir semt. Ve ben Müseccel Marka Kadırga projesine başladım. Üç yıl tek başıma Kadırga’da çalıştım. Hatta o projeye zaman zaman fotoğrafçı arkadaşları eklemeyi düşündüm. Çünkü şöyle bir iddiam yok: Bu işi ben yaparım. Hayır, ben yapamam. Bazı yerler çok büyük. İç Kalpakçı’da da böyle bir sokak çalıştık. Samatya diye başladık, sonra bir baktık ki, biz Samatya’nın altından kalkamayız, altında kalırız. Bir aile üzerinden bile yola çıkıp bir toplumu anlatabilirsiniz. Bedri Rahmi beni hep çok etkilemiştir. Der ki “kişi kendini yazdıkça toplumu da yazar, kendini çizdikçe toplumu da çizer.” Hep kendi hayatıma yakın olan yerlerden yola çıktım. Yani kendi hayatımı, hayata karşı duruşumu anlattım ve azdan çoğa gitmeye çalıştım. Kadırga başladığında da aynı şeyi yaptım. Kadırga’yı belirleyen iki temel unsur vardı. Bir tanesi Tulumbacılar Kahvesi. 1850 yılında kurulmuş, hâlâ yaşıyor, hâlâ ilk sahibinin torunları orada ve diğeri onun karşısında, Kadırga Spor Kulübü. Türkiye futboluna hep futbolcu yetiştirmiş. Niye? Orada da futbol “blues” gibi sokakta oluşmuş. Varsıl olmayan aileler. Çocuk için en ucuz şey nedir, bir liraya alacağınız toptur, her tarafta var. Mahallenin tulumbacılıktan gelen bir sporcu geleneği var, oraya gittiğinizde bunu görüyorsunuz. Dolayısıyla, orada da futbol gelişmiş. Siz bir Kadırga Spor Kulübünü ve bir Tulumbacılar Kahvesini temel aldığınız zaman bütün mahalleye giriyorsunuz. Orda da iki sokak önemli, eski sokaklardan. Restore edilmiş 400-500 yıllık evler. Esnafı, kahvesi, futbolcusu, sporcusu, ailesi, çalışanı, çalışmayanı, gelenekleri, görenekleri, bayramı seyranı, ramazanı, kurbanı. Ben bunların hepsini çalıştım. Onlar namaz kılıyorlar, sizi saklıyorlar sütunun arkasına, siz fotoğraf çekeceksiniz. Hayatı onlarla yaşamaya başladığınız zaman, onlar sizi kendilerinin resmi fotoğrafçısı kabul ediyorlar. Prensip olarak çektiğim her fotoğrafı, içinde kaç kişi varsa o kadar basıp, mutlaka götürüp insanlara veriyorum.
Ya Doğum-Yaşam-Alzheimer-Ölüm?
Kadırga projesi yapılırken, 2003–2006 arasında, bir taraftan da yaşamın evrelerini çalışıyordum. Kafayı buna takmıştım. Ne var; doğum var, düğün var, ölüm var. Bunların hepsi fotoğraflanır. O sırada bir de tabii, sergilerden dolayı sağa sola gidiyoruz. Kemal Cengizkan ile beraber Yunanistan’da Anders Petersen’in atölyesine katıldık. Orada yedi sekiz Türk, onyedi, onsekiz Yunan, dört de İsveçli vardı. 7-8 günlük bir atölye idi. Yunan arkadaşlar bizi birisi ile tanıştırmak istediler. Maria Mitzali isimli bir fotoğrafçı. Elinde 15 kadar fotoğrafla geldi. Kimi 6×9, kimi 9×13, kimi renkli, kimi siyah-beyaz, bir 13×18 var, bir de 18×24. Çok etkilendik. Kötü baskılardı ama şuydu: büyükannesinde büyümüş, yaşamış, büyükannenin fotoğraflarını çekmiş, büyükanne öldüğünde ölümün fotoğraflarını çekmiş, zor şartlarda çekmiş. Tam da kafamda bu konuların yoğrulduğu zaman. Beni çok etkiledi. Maria’nın sergisini bastırıp. Fotoğraf Vakfı’nın galerisinde açtık. Ben babamı kaybettiğimde, 2000 yılında, onun fotoğraflarını çekmek istemiştim, cenaze fotoğraflarını. Olmadı, geç kaldım. Babamı kaybettikten sonra annem Alzheimer olmuştu ve ben o süreci fotoğraflıyordum. Sonra birden kafamda şimşek çaktı. Annemle konuştum o dönem, fotoğraflarını çekiyorum teşekkür ediyor, devamını da çekeceğim dedim. Peki, çek dedi. Ondan da izin aldım. O sırada bir kır düğünü çekmiştim. İşyerinden bir arkadaşım da hamile idi. Ona gittim, doğum fotoğraflarının çekilmesini istiyor musun? İstiyorum, dedi. O zaman da doğum fotoğrafları daha yeni başlamıştı Türkiye’de.. Ben çekeyim dedim. Çok isterim dedi, çok heyecanlandı. Doğum öncesi ve doğum anı fotoğraflarını çektim. Doğum, düğün, Alzheimer süreci, ölüm, elimde ailenin arşivi var 1930’lardan bu yana ve benim de çekmiş olduğum son 20-25 yıllık aile fotoğrafları. Her geldiğimde anı fotoğrafı çekiyorum. O güne kadar anı fotoğraflarının işe yarayacağını hiç düşünmemiştim. Neyse, sonra alzheimer, ölüm sürecini de çekince, bir yandan Kadırga projesi sürerken, Doğum-Yaşam-AlzheimerÖlüm çıktı ortaya. Onun arkasından Müseccel Marka Kadırga devreye girdi. Bunlar çok ses getirdi.
Fotoğrafla ilişkin nasıl devam ediyor?
Heyecanla gidiyor, içimde sürekli bir coşku yaşıyorum. Fotoğraf oldu mu bıkmıyorum, usanmıyorum. 1999 depreminden sonra Fotoğraf Vakfı’nı kurduk. Amacımız iş üstünden görüşmekti. Fotoğraf Vakfı’ndan sonra da o heyecanı hiç kaybetmedik. İstanbul’da fotoğrafla ilgili kurumlarda yıllarca ders verdim, atölyeler gerçekleştirdim. Kendi bildiğim fotoğrafı öğrettim, anlattım arkadaşlara. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesinde bir gençlik projesi vardı, dört ülkenin katıldığı. Onun fotoğraf danışmanlığını yaptık Kemal’le. Fotoğrafla ilinti hiçbir zaman bitmiyor, sürekli fotoğraf projelerinde yer alıyorum. Şu anda da Nefret Suçları ve Söylemi üzerine bir çalışmanın İFSAK adına fotoğraf küratörlüğünü yapıyorum. Şuna inanıyorum, fotoğrafın bize huzur vermesi, içimizi rahatlatması, güzellikleri göstermesinin dışında bir işlevi olmalı. İşin bu tarafındayım. Diğerleri de tabii olacak, buna karşı değilim. Size bir hikâyemi anlatayım: İstanbul’da her gün Avrupa yakasından Anadolu yakasına 2. köprüyü kullanarak geçiyorum. Ocak-şubat aylarında inanılmaz sis olur. Köprüyü geçince de sağlı sollu ormanlık alanlar var.
İnanılmaz güzel manzara. Nasıl huşu doluyorsunuz, müthiş. Bir, iki, üç, ben bunun fotoğrafını çekeyim diye düşündüm. Sonra dedim ki, sen deli misin? Sen bunun fotoğrafını çekemezsin ki. Çünkü gözünü böyle terbiye etmedin. Beynini böyle bükmedin, böyle çalışmadın. Oysa bugün, doğa fotoğrafçısı, sis fotoğrafçısı insanlar var. O gelecek bu fotoğrafı çekecek, sen de bakacaksın, keyif alacaksın. Sen ne yapıyorsun zaten? 3-5 metrekare odalara giriyorsun, insanların burnunun dibinden çekimler yapıyorsun. Hayatın boyunca senin teleobjektifin, zoom tipi objektifin olmamış. Hep geniş açılarla, birebir. Hep dokunarak, sesini, soluğunu duyarak yaşamışsın. O arkadaş da bunu çekemiyor zaten. Çekmek zorunda da değil. O buradan izleyecek; sen ondan izleyeceksin. Dolayısı ile fotoğrafın bütün dalları var olacak ve hepsi izlenecek bir türlü. Hepsi izleyicisine kavuşacak.
Derdim var benim. Fotoğrafla ilgili derdi olan, muradı olan bir adamım. Yaşamları ortaya çıkarmaya, paylaşmaya çalışıyorum. Onların üzerinden bir kazanç, bir unvan elde etmeden. Aslolan onlardır ve onların yaşamlarıdır. İnsan budur benim için. İnsan, benim kendisini kullanıp, kendime bir yer edineceğim bir araç değil; araç, fotoğraf. Benim derdim de bu coğrafyadaki yaşam biçimlerini aktarabilmek, paylaşabilmek, bunlar da var diyebilmek. Onun ötesinde de fazlaca bir şey yok.
Senin duruşunu aktaranlar; bu birebir temas halinde olmak istediğin ileri yaş grubu, ya da hüzünlü kesimler, ya da zorluklarla yaşama tutunan insanlar… Peki varsıllar? Varsıl kesim yeni ve farklı bildiğimiz çalışmalarından.
Ama ben o dünyanın içindeyim bir tarafından ve hep orada yaşıyorum. Şöyle söyleyeyim nereden çıktı bu fikir. İşim nedeniyle bir dolu toplantıya davet ediliyorum. Bu toplantılar çok büyük toplantılar oluyor. Uluslararası bir perakende gurusu konferans verecek. Bütün firmalardan belli yöneticiler, bu işle ilgilenenler o toplantıya davet ediliyor. Oraya gittiğim zaman, kenara çekilip insanları izlemeye başlarım. Tadını çıkarırım. Fotoğrafçılığın verdiği bir şey. Diyelim ki, üçyüz kişi çağrılı. Yüzelli kadın, yüzelli erkek var. Aslında bir bakıyorum, bir kadın, bir erkek var. Seri üretim başlamasından bu yana, insanların hepsi yüzünde bir maske ile dolaşıyor. Herkes birbirine benziyor ama bu kadar tek tip üretim olmaz. O zaman, bunların, bu maskenin dışında bir hayatı olmalı. Ben onu merak ediyorum ve bu merak ettiğim hayatın da paylaşılması gerektiğini düşünüyorum. Gördüğüm hayatların başkaları tarafından da görülmesini istiyorum. Eğer o, beni etkiliyor ise, başkalarını da etkileyecektir. Nitekim de öyle oluyor. Zaten sıkıntı şurada. Konu aramıyorum dedim. Birçok insan, kendi yaşamında olanların çok standart olduğunu, çok beylik olduğunu ve başkalarının zaten bunu bilebildiğini zannediyor. Oysa, değil. Albert Camus ne diyor “Bütün kitaplar hayatlardan çıkmıştır. Ama, kitaplardan hayatlar çıkmaz.” Onun için, biz bu hayatları kitap haline getirirsek birkaç sözümüz de aktarılmış olur.
“Bu çalışmaları yaparken kendimi, hayatımı buluyorum; kendimi görüyorum” diyorsun. Ne görüyorsun?
Her fotoğraf senin bir portren. Yaptığım bütün çalışmalarda kendim var aslında. Yoksulları, çocuğu çalıştığım zaman kendi çocukluğum, kendi çocuklarım var. Ya da daha mütevazi bir mahallede, benim ailemin yaşanmışlığı var. Artık getiremediğimiz günler var. Orta ve ortanın üstü sınıfı çalıştığım zaman o dünyanın içinde bizler de yer alıyoruz. Yemelerde, içmelerde, toplantılarda.
Güz Gülleri?
Güz Gülleri. Yolun sonu aslında. Ama güzel sonu.
Kendi geleceğin mi yoksa zamanında gözlemlediğin kalabalık aile ortamındaki yaşlılar mı?
Yoo! Kendi geleceğim değil. Ben kendi ailemi, annemi çalıştığımda insanlarda hep şunu gördüm. Eve gidip, kendi büyüklerine şefkat gösterme isteği hissettiler. Bunun için, öyle bir gösteriye gerek mi var? Gerçi bu da, o çalışmanın işlevi oldu sonuçta. Fotoğrafın, dedim ya güzelliğinin yanısıra bir işlevi olmalı. Ne oldu. İnsanlar yakınlarına, yaşlılarına birkaç gün şefkat gösterdiler, birkaç gün ilgilendiler.. Mesela, tekrar gittim fotoğraflarını çektim, görüştüm, bayramda ziyaretlerine gittim. İnsan çok güzel. İnsana dokunmak çok güzel. Başka ülkelere gittiğim zaman insan çekmek istiyorum. Çok kolay olmuyor.
Ama o, gittiğim yerde, eğer senin dokunduğun bir insan varsa, o zaman iş değişiyor. O zaman, hayata dokunmaya başlıyorsun. O hayata dokunmaya başladığın zaman çıkan fotoğraflar da farklı oluyor. Oradaki yaşamdan fotoğraflar. Ben böyle çalışma yaptım birçok yerde. Çünkü portre çekmek temas işidir. Fotoğraf iletişim işidir. Çiçeği de, köpeği de çekeceksen iletişim kurmak zorundasın.
Fransa’ya gittiğimizde sergi için Kemal’le, bizi bir eve davet ettiler. Ev sahibesi Michelle isimli yaşça bizden büyük bir kadın, çok hoş, sempatik. Michelle Türkçe bilmiyor, İngilizce bilmiyor, Almanca bilmiyor, Fransızca biliyor sadece, biz de onu bilmiyoruz. Evi 400 yıllık bir bina. Bir baktık, bizim dinlediğimiz müzikler, bizim okuduğumuz kitaplar; evine baktık, bizim evimizdeki yaşam tarzına benziyor. O gece çok geç vakitlere kadar oturduk, yedik, içtik; bize güzel şaraplar sundular, muhabbet ettik. Orada çektiğimiz fotoğraflar, içinde ruhu olan fotoğraflar. Çünkü orada o insanlara dokunduk. Çünkü o insanları yaşadık, soluduk, bir şeyleri paylaştık. Kendi hayatlarımızın karşılığını bulduk. Bütün mesele bu idi.
Ben, iş hayatımda profesyonel olarak çalışıyorum, aylık iş gücümü kiraya veriyorum, sonra da karşılığını alıyorum. Ama onun dışındaki saatlerde hiç sıkılmıyorum, yorulmuyorum, günlerce, gecelerce sabahlara kadar fotoğraf çalışıyorum. Bana tatil yapmadın mı diyorlar. Bakıyorum bu sene iznimi nerede kullandım. Bir hafta izin aldım, Yıldız Teknik’in fotoğraf günleri vardı, orada bir atölye istediler. Dört gün izin aldım, Eskişehir’de ESFAD’ın atölyesi vardı, onlara atölye yaptım. Çanakkale’de dört gün Concordia Projesine danışmanlık yaptım. Ama bunlar beni yormuyor. Bunlar beni yaşatıyor. Çünkü hayatımın karşılığı var orada.
“Facebook”ta son dönem şehir dışı çekimlerini “rehabilitasyon fotoğrafları” olarak adlandırdın. Fotoğraflarındaki gerçek paylaşımlarla huzur bulduğun için mi?
“Facebook” hikâyesi, aslında kimse bunu algılamadı. Rehabilitasyon fotoğrafları dedim. Tam demin dediğimiz şey. Kendimi rehabilite ediyorum. Çok gerçekçi fotoğraflardan biraz olsun uzaklaşıyorum. Gittiğim, gördüğüm yerleri çekiyorum. Şimdi bakıyorum, ben bunları rehabilitasyon fotoğrafları diye çekiyorum, sergilemek için çekmiyorum. Ama ortalığa baktığım zaman, her tarafta sergi açılıyor. Ne yapayım? Ben bunları “facebook”a koyayım, yarın bir gün “facebook”taki rehabilitasyon fotoğraflarından seçme, rehabilitasyon fotoğrafları sergisi diye açarım. Zaten orada paylaşmak sergi açmak demek. Aslında “güzel”in fotoğrafına gönderme yapıyorum.
Sayısal fotoğraf makinelerinin kullanımının yaygınlaşmasından sonra fotoğrafçılıkta neler değişti?
Şahane oldu. İyi ki sayısal makineler çıktı. Şimdi ben İstiklal Caddesinde yürüyemiyorum. O kadar çok elde fotoğraf makinesi, telefon var ki. Onlar sağdan soldan çekiyor, eğilip, bükülerek geçmek zorunda kalıyorum, o karelere girmemek için. Ama bunların arasında çok rahat çalışıyorum. Diyeceğim dijital fotoğrafın yaygınlaşması çok iyi oldu. Bir kere derdini anlatan fotoğraflar, daha iyi, emek verilmiş fotoğraflar ortaya çıkıyor. Yaygınlaşsın, iletişim artsın, fotoğraf çok önemli araç diyorsak, bir dolu sergi açılsın, biz de izleyelim, öğrenelim, görelim.
Sayısal olarak işlenmesine ne diyorsun?
Karşı değilim, çektiği fotoğrafın üzerine başka şeyler koyuyor, o zaman başka bir şey oluyor, fotoğraf olmuyor. Eskiden de vardı fotoğrafta solarizasyon, polarizasyon, montaj. Alexander Rodchenko var Rus fotoğrafçı, tarihten örnekleri de var. Ben fotoğrafın o yanında çok yer almadım. Bugün tabii ki sayısal fotoğrafı kullanıyorum ama karanlık odada ne yapıyorsam, sayısal olarak da, fotoğrafı işlerken onun ötesine geçmiyorum. Çünkü sensör, film çıplak gözün gördüğünü görmez. Orada bazı tonların etkisini artırmak gerekebilir. Siyah-beyaz çalıştığım için siyah-beyaz renk tonları ile oynuyorum, ama, fotoğrafta kuş kondurmak derdim yok. Derdim doğrudan fotoğraf. Ben saptamacı fotoğrafçıyım. Çekerken tam kare çekiyorum. Karanlık odada sadece tonları dengeliyorum, o kadar.
Çalışmalarının çoğu neden siyah-beyaz? Siyah-beyazın kendini ve aktarmak istediklerini daha iyi mi ifade ettiğini düşünüyorsun?
Siyah-beyazda daha çok renk var. Biz fotoğrafa siyah-beyazla ve karanlık odayla başladık. Ressam yağlıboya tablo yaptığında, beyaz olan yerleri boyamadan bırakır mı? Bırakmaz. Onun için beyazda da ton lazım, siyahta da. Siyahla beyaz arasında yeterince ton var zaten. Renkli fotoğraf gözü başka bir göz, siyah-beyaz fotoğraf gözü başka bir göz. Tabii ki renkli fotoğraf da çekiyorum. “Facebook”taki rehabilitasyon fotoğraflarında renkli fotoğraf alabildiğine var.
Fotoğrafta estetik konusunda düşüncelerin…
Bir kere fotoğraf kesinlikle estetik kaygılardan, fotografik ögelerden ayrı olamaz. Hani bazı fotoğrafçılar aldırmıyorum diyor ama, aradan 20-25 sene geçmiş, kafasına o kadar kazınmış ki. Hiçbir araba sürücüsü ikinci vitesten üçüncü vitese geçmek için hızım şu kadar olmalı diye düşünmez. Yaşar o anı. Fotoğrafçı da o anı yaşar. Yaşarken de zaten kompozisyonu, ışığı yerine koyuverir. Ama buradan şu anlaşılmasın, katı Rönesans kompozisyonu taraftarı biri değilim.
İnsanın fotoğrafı ne zaman çekilebilir, çekilmeli veya çekilmemeli? Hele bu kadar yakınlaşıp yoğunlaşıldığında. Fotoğraf çekmek için kurulan yapay iletişim nereye kadar etik?
Diyalog olmadan sosyal belgesel fotoğraf olmaz. Önce diyalog kurulur, bu diyalog bir göz teması ile olur, bir merhaba ile olur, bir işaretle olur, bir “çekecem” ile olur. Karşınızdaki de size yol verir. Ondan sonra çekersiniz, çünkü o iznin arkasında ben bu fotoğrafı kullanacağım vardır. Yoksa ben şuna inanmıyorum, bir takım sayısal dergilerde izin belgeleri, modellik anlaşması çıkıyor. Biz bunlara şiddetle karşı çıktık. Hatta Kemal Cengizkan da bununla ilgili bir yazı yayınladı. Bu bir etiktir. Bakın bir örnek anlatayım. Kemal’le İstanbul’da Balat’ta çıktık; ne yapabiliriz, ne ederiz, zaten onun üzerine başladı İç Kalpakçı Çıkmazı. Bir tane pencerenin önünde bir kadın dışarıda, bir kadın içerde çok güzel konuşuyorlar. Merhaba, merhaba, kolay gelsin. Ya dedim ne hoş, o kadar güzel sohbet ediyorsunuz ki, sizin şu anınızı fotoğraflasak, fotoğrafı da getirsek. Hayır dedi çekmeyin, getirsek dememe rağmen. Ya dedi, yabancı geliyor, bizim fotoğraflarımızı çekiyor, çok çekiliyor Balat’ta. Bizden adres alıyor, bir hafta sonra fotoğraf geliyor. Sizin arkadaşlarınız geliyor, fotoğraflarımızı çekiyor çekiyor gidiyor, kimse bir tane fotoğraf getirmiyor, çekmeyin kardeşim dedi. Ne kadar büyük bir kötülük yapılmış farkında mısınız. Olacak şey değil. İnsan fotoğrafı ne zaman çekilir? İnsan izin verdiği zaman çekilir.
Deprem çalışması?
Depremde çok fotoğraf çektik. Onları da 7-8 sene sonra yayınladık. Çünkü başlangıçta basın o kadar canına okumuştu ki depremle ilgili çalışmalarıyla, sürekli yayınları ile ancak aradan 7-8 sene geçtikten sonra Fotoritim’den istemişlerdi. Oraya gönderdim bir yazımla beraber ve orada yayınlandı deprem fotoğraflarım. Yoksa biz aslında çocuklarla bir çalışma yapmıştık. Çocukların işleri idi aslolan. O da, bütün dünyayı gezdi.
Fotoğraf konuların, sergi ve serilerinde çok derin paylaşım var. Ama bir yandan da yoğun bir yalnızlık, dışlanmışlık ve hüzün barındırıyor.
Ben şuna inanıyorum, insan yalnız. Yaşam tek kişilik. Çok doğru bir teşhis. Bırak bu fotoğrafları, insanı her zaman insan fotoğrafı ile anlatamazsın. İnsansız insan fotoğrafları da vardır. Eugene Atget’in Paris sokakları vardır, insan yoktur, ama hepsinde insan izi vardır. Yıllar önce ben de yaptım. Bergama’da bir dolu insansız yapı çekmişimdir; ama hepsinde insan izi vardır. Derin bir yalnızlık var, çünkü ben insanın yalnız olduğuna inanıyorum. İkili yalnızlıklar, üçlü yalnızlıklar, onlu yalnızlıklar, o kadar çok ki. Bunu da işte, objektifin arkasında olduğum zaman okuma fırsatını daha kolay buluyoruz diye düşünüyorum. Masa, sandalye çekersin. O da, yalnızlıktır.
Sunumlarında kullandığın müziklerden bahseder misin?
Sunumda müzik bir dönem kullanıldı. Şu anda müzik kullanmaktan yana değilim. Tamamen müziksiz olabilir, söz olabilir, ses olabilir, anlatılabilir. Fatih Pınar bu konuda çok iyi işler yapıyor, Nejla Osseiran öyle. Kemal Cengizkan yaptı, sesi kullandı. Ses kaydı aldı insanlardan. Senin söylediğin Doğum-Yaşam-Alzheimer-Ölüm’deki Kronos Quartet. Bunun çok somut bir nedeni var. Çok sertti, gerçekten çok sertti.. Ben o sıralar hep Kronos Quartet dinliyordum. Çok sayko müzikler yapıyordu ve çok kendimi buluyordum. Çok diplerde geziyordum. Bırakmıştım iyice dibe, dibe, dibe in, bırak, inebildiğin kadar in, nasıl olsa bir türlü çıkarsın. O müzikle o kadar yoğrulmuştum ki, bu gösteriyi yaptığımda da, zaten kulağımda da, kafamda da başka hiçbir şey yoktu. Direkt o müziği ekledim ve çok fazla oturdu. Aslında gösteriyi sertleştiren biraz da müzik oldu. O müziği çıkar, ona hiçbir müzik koyma, o kadar etkilemez belki de… Bilmiyorum…
O benim iç sesimdi aslında… çığlıktı…
Sunumlarının çoğu izleyicilerde sözel paylaşıma fırsat tanımayacak kadar yoğun. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? Fotoğrafladığın kitlenin paylaşım şekliyle de özdeşleşiyor sanki. Duygularını böyle daha iyi mi ifade ediyorsun?
Evet doğru, sunumlarımın çoğu izleyicide sözel paylaşıma fırsat tanımıyor, herkes susuyor. Bütün gösterilerde öyle oluyor sonunda. Oradaki olay bence şu. 80’lerin başı, AFSAD İnkılâp Sokak’taydı. Bir seminer düzenlemiştik. Sanırım Özdemir İnce gelmişti. Bu işlerin bir sacayağı olduğunu söylemişti. Üçlü. Yani çeken, çekilen ve izleyen. Eğer üçünde de aynı anda, aynı duygular uyanıyorsa o zaman iş başarıya ulaşmıştır demişti. Hani dibe vuruyor dediğim, ben de dipteyim zaten, kendini buluyor insanlar. O yüzden, sen kendini anlattıkça, toplumu da anlatmış oluyorsun. O yüzden insanların susması.
Tekrar geleceğe dönecek olursak, başka proje ya da hayalin var mı?
İki projem daha var yolda. Sonra değişiklik olacak. Artık insan fotoğrafı çekmek istemiyorum. İnsan etkisi olan fotoğraflar çekmek istiyorum. Yine yaşamlar üzerine. O, hep hayalim benim. Josef Kaudelka iyi bir örnek oldu hepimize.
Kontrast Sayı 26, Kasım-Aralık 2011 / Fotoğraf ve Estetik