Mültecilik sadece hukuki bir statü olarak vatandaşlığın yitirilmesi değil, aynı zamanda içine doğulan siyasi topluluğun, ulusal kimliğin de kaybı demektir.
Mülteci çalışmaları alanı, insan haklarının en politik konularından birini oluşturur. Çünkü mültecilik, insanın vatandaşı olduğu toprakları zulüm tehdidi nedeniyle terk etmesi sonucu tüm haklarını yitirdiği ve insanlığın korumasına ihtiyaç duyduğu bir duruma işaret eder. Bugün kabul gören ve temelleri 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne uzanan insan hakları anlayışına göre, herkesin sırf insan olmaktan kaynaklanan, doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez ve devredilemez birtakım hakları vardır. Devletler vatandaş olsun ya da olmasın egemenlik yetkisi altındaki herkes için bu hakları sağlamak, korumak ve gerçekleştirmekle yükümlüdür. II. Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi tarafından uluslararası sözleşmeler yoluyla oluşturulan insan hakları mekanizmaları, bu anlayışın bir devamı olarak ulus-üstü düzeyde temel hak ve özgürlüklerin korunması amacını taşır. Böylece ulus-devlet sistemi içerisinde yaşayan ama vatandaş olmayan göçmenler, mülteciler ve vatansızlar da bu haklardan yararlanabilecek ve içinde yaşadıkları devlet haklarını ihlâl ettiğinde ulus-üstü koruma mekanizmalarına başvurabilecektir.
Temel hak ve özgürlüklerin anayasalar dışında uluslararası sözleşmeler yoluyla ‘herkes’ için korunur hale gelmesi, teoride vatandaşlık kurumunun önemini yitirdiği ve artık günümüzde kaynağını insan hakları anlayışından alan bir ulus-ötesi üyelik modelinden söz edebileceğimiz tartışmalarına yol açmıştır. İşte bu iddianın doğruluğunu bize kanıtlayacak olan, içinde yaşadığı ulus-devletin koruması dışında kalan ve söz konusu insan hakları anlayışının çizdiği çerçevede temel haklarına tekrar kavuşabilmek için başvurabileceği insanlıktan başka hiçbir şeyi kalmayanlar, diğer bir deyişle mültecilerdir. Mültecilik sadece hukuki bir statü olarak vatandaşlığın yitirilmesi değil, aynı zamanda içine doğulan siyasi topluluğun, ulusal kimliğin de kaybı demektir. Tam da bu nedenle, başka bir ülkenin hukuki korumasından yararlanmak için sığınma talebinde bulunanlar açısından travmatik bir sürece işaret eder. Mültecinin sığınma talebinde bulunduğu devlet de aslında onun toplumsal ve siyasal yapıya bir tehdit oluşturmayacağı varsayımından hareket eder. Vatandaşlık bağıyla bağlı olduğu siyasi topluluğu terk etmek zorunda kalan mülteci, insan haklarına tekrar kavuşabilmek için önce başka bir siyasi topluluk tarafından kabul edilmelidir. Ulusüstü insan hakları mekanizmalarının koruduğu temel hak ve özgürlükler, henüz bir dünya devletinden söz edemeyeceğimiz için, ancak yine bir ulus-devlet içerisinde gerçekleştirilebilir. Hannah Arendt’in (1949) “İnsan Haklarının Paradoksu” olarak tanımladığı bu durum, kişinin insan haklarını yitirmesinin ya da mülteci haline gelmesinin, onu tam da bu bahsettiğimiz insan hakları anlayışının tarif ettiği durum içerisine soktuğunu, ama onu burada bu soyut kutsal insanlığından başka aslında hiçbir şeyin beklemediğini bize anlatır. Arendt’e göre, kişi, insan olmanın temel niteliği olan insan onurunu yitirmeden de insan haklarını yitirebilir. Sadece üyesi olduğu siyasi topluluğu yitirmek kişiyi, insan haklarının dayanağı sayılan insanlıktan çıkarmaya yeter. Bu nedenle de soyut bir insan hakları anlayışındansa ‘haklara sahip olma hakkını’, diğer bir deyişle siyasi bir topluluğun üyesi olma hakkını savunmamız gerekir. [1]
Bugün ülkesindeki savaş ve şiddetten kaçarak komşu devletin sınırlarında koruma arayan ya da denizde lastik bir botla karşı kıyıya çıkmaya çalışan sığınmacıların yaşadığı durum tam da budur. O sınır noktasında, denizde bot üstünde ya da karada bir tır kasasında sığınacak çıplak insanlıklarından başka hiçbir şeyleri yoktur mültecilerin. Ne zaman ki varmak istedikleri ülke önce onları topraklarından içeri kabul eder ve sonra hukuki bir statü tanıyıp, o siyasi topluluğun bir parçası kılar, işte o zaman mülteciler ayrıldıkları ülkeleri ile birlikte kaybettikleri insan haklarına da tekrar kavuşmuş olurlar. Ancak sözleşmelerle korunan uluslararası hukuka bakacak olursak, mülteciler açısından korunan bir sığınma hakkından söz etmemiz mümkün değildir. Arendt’in bundan yarım yüzyıl önce işaret ettiği gibi insan haklarına en çok ihtiyacı olanlar bu hakları en az gerçekleştirebilme ihtimali olanlardır. II. Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler’in temellerini attığı insan hakları anlayışını temsil eden en temel belge, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre; herkesin sığınma arama ve başka ülkelerin korumasından yararlanma hakkı vardır ama buna karşılık, devletlerin hukukça tanımlanmış bir koruma sağlama ödevi yoktur.
Uluslararası insan hakları hukukunda mültecinin tanımını yapan ve uluslararası korumaya dair en temel ilkeleri içeren 1951 tarihli “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme” de, devletlere, mültecilere koruma sağlama konusunda herhangi bir sorumluluk yüklemez. Mültecilik ve sığınma hakkı arasında kurulabilecek tek bağlantı, sözleşmenin 33. maddesinde düzenlenen geri göndermeme ilkesidir. Bu ilke zamanla uluslararası teamül hukukunun bir parçası haline gelmiş ve sözleşmeye taraf olmayan devletler açısından da bağlayıcılık kazanmıştır. Söz konusu ilkeye göre, mülteciler her ne şekilde olursa olsun zulüm görecekleri bir ülkeye geri gönderilemezler. Ancak bu noktada mülteci ve sığınmacı arasındaki ayrıma dikkat etmemiz gerekir. Sığınmacı terimi; sınır geçmiş, başka bir ülkeden sığınma talep etmiş ama henüz mülteci statüsü kazanmamış kişiler için kullanılır. Geri göndermeme ilkesinin geçerli olabilmesi için sığınmacının başka bir ülke toprağına adım atmış ve talepte bulunmuş olması gerekir. Bugün içinde yaşadığımız dönemde devletlerin izlediği sıkı sınır koruma politikaları, sığınmacıları düzensiz göçmene çevirerek daha sınırda uluslararası korumaya erişimlerine engel olmaktadır. Aslında uluslararası mülteci hukuku devletlerin göç kontrolü üzerindeki egemen gücü ile insanların mevcut uluslararası koruma ihtiyacı arasında bir uzlaşma aracıdır. 1951 Sözleşmesi, statü belirleme işlemleri konusunda sessiz kalarak, bu konuyu devletlerin egemenlik yetkisine bırakmıştır. Bu anlamda devletler sadece koruma sağlayıp sağlamamaya değil, kendi topraklarında mültecilik statüsünden ne şekilde yararlanılacağını da belirlemeye yetkilidir.
1951 Sözleşmesi, Soğuk Savaş döneminde iki farklı siyasi kampın güç mücadelesi sonucu Avrupa merkezli hazırlanmış bir metindir. Sözleşme uluslararası korumayı coğrafi olarak Avrupa, zamansal olarak da 1951 yılı öncesinde meydana gelen olaylarla sınırlı tutmuştur. 1967 yılında kabul edilen ek bir protokolle zamansal sınırlama tamamen kaldırılmış olsa da imzacı ülkelere coğrafi olarak sözleşmenin uygulamasını Avrupa ile sınırlı tutma seçeneği tanınmıştır. Sözleşmeye bu coğrafi sınırlama ile taraf olan dünyadaki üç ülkeden biri de Türkiye’dir (Diğer iki ülke ise Madagaskar ve Kongo’dur.). Türkiye’nin sözleşmeye taraf olduğu 1961 yılından beri ülkedeki sığınmacıların büyük çoğunluğunu Avrupa dışından gelen İranlılar, Iraklılar ve Afganlar oluşturmuştur. 2011 yılından beri de toplamda bir milyon altı yüz bin Suriyeli sığınmacı Türkiye’den koruma talep etmiştir. [2] Ancak Suriyeliler kitlesel olarak uluslararası korumaya ihtiyaç duyduğundan, hukuki durumları Türkiye’de bireysel statü belirleme prosedürüne tabi diğer sığınmacı gruplarından farklılaşmaktadır. 1951 sözleşmesine göre; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağına dair haklı bir korku taşıyan ve vatandaşı olduğu ülkenin korumasından yararlanmayan veya söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen kişilere bireysel statü belirleme işlemi sonucunda taraf devletler mülteci statüsü tanır. Türkiye, sözleşmeyi coğrafi sınırlama ile uygulamayı tercih ettiğinden bu statüyü sadece Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden gelen sığınmacılara tanımaktadır. Ne var ki uygulamada bu statünün şimdiye kadar kaç kişiye tanındığına dair elimizde net bir bilgi yoktur.
Coğrafi sınırlama nedeniyle Avrupalı başvurucu sayısı az olduğu için Türkiye sözleşmenin uygulanması için bir kanun hazırlama gereği duymamıştır. Hâlbuki sözleşme statü belirleme prosedürünü tamamen taraf ülkelere bıraktığı için sığınmacıların temel hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla bu alanın bir kanunla düzenlenmesi gerekir. Sığınma ve uluslararası koruma alanı bu nedenle Türkiye’de politika düzeyinde bir insan hakları sorunundan ziyade yabancılar hukuku sorunu olarak algılanmış ve geçtiğimiz yıla kadar devlet tarafından bir göç yönetimi politikası inşa edilmemiştir. Bunda, göç politikasının ilk olarak 1934 tarihli İskân Kanunu ile düzenlenmiş olması ve göçün Cumhuriyet’in ilanından sonra bir ulusal kimlik inşa aracı olarak görülmesinin de etkisi büyüktür. 2013 yılı Nisan ayında kabul edilen Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Türkiye’nin bu alanda kabul ettiği ilk kanundur. Ancak bu kanun da coğrafi sınırlama korunarak hazırlandığı için aynı anlayışı devam ettirmiş ve sığınma prosedürünü yabancılar hukuku ile birlikte düzenlemiştir. Bu kanun öncesinde sığınma 1994 yılında hazırlanan bir yönetmelikle yönetiliyordu. 1980’li yılların sonu ile 1990’ların başında Irak’tan, Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçarak sınırlarımıza gelen Kürt mültecilerin durumu o dönem bölgede yaşanan olaylar nedeniyle daha ziyade bir terör ve güvenlik sorunu olarak algılanmış ve hükümet acilen hukuki bir düzenleme yapma gereği duymuştu. Çıkarılan 1994 Yönetmeliği esas olarak kitlesel akınları sınırda durdurmayı ve sığınmacıların sınırı geçmelerini önlemeyi hedef alacak şekilde düzenlenmiştir.
Suriyelilere karşı 2011 yılından beri izlenen açık kapı ve geri göndermeme ilkesini içeren politikanın aksine, 1990’larda Irak’tan gelen mülteciler sınırda durdurulmuş ve daha sonra inşa edilen üç kampta barındırılmıştır. 1992’de Körfez Krizi’nin sona ermesiyle birlikte gelenler Irak’ın kuzeyinde oluşturulan güvenli bölgeye geri gönderilmiştir. Aslında Iraklı mültecilerin o dönem gördüğü muamele, Yugoslavya’da patlak veren iç savaştan kaçarak 1992 ile 1997 yılları arasında Türkiye’den koruma talep eden Bosnalı sığınmacıların durumundan da farklılaşır. Türkiye bu grup için de açık kapı politikasını baştan beri izlemiş ve gelenlerin bir kısmı İskân Kanunu hükümlerinden yararlanarak önce göçmen daha sonra da vatandaşlık statüsü kazanmıştır. Farklı sığınmacı gruplarına karşı Türkiye’nin tarihsel olarak farklılaşan politikası, aslında bu yazı boyunca açıklamaya çalıştığımız uluslararası mülteci hukukunun ilkeleri ile uyumludur. Uluslararası hukuk; devletlere, mülteciler söz konusu olduğunda doğrudan bir kabul ve koruma yükümlülüğü getirmez. Başta da belirttiğimiz gibi mülteci çalışmaları alanı, ülkelerin vatandaşlık ve dolayısıyla da ulusal kimlik siyasetleri ile çok yakından alakalıdır. Ulus-devletler meşruiyetlerini ve devamlılıklarını bu kapanmaya borçludur. Türkiye de kendi toplumsal ve siyasal yapısına tehdit olabileceğini düşündüğü gruplara karşı uluslararası hukuku egemenlik yetkisi dâhilinde farklı yorumlamış ve uygulamıştır. Bu anlamda mültecilik, bize sadece bugünkü insan hakları anlayışının ‘öteki’nin haklarını korumadaki yetersizliğini göstermekle kalmaz, aynı zamanda söz konusu devletin insan haklarına bakışını da yansıtır. Bu minvalde, Türkiye’nin son dönemdeki insan hakları karnesinin pek de parlak olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Kaynaklar
1- Arendt, H. (1948) [1998], Totalitarizmin Kaynakları-2 Emperyalizm, İletişim Yayınları.
2-‘Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler’, Uluslararası Af Örgütü raporu: http://www.amnesty.org.tr/icerik/59/1454/suriye
Cavidan SOYKAN
Ankara Üniversitesi
SBF İnsan Hakları Merkezi
[email protected]
Kontrast Sayı 45, Ocak-Şubat 2015