Fotoğrafta Klişe (kalıp görüntü)
Klişe, uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık ilk etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da sanatsal öğedir. Fotoğrafçılıkla ilgili ders kitaplarında ve amatör fotoğrafçılık dergilerinde gördüğümüz fotoğrafların çoğu klişedir. Birçok amatör fotoğrafçı başkaları tarafından çekilmiş fotoğrafları taklit etmeyi, benzer görüntüleri kendisi de çekmeyi arzu eder. Ancak çok fazla üretilmiş ve birçok kişi tarafından tekrar edilmiş olan görüntüler, yaratıcı düşünce yönünden zayıf kalacaktır.
Örneğin şu görüntülerin büyük bir kısmı klişe konuları içerir: Günbatımı fotoğrafları, şelale fotoğrafları, herkesle aynı noktadan çekilmiş turistik gezi fotoğrafları, bulut fotoğrafları, elektrik tellerine konmuş kuş fotoğrafları, aynadan cep telefonuyla çekilmiş selfiler, kahve – kitap görüntüsü, kumsalda denize uzanan ayak fotoğrafı, birçok düğün – doğum – mezuniyet vb özel gün fotoğrafları, vs.. .
Klişe fotoğraflar çoğu zaman aslında nesnesinin kendisi güzel olduğu için çekilmektedir. Birçok doğa görüntüsü (günbatımı, çiçekler, şelaleler, bulutlar, vb.) zaten doğal olarak güzeldir. Ve bu konular o kadar çok fotoğraflanmıştır ki, salt nesnenin kendisini çekerek özgün veya yaratıcı bir görüntü elde etmek artık çok zorlaşmıştır. Kartpostalların ve takvimlerin ötesinde bir sanatsal beklentiyi karşılamaları için ilave unsurlar gerekir.
Örneğin rengarenk günbatımlarının her birinin bir kar tanesi gibi bir diğerinden farklı olduğu söylenir. Ne var ki iş günbatımının kendisi yerine fotoğrafına gelince bu görüntülerin aşırı tekrarlanması nedeniyle sıradanlaştığı ve fotografik olarak değerini yitirmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Günbatımının doğal ve eşsiz güzelliği, fotoğraflandığında kaçınılmaz olarak bir klişe haline dönüşmektedir.
Amerikalı yazar ve kuramcı Susan Sontag (1933-2004) “Platon’un Mağarasında” başlıklı makalesinde hem geçmişteki, hem de günümüzdeki fotoğrafçılık için şu tespiti yapar: “Fotoğrafın bulunduğu ilk on yıllarda fotoğraflardan beklenen; idealleştirilmiş görüntüleri sunmalarıydı. Kaldı ki güzel fotoğrafı bir kadın veya günbatımı gibi güzel bir şeyin fotoğrafı sayan çoğu amatör fotoğrafçının amacı halen budur.”
Birçok amatör fotoğrafçının fotoğraf çekme pratiği kitlesel fotoğraf üretim mantığına dayanır. Benzer ve güzel konuların birbirine benzer şekilde fotoğrafları çekilir. Amatör fotoğraf dergilerinde tipik bir konunun (günbatımı, silüet, portre, akarsu, şelale, çiçek makrosu, vb) nasıl fotoğraflanması gerektiğine ilişkin ipuçları, yapılması ve yapılmaması gerekenler tariflenir. Fotoğraf yarışmalarında dereceye giren fotoğraflar hangi tarz fotoğrafların nasıl çekilmesi gerektiğine ilişkin örnekleri oluşturur. Doğa fotoğrafı nasıl çekilir, portre çekerken neye dikkat edilmelidir, nelerin fotoğrafı çekilmeye değer, neyi nasıl çekersek güzel olur, gibi tanımlamalar sonucu çoğu amatör fotoğraf neredeyse aynı kalıptan çıkmışçasına birbirine benzemektedir. Klişe; fotoğrafçıyı ortadan kaldırır ve görüntüyü anonimleştirir.
Murat Yaykın (1961-) “Basmakalıp felsefeyi öldürür” der. Görüntülerin birbirlerinin aynı olma sıkıcılığı bir yana; basmakalıp düşüncelerle temellendirilen yaklaşımlar yaratıcılık ve özgünlükten nasibini almamış, kiç görüntüler meydana getirir. Neyi güzel, kimi çekici bulacağımızı belirleyen tüketim kültürü, medya, sanatsal yarışmalar gibi araçlar estetik üzerinden bir nevi faşizm yapmaktadır. Seyirciyi kolay ele geçiren biçimci fotoğraflar, fotoğrafın değerini salt kompozisyon, keskinlik, renk, ışık, teknik gibi biçimsel özelliklerinin belirlediği görüş üzerine temellendirmektedir. Dolayısıyla basmakalıp ve kitlesel üretim mantığını benimseyen fotoğrafçılar, ‘anlam’ kaygısı taşımayan, ‘söylemi’ önemsemeyen görüntüler üretir.
Basmakalıp bir görüntü genel olarak sanatsal bir çalışmayı sıradan, anlamsız veya önemsiz bir şeye indirgeyecektir. Klişe; özgünlüğü olmayan, değişiklik göstermeyen, bilineni yineleyen, genel kabul gören fotoğraflar ortaya çıkartır. Fotoğrafta klişeye düşmemek için, konusu ne olursa olsun fotoğraflanacak görüntünün tipik temsillerinden kaçınmak gerekir. Bugüne kadar sayısız benzer görüntünün üzerine bir yenisini daha eklemek son derece gereksiz bir fotoğraflama eylemidir. Bunun yanı sıra yukarıda klişe olarak tanımladığımız konuların da halen benzersiz veya çoğundan farklı bir şekilde fotoğraflanması, klişe bir konunun klişe olmayacak şekilde fotoğraflanması mümkündür. Buna karşın klişeyi fotoğraftaki anlamı zenginleştirmek amacıyla kullanmak da mümkündür. Bunu yapmanın bir yolu, klişe kavramını fotoğrafik çalışmanın ana konusu haline getirmek, klişenin işimize yarar bir unsur olmasını sağlamak olabilir.
Amerikalı fotoğraf, video ve performans sanatçısı Laurel Nakadate’in (1975-) “Şanslı Kaplan / Lucky Tiger” isimli çalışması 24 adet provakatif klişe fotoğraftan oluşur. Bu fotoğraflar çıplak kadınların yer aldığı takvim yapraklarını andırır. Ama bir fark vardır; bu fotoğrafların üzerinde sanatçının internet üzerinden tanıştığı orta yaşlı erkeklerin parmak izleri görülür. Nakadate, bu kişilerden kendi çektiği fotoğrafları parmakları mürekkebe batmış bir şekilde tutmalarını ister. Böylece fotoğraflarına bakanları rastgele parmak izleri aracılığıyla anlatıma dahil eder. Fotoğrafların içeriği klişedir; ancak pornografik dikiz ve röntgencilik gibi kompleks kavramların anlatımına hizmet eder.
İngiliz fotoğrafçı Martin Parr’ın (1952-) tipik turist davranışları üzerine çektiği fotoğraflar klişe kavramının ana unsur olduğu fotoğraflara örnektir.
Amerikalı sanatçı Zoe Leonard (1961-), “Gördüğün gibi buradayım” (You see I am here after all) isimli enstalasyon çalışmasında Niagara Şelalesi’ne ait 1900’lerin başından 1950’lere kadar uzanan dönemde çekilmiş, 4000 civarında vintage kartpostal kullanmış. Aynı lokasyondan çekilmiş binlerce stereotipik görüntü; kitle kültürünün doğal alanları turistik yerlere dönüştürmesini sembolize etmektedir. Doğal ve tarihi yerlerin tekrar tekrar fotoğraflanması, turistik bir ritüeldir. Gezip görülen yerler, bir turist davranışı olarak klişe açılardan fotoğraflanmadığı sürece gezilmemiş ve görülmemiş olarak düşünülür.
“Bunu daha önce milyonlarca kez gördüm” dediğimiz klişe görüntler ile, gündelik sıradan nesnelerden oluşan görüntüler arasında bir fark vardır.
Klişe fotoğraflarda konuların tek başına kendileri çoğunlukla zaten güzeldir, gündelik hayatta görmekten mutluluk duyduğumuz nesnelerden oluşur. Ancak nesnenin ‘fotoğrafa konu olması’ artık sıradan hale gelmiştir. Sıradan fotoğraflarda ise fotoğraflamaya değer görülen nesnenin ‘kendisi’ sıradandır. Ancak birçok insanın gördüğü fakat dikkat etmediği bir detay, duyarlı bir göz tarafından farkedilerek değer kazandırılmıştır.
Amerikalı fotoğrafçı William Eggleston (1939-) sıradan konular ustasıdır. Fotoğrafları genellikle kentsel/kırsal/banliyö manzaralarından, gündelik hayatın sıradan nesnelerinden ve insanların kendi çevrelerinde, oldukça sıradan bir arkaplanda çekilmiş portrelerinden oluşur. Eggleston sıradan dünyanın karmaşıklığını ve güzelliğini görmüştür.
İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger (1926-2017); sanatsal bir üründe sadece klişe görüntünün değil, kalıplaşmış bir fikrin de ürünün değerini düşüreceğini belirtir: “Stereotip kullanmak yararsızdır; stereotipten kastım önceden kavranılmış olan bir fikirle bağlantılı imgedir. Öyle ki bir seyirci ona baktığında gerçekliği incelemek ya da yeniden keşfetmek yerine, zaten düşünegeldiği şeyin doğrulandığını hissedecektir” der.
Basında, medya ve reklamlardaki klişe fotoğraflar çoğunlukla stereotip kullanımlarında karşımıza çıkar.
Stereotip nedir
Stereotip terimi; ilk kez Amerikalı gazeteci yazar Walter Lippmann (1889 – 1974) tarafından 1922 yılında yazdığı “Public Opinion” (Kamuoyu) isimli kitabında kafamızda çizdiğimiz imajlara işaret etmek üzere ortaya atılmıştır. Lippmann dünyadaki her şeyi özgün ve ayrıntılı şekilde görme ve anlamlandırma çabasının oldukça yorucu olduğunu; sonsuz değişkenlerle dolu karmaşık dış dünyayla kolayca başa çıkabilmek için çevremizdekileri daha basit tanımlarla ilişkilendirme ve kategorize etme ihtiyacı duyduğumuzu öne sürer. Stereotipler (kalıp yargılar) bu ihtiyacın bir ürünüdür.
Stereotip terimi; diğer insanları içine yerleştirdiğimiz kategorileri ifade etmektedir. Bu çerçevede stereotipler; diğer bir bireyi veya bireyler grubunu tanımlamak için kullandığımız basitleştirilmiş ve yaygın inançlara dayanan betimleyici şemalardır. Bireysel farklılıkları dikkate almayan; belirli bir sosyal kategori içindeki insanlar hakkında oluşturulan inanç kalıplarıdır. Sıklıkla cinsiyet, milliyet, din, meslek, azınlık grupları gibi sosyal grupları kategorize etmek için kullanılır.
Lippmann’ın ifadesiyle bir dış dünya bir de bu dış dünyaya yönelik kafamızda çizdiğimiz imajlar vardır. Zihnimizde oluşturduğumuz kategoriler ve şemalar kafamızdaki imajları belirler.
(Örneğin: erkekler güçlüdür, tamirat yapar, maç seyretmekten hoşlanır; kadınlar duygusaldır, ev işlerini yapar, alışverişten hoşlanır; zencilerin sesi güzeldir, atletiktir ve iyi koşar; sanatçılar marjinaldir; Türk erkekleri bıyıklıdır; Fransızlar romantiktir; kız çocukları pembe renkten hoşlanır, oyuncak bebekle oynar, vb.)
Amerikalı psikolog Gordon Willard Allport (1897 – 1967) Lippmann’ın ortaya koyduğu bu kavram ve fikirleri 1954 yılında yazdığı “Nature of Prejudice” (Önyargının Doğası) isimli kitabında biraz daha geliştirir. Çevremizdeki her varlığın belirli özelliklerini ön plana çıkartarak kategorize ettiğimizi; bu kategorilerin ise “önyargılara” zemin oluşturduğunu söyler. Allport’a göre hayatımızı kolaylaştırmak için bu zihinsel kategorize etme sürecinden uzak durmamız mümkün değildir. Yaşadığımız çevreyi kategorize etmek hayatımızı kolaylaştırmakla birlikte, önyargıların da oluşmasına neden olur. İnsanları gruplayarak o gruplara birtakım genelleştirilmiş özellikler yüklemek; onların objektif olarak değerlendirilmesine engel olmaktadır ve çoğu zaman adil olmayan, hoşgörüsüz, olumsuz duygu ve düşünceler geliştirilmesine de neden olur.
Kendi çevremizi gözlemleyerek değil toplumsal genellemelere göre tanımlamaya daha eğilimliyizdir. Kişi birçok şeyi yaşayarak tecrübe etmeden önce onları zihninde canlandırır ve bu kalıp yargılar ve önyargılar; eğitim kişiye kesin bir farkındalık sağlamadıkça, algılamanın bütün sürecine hükmeder.
Fotoğrafta stereotiplerin kullanımı
Medya ve Reklam
Toplumun genelinde kabul görmüş olan kalıp yargılar, iletişim açısından çok önemli bir uzlaşı kolaylığı içermektedir. Bu nedenle sanatsal çalışmalarda bir gösterge olarak kullanımının yanı sıra özellikle mesaj aktarımının önemli olduğu tüm medyalarda (sinema, reklam-tanıtım, propaganda, vb.) toplumsal stereotipler sıkça kullanılmaktadır.
Özellikle reklam ve politik propaganda fotoğraflarında stereotiplerin kullanımı toplumun geniş kesimlerine hitap edebilmek, hedef kitlelere erişebilmek ve kolay yoldan anlaşılır olmak açısından büyük rahatlık sağlamaktadır. Reklamlarda stereotip figürler, belirli bir demografiye mal satmak için yaygın olarak kullanılır.
Cinsiyete dayalı toplumsal roller reklamlarda en çok kullanılan stereotiplerin başında gelir.
Örneğin; titiz, fedakar, ev işlerinden sorumlu anne figürü; aktif iş hayatında fiziksel bakımına dikkat eden çalışan kadın figürü; özgür genç figürü; sportmen, güçlü ve çekici genç erkek figürü; zevk ve prestij sahibi yetişkin erkek figürü gibi toplumsal cinsiyet ve rolleri sahiplenen reklamların amacı hedef kitlelerine kolay yoldan ulaşmak ve ürün tanıtımlarındaki mesajları rahatça aktarmaktır. Medyadaki bu betimlemeler, toplumda yeni stereotip tanımların oluşmasına, sürdürülmesine ya da değişmesine de hizmet eder.
Reklamlar, tanıtımını yaptığı ürünle birlikte, tüketiciye bir yaşam tarzı ve bir davranış biçimini de tarif etmektedir. Çoğu reklamda erkek egemen bakış açısının hakim olduğu stereotip aile yaşantıları, kadın-erkek ilişkileri ve sosyal yaşantılar tariflenmektedir. Reklamlarda kadın figürü hem bir araç, hem de ana hedef kitle olarak en önemli unsurdur. Erkeğe göre tüketimle daha çok özdeşleştirildiği için reklamların ana hedef kitlesi kadınlardır.
Kadınlar, ideal olarak tariflenmiş kadın figürüne sahip olmayı hedeflerken bu amaçla hem kendisi, hem evi, hem de çocukları için sürekli mal ve hizmet satın alırlar. Bunun yanı sıra toplumun diğer üyeleri olan erkeklere de satın alma eylemi yaptıracak olan yine kadınlardır.
Reklamlar, toplumsal stereotipleri ve rolleri destekleyen bir yaşam tarzını öngörür. Reklamlarda yer alan kadın karakterleri genellikle ya iyi bir anne ve eş, veya genç-güzel ve çekici bir kadın olarak yansıtılmaktadır. Kadın, iyi bir anne ve eş olarak geleneksel, muhafazakâr yapının devamını sağlayan en önemli unsurdur. Kadın genellikle mutfak, banyo, temizlik, yemek yapma, çocuk bakımı gibi ev içi işlerle ilgilenen; maddi ve manevi olarak eşinden beslenen bir varlık olarak sunulmaktadır. Bir diğer sunum ise erkeğin beğenisini elde edebilecek şekilde kadının cinsiyetine ve dişiliğine vurgu yapan çekici kadın figürüdür.
Değişen toplumsal özelliklerle beraber, anne veya çekici kadın imajlarının dışında, süper kadın olarak tanımlanan yeni bir stereotip kadın figürü daha ortaya çıkmıştır. Reklamlarda bu süper kadın hem evdeki hem de işyerindeki işleri halleden; bağımsızlığını ve kendine olan güvenini kullandığı ürünlere borçlu olan eğitimli, özgür ve modern kadın figürü olarak tariflenir.
Öyle ya da böyle, tüm reklamların temel amacı kapitalist düzenin gerektirdiği meta fetişi ve tüketim odaklılıktır, bu yolda hedef kitlesinin sahip olduğu stereotip nitelikler reklamların en güçlü silahıdır.
Benzer şekilde; propaganda ve tanıtım amacıyla kullanılan siyasetçi fotoğrafları için de stereotip nitelikler çok önemli araçlardır. Seçim kampanyalarının hareketlendiği zamanlarda tüm propaganda ve tanıtım fotoğraflarında siyasetçilerin toplum üzerinde olumlu etki yaratacağı düşünülen nitelikleri (çalışkan, barışçıl, eşitlikçi, toplumun içinden, ümit vadeden, vb.) önplana çıkartılır.
Bu konuda Hitler’in bile propaganda amaçlı fotoğraflar sayesinde kitleleri etkilemiş olması açık bir kanıttır. Mehmet Ergüven (1947-), “Görmece” isimli kitabının ‘Önder Nasıl Görünmeli?’ başlıklı yazısında şunları söyler: “Hitler tüm zamanların en büyük imaj dehasıdır aslında; çoluk çocuk demeden milyonlarca masum insanı gaz odalarında öldürürken, piyasada elden ele dolaşan kartpostallarda sevecen baba rolünde görürüz onu… Führer’in sevgi gösterisi, insan soyunu topyekün ortadan kaldırmayı hedefleyen sinsi bir oyun, kanlı bir tuzaktır aslında…”
Popüler kültürün yarattığı rollerin ve kimliklerin sorgulanması
İletişimsel avantajını bir kenara bırakacak olursak, toplumsal stereotiplerin tektipleştirici, önyargı oluşturan ve ayrımcılık içeren yapısına tepki gösteren sanatsal içerikli çalışmalar da bulunmaktadır.
İtalyan fotoğrafçı Oliviero Toscani (1942-)’nin 1991 yılında Benetton tanıtım kampanyası için kullandığı anti-stereotip ve önyargı karşıtı görüntüler reklam dünyasında adından uzun süre bahsettirmişti. Stereotip kavramına ilişkin oluşturduğu bu sansasyonel görüntülerdeki fotoğraflar; ırk ve cinsiyet ayrımcılığı üzerine toplumsal mesajlar da içermekteydi.
Alman fotoğrafçı August Sander’in (1876-1964) Alman toplumunda bulunabilecek her türlü tip, toplumsal sınıf, alt sınıf, meslek, iş ve imtiyazı temsil edecek arketipler bulmak amacıyla yaptığı fotoğraf çalışmasının fotoğraf tarihinde önemli bir yeri vardır. John Berger; Sander’in bu çalışması arasında yer alan, üç genç köylüyü akşamüstü dansa giderken gösteren meşhur fotoğrafını “O An’a Adanmış” (Drawn to that Moment) isimli kitabında incelemişti. Berger bu kitabında fotoğraftaki bir tek şeyle ilgilenmekteydi: takım elbiselerle.
Berger bedensel emekle çalışan bu üç gencin üzerinde takım elbiselerinin eğreti durduğundan, ne var ki gençlerin toplumsal bir üst sınıfa benzeme arzusu nedeniyle eğlenmeye giderken takım elbise giymek gerektiğine inandığından bahseder. Sebebini şu şekilde açıklar: “Bugün bildiğimiz haliyle takım elbise, 19.yüzyılın sonlarında, Avrupa’da profesyonel bir yönetici sınıfın kıyafeti olarak ortaya çıktı. Neredeyse üniforma kadar kişiliksiz olan takım elbise, salt masa başı iktidarını yücelten ilk yönetici sınıf kıyafetiydi. Takım elbise konuşma ve masa başı soyut hesaplamalar için tasarlanmıştı. (Bu kıyafet ata binme, avlanma, dansetme ve düello için yapılmış önceki üst sınıf giysilerinden çok uzaktır.) Takım elbise canlı hareketleri engelleyen, ayrıca hareketin buruşturduğu, kırıştırdığı, bozduğu bir kıyafettir. Bedensel karşıtlık çok açıktır. Çabayla bütünleşmiş, geniş hareketlere alışık bedenler ile; oturmayı, farklılığı ve çabasızlığı yücelten giysiler. Ama kimse bu genç köylüleri takım elbise almaya zorlamış değildir; dansa gitmekte olan üçlünün giysilerinden açıkça gurur duydukları da ortadadır.
Köylüler -daha farklı bir yolla da kentli işçiler- takım elbiseye yönelmeye ikna edilmişlerdir. Reklamlarla. Fotoğraflarla. Yeni kitle iletişim araçlarıyla. Satıcılarla. Örneklerle.”
John Berger ile İsviçreli fotoğrafçı Jean Mohr’un (1925-) birlikte hazırladıkları “Anlatmanın Başka Bir Biçimi” (Another Way of Telling) isimli kitabın bir bölümünde Mohr; bir süre Marcel isimli yaşlı bir dağ köylüsünün gündelik hayatını fotoğraflamış. Marcel’in bakımını üstlendiği inekleri otlatırken, sağarken, ahırda çalışırken ve kırlarda dinlenirken fotoğraflarını çeken Mohr’un, kitapta Marcel’le ilgili paylaştığı son cümleler ve son fotoğraf şu şekilde:
“…Bir sonraki pazar günü sabahın erken saatlerinde Marcel kapıyı çaldı. Temiz, yeni ütülenmiş siyah bir gömlek giymişti. Saçları özenle taranmıştı. Tıraş olmuştu. “Zamanı geldi,” dedi bana, “büstümü çekmek için. Şuraya kadar!” Bir eliyle bel hizasını gösterdi. Gösterdiği çizginin altında, çalışma pantolonu ve tezeğe bulanmış botları vardı. Pazar olsun ya da olmasın, hala bakmak zorunda olduğu elli inek vardı. Mutfağın ortasında durdu ve portresini çekecek olan fotoğraf makinesine konsantre oldu.
Tüm detayları kendisinin seçtiği bu portreyi gördüğünde, bir tür rahatlama ile şunu söyledi: “İşte şimdi benim torunlarımın torunları benim nasıl bir adam olduğumu bilecekler.”
Günümüzde sosyal medyada paylaşılan selfilerde de benzer bir yaklaşım içinde değil miyiz?
Gerçekte kendimiz olanı değil, toplumda değer gördüğünü ve beğeni kazanacağını düşündüğümüz kalıplaşmış pozları paylaşmayı tercih etmiyor muyuz?
Medyada yer alan görsel stereotiplerin ideolojik olduğunu; izleyicinin bu tür imgelerle asimile edildiğini düşünen kimi sanatçılar, özellikle popüler kültür içindeki stereotip tanımlamaları ve toplumsal rolleri sorguladılar.
Maud Fernhout (1996-) isimli genç bir Hollandalı fotoğrafçı cinsiyet stereotipleri üzerine yaptığı çalışmada (What Real Men Cry Like / What Real Women Laugh Like) ‘erkekler ağlamaz’ veya ‘kadınlara kahkaha atmak yakışmaz’ tarzındaki kalıp yargıları sorgulamış.
Fotoğrafçı, sosyal medyadaki kişisel fotoğraf paylaşımlarında maskülen görünmeye ve duygularını gizlemeye çalışan erkekler ile baştan çıkarıcı gözükmeye çalışan kadınların aslında toplumun tariflediği bir maske taktıklarını; gerçekte erkeklerin de ağladıklarını ve kadınların sadece gülümsemek yerine ağız dolusu kahkaha da attıklarını söylüyor.
ABD’li sanatçı Barbara Kruger (1945-)’in, popüler kültürün cinsiyet ayrımcı tavrını sorgulayan ve tüketim kültürünü eleştiren çalışmaları bulunmaktadır. Sanatçı, erkek egemen medyanın yarattığı kadın stereotipleri üzerinden erkek bakışının şekillendirdiği dünyada kadın olmanın anlamını sorgulamıştır.
ABD’li sanatçı Cindy Sherman (1954-) henüz 23 yaşında hazırladığı İsimsiz Film Kareleri (Untitled Film Stills) adlı çalışması ile tüm zamanların fotoğraf dehaları arasında yer almıştır.
Her karede farklı bir kılığa büründüğü, hiçbir zaman çekilmemiş filmlerin karelerinden oluşan çalışmasında popüler kültürün şekillendirdiği kadın imgesini, toplum ve medya içinde kadının yerini (klişeleşmiş basmakalıp karakterleri, kadın stereotiplerini) sorgulamıştır. Bu stereotipler Sherman’ın kadınları nasıl gördüğünü değil, erkeklerin kadınları nasıl gördüğünü yansıtır.
Bu fotoğraflarla izleyiciye kimliğin ne kadar kaygan bir zeminde kurulan ve bozulan bir olgu olduğunu gösterir.
Halil Altındere (1971-), politik, sosyal ve kültürel kodları manipüle eden, devletin resmi materyallerini (kimlik kartı, banknot, pul, vb.) yeniden tanımlayan / tartışmaya açan çalışmalarıyla gündeme geldi. Türkiye’nin derin mevzularına eğilerek; kültürel kimlik, otoriter yapı ve milliyetçi ideolojilerin eleştirisine yoğunlaştı. Yakın dönem çalışmalarında, gündelik yaşam içindeki sıra dışı ancak olağan görünen durumlar, gelenekle modernite, altkültürler, azınlıklar, marjinaller, kenara itilmişler, pop ikonlar ve kült karakterler üzerine eğilmektedir. “My mother likes Pop Art, because Pop Art is colorful” ve “Hemşire” isimli fotoğraflarında olduğu gibi benzeri çalışmalarında sosyal ve kültürel kodlara ilişkin ifadeleri yer almaktadır.
Ayrımcılığa karşı duruş
Feminist Sanat
1968 sonrası karşı kültürcü eleştiri geleneğinden doğan, aktif bir azınlık hareketi olan Feminizm, dinin ve toplumsal muhafazakarlığın boyunduruğundaki yerleşik, erkek egemen kadın algılarına, kadının görsel ideoloji içindeki konumuna karşı bir direniştir. Bu direniş, kadının bir tutku ve zevk nesnesi olmasına, kadının metalaştırılmasına bir başkaldırıyı da içerir. Çağdaş Dönemde Avrupa toplumlarında egemen bir değer haline gelmiştir.
Erkek üzerinden kadına dayatılanları; kadınların erkek dünyasına hizmet etmesini; küçük yaşta zorla evlendirilenleri; evdeki baskı ve şiddeti; kadının bir kocaya veya babaya ait olarak var olabilmesini; kadının toplumda ikinci sınıf bir kesim olmasını kabullenmek Batı’da artık mümkün değildir.
1960’lı yıllardan itibaren bu anlayışla doğmuş ve beslenmiş olan Feminist Sanat; modernizmin erkek egemen sanatına karşı çıkmıştır. Başta eğitim olmak üzere kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmayışına dikkat çeken; kadının geleneksel rolünün ardındaki dayatmaları açığa çıkartmayı amaçlayan eserler verilmiştir.
Bahamalı sanatçı Janine Antoni (1964-)’nin, kendi anne ve babasını kullanarak oluşturduğu çalışmada; makyaj, peruk ve kıyafetler aracılığıyla babasının annesine ve annesinin babasına benzemesini sağladı. Klasik portre pozları ile oluşturduğu bu triptik fotoğrafta anne rolüne giren baba ve baba rolüne giren anne imgeleriyle toplumsal cinsiyet ayrımlarını tersine çevirmeyi amaçladı.
Amerika’da yaşayan İran’lı görsel sanatçı Shirin Neshat (1957-) ‘ın “Women of Allah” serisinde görülen tema Ortadoğu kadınlarının bedenlerinin maruz kaldığı toplum ve erkek hegemonyasıyla mücadelesidir. Siyah beyaz görüntülerde, çarşaflı kadın figürünün görünür bölgeleri İran’lı feminist şairlerin dizeleri ile kaplıdır. Görünür bölgelerdeki yazılar kadın vücudunun sınırlarına işaret eder. Fotoğraflar toplumun kadın üzerinde doğurduğu baskının bir dışavurumudur. Kadına eşlik eden silahlar ortadoğu kadınının savunma güdüsünü temsil etmektedir. Neshat’ın savunuculuğunu yaptığı feminizm tarzı, batı dünyasının feminizminden daha farklıdır, İslami feminizm meselesi batı feminizminden daha karmaşıktır ve Neshat’ın fotoğrafları bu konuda düşünmek için yeni bir yol açar.
Kimlik sorunu odaklı çalışmalar
20.yüzyılın ikinci yarısında postmodern dünya siyasetinin gündemine yerleşen çokkültürcülük (dil, din, ırk, kültür farklılıklarına saygı ve hak talep etme) eğilimiyle birlikte; Batı dünyasının açık ya da örtük ayrımcı politikalarını görünür kılmak birçok sanatçının da çalışmasına konu oluşturmuştur. Ötekileştirilmiş kesimlerin ve kendini temsil olanağı bulamayan azınlıkların kimlik sorununa odaklanan yapıtlar; 1980’lerden itibaren Batı sanatının sergilendiği ortamlara girmeye başlamıştır. Özellikle ABD’de zenci veya Latin kökenlilere yönelik ırkçılığa, ayrımcılığa ve melezlere yönelik önyargılara dikkat çeken çalışmalar ve performans gösterileri yapılmıştır.
Amerika’lı fotoğrafçı Joel Pares, kendimizden farklı insan gruplarına karşı sahip olduğumuz olumsuz önyargıları sorgulayan bir fotoğraf dizisi oluşturmuştur. Etnik kökeninden dolayı meslekleri, cinsel yönelimleri, vb. yanlış değerlendirmelerin yapılabildiğini göstermek amacıyla aynı kişinin önce en basmakalıp ve dargörüşlü algılanmasını sağlayan bir görüntüsünü, ardından ırksal stereotipleri ortadan kaldırarak aslında kim olduğuna ilişkin bilgiler içeren görüntüleri bir arada sunar. Bir gangster Harvard mezunu bir işadamına, bir bahçıvan bir şirket CEO’suna dönüşebilmektedir.
Amerika’daki doğuştan gelen önyargılara eleştirel bir bakış getiren çalışmanın anafikri: tüm siyah erkekler gangster değildir, tüm Meksikalılar işçi değildir, tüm ortadoğulular terörist değildir, tüm uzakdoğulu kadınlar hayatkadını değildir, vb. Bunun yerine, her bir bireyin bir diğeri kadar potansiyele sahip olduğu gerçeğine dikkat çeker.
Yalnızca kadın olmanın değil, zenci kadın olmanın da Amerikan toplumundaki yansımalarının irdelenmesi açısından Carrie Mae Weems (1953 – ) akla gelen ilk sanatçılar arasındadır.
Çağdaş Amerikalı sanatçılar arasında en etkileyicilerinden biri olarak kabul edilen Carrie Mae Weems; fotoğraf, metin, ses, kumaş, görüntü ve video gibi birçok unsuru birlikte kullandığı çalışmalarında kültürel kimlik, cinsiyetçilik, toplumsal sınıf, aile ilişkileri ve siyasi sistemler gibi birçok konuda eleştirel ürünler ortaya koymuştur. Kendisi de Afro-Amerikalı bir kadın olan Weems; fotografik çalışmalarında olumsuz stereotip düşünceler yayan sesli formları (ırkçı şakalar, şarkılar, vb.) kullanarak toplumsal önyargılara vurgu yapmıştır. Weems bunun yanısıra toplumsal cinsiyet meselesi dediği; kadınlarla erkekler, kadınlarla kadınlar ve kadınlarla çocukları arasındaki meseleleri ve gerilimleri de çalışmalarına konu etmiştir.
1987’de -fotoğraf kariyerinin başlangıcında- “Şaka Yapmıyorum” (Ain’t Jokin’) isimli ikinci projesinde, Carrie Mae Weems, izleyicileri ırkçı Afro-Amerikan stereotipleriyle yüzleştirdi. “Tavuklu Siyah Kadın”, “Karpuz Tutan Siyah Adam” ve “Siyah Bir Kişiye Veremediğiniz Üç Şey Nedir?” gibi başlıklarla sunduğu siyah beyaz fotoğraflarında Weems, ayrımcılığın karşısına hiciv koydu.
1987-1990 arasında çekmiş olduğu fotoğraflardan oluşturduğu “Colored People Grid” (Renkli İnsanlar Izgarası) çalışmasında 11 Afro – Amerikalı ergen erkek ve kız portresini, 31 monokromatik panel arasına düzensiz bir sırada dizerek geniş ölçekli bir tablo ortaya çıkartmış. Weems’in ifadesiyle ergenlik çağındaki gençler “masumiyetlerinin kaybolmaya başladığı, ırkçı unsurların sizi etkilemeye başladığı” yaşlardalar. Böylece Kafkasyalı ten rengine sahip olmayan kişilere atıfta bulunmak için 19.yüzyıldan başlayıp 1960’lara dek yaygın olarak kullanılan bir terimi içeren Renkli İnsanlar başlıklı çalışmasında renk kavramına ve ten rengine dayalı ayrımcılığa gönderme yapıyor. Izgara yapısındaki her bir görüntü biriminin eşit boyutlara sahip olması, portreler ve aralardaki sembolik monokromatik panellerin eşit görsel ağırlığa sahip olması ve panellerin öngörülmeyen aralıklarda dizilmiş olması hiyerarşik bir yapıyı açıkça reddetmektedir.
Carrie Mae Weems’in “Mutfak Masası” (The Kitchen Table) isimli fotoğraf serisi: kadın olmanın ne anlama geldiğini, kadın ve erkek arasındaki, kadınlar ve çocukları arasındaki, kadınlar ve kızları arasındaki, kadınlar ve kız arkadaşları arasındaki ilişkileri sorgulamaktadır. Bu amaçla aynı mutfak masası etrafında çeşitli figürleri fotoğraflamıştır. Weems, daha önceden aile üzerine yapılmış, özellikle siyah ailelerin çoğu görüntülerinin tamamen basmakalıp olduğunu; bu serisindeki fotoğrafların balyoz etkisi yapan değil, ancak izleyicilerin bu ilişkiler arasındaki karmaşık ilişkilere dair derin anlamlar bulmasını hedeflediğini belirtmiştir.
Jamaica’lı sanatçı Renee Cox (1960-) fotoğraflarında kendi bedenini kullanarak ırkçı ve cinsiyetçi olarak gördüğü bir toplumu eleştiren, çalışmalarıyla çok tartışma yaratmış Afrikalı-Amerikalı sanatçılardan biridir. Michalengelo’nun David ve The Pieta da dahil bir dizi dini içerikli başyapıt resmini alarak bunları sosyal meseleleri içerecek şekilde çağdaş siyah figürlerle yeniden yorumlamıştır. Bu görüntüler birçok kamu yetkilisini ve din adamını rahatsız etmiştir.
2001 yılında New York’taki Brooklyn Müzesi’nde sergilenen ve en çok tartışma yaratan fotoğrafı, “Yo Mama’nın Son Akşam Yemeği” oldu. Bu, Leonardo da Vinci – Son Akşam Yemeği tablosunun, beyaz olan Judas hariç, tamamı siyah figürlerden oluşan ve İsa’nın yerinde Cox’un çıplak olarak durduğu bir yeniden yorum fotoğrafıdır. Pek çok Katolik din adamı bu fotoğrafla çileden çıkmış; dönemin New York Belediye Başkanı bu tür işlerin kamu fonları alan herhangi bir New York müzesinde sergilenmesinin önüne geçebilmek amacıyla “ahlaki standartları” belirleyecek bir komisyon kurulmasını talep etmiştir.
Cox : “… Hristiyanlık, Afrikalı-Amerikan toplumunda önemli bir kesimin inanışıdır, ama dinsel alanda bizim hiçbir temsilimiz yoktur” der. Amacı dinsel stereotiplere, aynı dine inanan bir toplumun içinde bile etnik ve cinsiyet ayrımcılığının olduğuna dikkat çekmektir.
İpek Duben (1941-) “Türk Nedir” (What’s a Turk?) başlıklı çalışmasında otuz adet kartpostal kullanarak, Türkiye hakkında Batı’nın sahip olduğu kalıpyargıları yorumlayan bir çalışma hazırladı. Her kartpostalın önünde, İstanbul’daki gündelik hayatın bir yönünü temsil eden bir fotoğraf, arka yüzünde yirminci yüzyılda Türkiye’yi ziyaret eden birçok gazetecinin, diplomatın ve yazarın Türkler ve Türkiye izlenimleri hakkında yazıları ve intibaları yer alıyor. Kartpostalların her iki tarafını bir arada görmek, Türk yaşamı hakkında zıt fikirler sunmaktadır. Fotoğraflar İstanbul’daki yaşamın görsel temsilini sağlarken, çoğunlukla ırkçı ve aşağılayıcı bir tarzda yazılmış söz konusu alıntılar Batı düşüncesinde var olan kalıpyargıların da bir kanıtını ortaya koyuyor.
Duben; “What’s a Turk?”ten 10 yıl sonra bir de biz Türkler kendimize nasıl bakıyoruz, kendi içimizde dışladığımız ve ötekileştirdiğimiz insanları nasıl görüyoruz ve bu insanlar kimlerdir diye sorguladığı “Onlar” isimli bir video enstalasyon hazırladı.
Türkiye’de “öteki”lere bakış ve “öteki”nin algısı üzerine hazırladığı bu çalışmada farklı etnik kökenleri, dilleri, inançları ve cinsel yönelimleri olan 24 kişinin anlatıları bir araya gelir. Kürtler, Aleviler, Zazalar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Romanlar, LGBT bireyler ve başörtülü kadınlar ile aile içi şiddete maruz kalan farklı sosyal kesimden kadınların da aralarında olduğu bu kişiler hikayelerini, toplumun kültürel parametreleri içinde kendilerinin nasıl dışlandığını sergi mekanında izleyiciye ve aynı zamanda birbirlerine aktarırlar.
Sonsöz
Fotoğrafın kendi içinde bir takım görsel kuralları vardır. Bu kurallar çerçevesinde fotoğraflanmaya değer görülen konular fotoğrafçılar tarafından kaydedilir. Vizörün arkasından bakan gözün bir de kaydettiği görüntüye ilişkin bir fikri olmalıdır. Fotoğrafçı sahip olduğu bu fikri görüntüsüne bir şekilde yansıtır. Ele alınan konu ve bu konuya ilişkin fotoğrafçının ilettiği fikir daha önceden ne kadar çok üretilmiş ve birçok farklı fotoğrafçı tarafından tekrarlanmışsa, fotoğrafın değeri de aynı oranda azalacaktır. Klişe nitelikli fotoğraflar görsel yönden birbirlerinin neredeyse aynı olması nedeniyle fotoğrafçısının kim olduğunun önemi kalmaz, fotoğraf anonimleşir. Bunun yanı sıra genel geçer bir beğeni anlayışı taşıyan bu görüntüler, aslında tüketim toplumu yapısına uygundur. Birçok amatör fotoğrafçı çevresinde görüp beğendiği fotoğrafı kendisi de çekmek ister, fotoğraf makine satışlarının arkasında bu arzu önemli bir yer tutar. Amatör fotoğraf dergileri ve fotoğraf yarışmaları, bu genel geçer beğeni kriterlerini destekler. Ne var ki özgünlük ve yaratıcılık açısından zayıf olan klişe fotoğraflar çoğu zaman tek başına sanatsal yönden yetersiz kalır.
Ancak fotoğraflanan konu ne kadar tekrar etmiş olursa olsun, fotoğrafçı kendi özgün söylemini görüntüye aktarabildiği sürece klişe nitelikli bir konu bile klişe olmayacaktır. Salt biçimsel ve teknik nitelikten oluşmayan; anlam kaygısı ve bir söylem içeren fotoğraflar diğerlerinden ayrışacaktır. Çünkü dil toplumsaldır, ancak söylem bireyseldir. Aynı yazılı metinlerde olduğu gibi, alfabe ve tema aynı bile olsa; fotoğrafçının konuyu aktarış biçimi özgünlüğü sağlayacaktır.
Fotoğrafla bir söylem oluştururken, toplumsal uzlaşılar ve kalıplaşmış fikirler mesajın daha anlaşılır olmasına imkan tanır. Toplumsal stereotipler bu kalıplaşmış yapıları oluşturur. Bu nedenle, mesajın hedef kitleye ulaşması ve doğru anlaşılmasının önemli olduğu reklam ve medya görüntüleri için stereotip kullanımı önemli ve vazgeçilmez bir araçtır. Ne var ki iletişim açısından etkili olan stereotipler bireysel farklılıkları gözardı eden, ayrımcı potansiyel yapısı nedeniyle olumsuz önyargıları da beraberinde taşır.
Sanatın birçok işlevi vardır. Dünyadaki güzellikleri göstermek, estetik haz vermek gibi klasik işlevinin yanı sıra; toplumsal sorunları ortaya koymak, bu yönde sorular ortaya atmak ve toplumsal bilinci yükseltmek gibi çağdaş bir işlevi de bulunur.
Stereotiplerin tektipleştirdiği toplumsal roller ve toplumsal ayrımcılık sorunlarıyla uğraşan, bunları çalışmalarına konu edinen birçok sanatçı bu sorunları dile getirmekte, toplumsal dönüşüme katkı sağlamaktadır.
Cengiz ENGİN
Kontrast Sayı 53, Yaz 2018