10 Mayıs 1977’de Ankara’da doğdu. Fotoğraf tutkusu; Afganistan’daki babasına doğumunu müjdelemek amacıyla çekilen fotoğraf için kullanılan makine ile çekim yaparak başladı. Üniversite yıllarında profesyonel fotoğrafçı olmaya karar verip, foto muhabirliği ve tanıtım fotoğrafçılığı yaptı. AFSAD’da eğitmenlik yaptı. Yaşamını, Ankara’da fotoğraf çalışmaları yaparak sürdürmektedir.
Can Gazialem’in fotoğraf hikâyesi nasıl başladı? Öncelikle biraz bundan bahsedelim.
Hemen herkes gibi ilk fotoğraflarımın çekildiği anda. Bu fotoğraflar bir mektup ile Haziran 1977’de, Davuthan yönetiminde tazecik bir cumhuriyetten tekrar monarşiye doğru evrilen Afganistan’daki dört fotoğraftan ibaret ve kuvvetle muhtemel ölmüş olan babama gönderilir. Fotoğrafların arkasına düşülen not: “Bir oğlumuz oldu adını Can ya da Deniz koyacağım. Sevgi ile”.
Fotoğraf tarzlarından hangisi sana daha yakın geliyor; belgesel, kurgu, vs…
Aslında tam olarak yanıtlayabilir miyim bilmiyorum, en yakın hangisi sorusunu. Ama doğa fotoğrafı konusunda çok fazla çalışma yapmadım, onun dışındaki türlerin hepsine temas etmişliğim var. Arada işleri birbirine karıştırmışlığım da var; sandıktaki saklı fotoğrafların arasından, portre fotoğraflarını, doku fotoğraflarıyla harman etmişim. Eksiklik sezmişim; tutmuşum, boyamışım; boyadığım bu kartı zımpara ile aşındırmışım, yakmışım çakmak ile yer yer… Olmamış diye düşünmüş, sandığa kaldırmışım. Belgesel niyeti ile yaptığım çalışmalarımı, üç kontrastla basmışım; itinayla zarflamış duygularımı, düşüncelerimi yazmışım. Mış-mişlerin miktarına bakınca, özetle, o günler hikâyeleştiler zaman içinde.
“Üzülmez” adlı bir belgesel fotoğraf projen var. Bu projeye dair söylemek istediğin birkaç cümle var mıdır?
İyi ki varmış. O olmasaymış ben ne yaparmışım? Çok büyük bir talihti benim açımdan hem orayı görmek, hem de maden işçisi arkadaşlarla tanışmak, aralarına karışmak, dertlerini dinlemek… Projeyi Suderin Murat örgütledi; İşletme müdürü Avni Cinel de destekledi. Avni Cinel’i çalışmalarımızı tamamladığımız sıralarda, uğradığı silahlı saldırı sonucunda kaybettik. Yaptığımız çalışmalardan derleyip toparlayıp bir karma sergi, bir de gösteri ve “hazır galiba” dediğim, sonra da “bakar mısınız” dediğim-iz çalışma. “O olmasaymış ne yaparmışım” kısmı ise fena; sonrasında anlatmaya ve çalışmaya o kadar kaptırdım ki kendimi, derli toplu bir çalışma daha yapamadım.
Bunun dışında belgesel fotoğrafa dair başka projelerin var mı?
Son bir yıldır üzerine çalıştığım ve elbette ki burada bahsetmeyeceğim bir çalışma daha var: Yeni yeni kontak baskılarına bakabilir hale geldim; akışın yönü çıktı bu sene, o yöne doğru kareleri toparlamaya başlayacağım. Artık kaç yılda pişer bilmiyorum ama iki yıl içinde tamam ederim gibi.
Kendi arşivinde farklı üretim teknikleri ile üretilmiş fotoğrafların ve baskıların olduğunu biliyorum. Fotoğraftaki arayış sürecinde, deneysellik senin için ne ifade ediyor?
Biraz önce bahsetmiştim; deneysel, bir disiplin halini aldığı anda deneysellikten kopuyor. Benim fotoğrafın tekniğindeki müdahalelere ilgim hep olmuştu sanırım; ama işin “vay canına” dedirten kısımlarını, Eskişehir’de öğrenciyken kütüphanede elime geçen alternatif fotoğraf kitabından çektirdiğim fotokopileri ufak ufak denemeye başladığımda öğrendim. Aslında iş biraz simyacılığı andırıyor. Kimyasalları okuyup misal, baryumun ateşi görünce yeşile dönmesi fotoğraf kartı yaparken neye neden oluru aklıma getiriyor; sonra öğreniyorum ki, madde zehirli aman. Ama işin aslı şöyle gelişiyor; yolda yürürken çöpe atılmış baryum sülfat paketleri buluyorum; internet aygıtı bu kadar güçlü değil, giriyorum kütüphaneye kimya kitaplarını kurcalıyorum, bilgiye böyle ulaşılıyordu; sanırsınız arkeolojik bir bilgiyi paylaşıyorum şimdi.
Peki, fotoğrafın mutfağı karanlık oda için neler söylersin? Fotoğrafa başladığın ve tekniğini geliştirdiğin dönemleri anlatır mısın?
Pişirdikçe pişiyorsun derim. Fotoğrafa başladığım dönem, hepimizdeki gibi önce çekim tekniğini anlamak ve oturtmakla geçti; çok da uzun sürmedi açıkçası. Sonsuz değişkeni olan yaşama bakarken, dört değişkeni kolayca yorumluyorsun. Zaten işin asıl kısmı da çekimden sonra başlıyor. Doğru filmi seçtin mi? İstediğin gibi geliştirdin mi? Grenliliğe müdahale etmeli mi? Kontrastı nereye doğru yollamalı? Kadraj [“crop” oldu ya onun da adı, hatta daha fenası var kırp] yapmalı mı, yoksa olduğu gibi mi basmalı? vs. vs… Şimdi bir düşünsenize, 1/250 saniyede pozlamışsın; e… şanslısın ya doğru da pozlamışsın, kendine göre… Olay bu mudur? Değildir… Sonra filmi yıkamaya başladığın saniyeden “oh” dediğin ve kartı ellerinin arasına alıp baktığın ana kadar geçen süre, eğer özene bezene çalışmışsan, en az 40 dakika, “1/250 saniyede mi oldu şimdi o fotoğraf?” Tekniğimi geliştirdiğim dönem diyebileceğim dönem, tam da bu sorulara ve o fotoğraflara bu kadar süreleri ayırdığım sıralar. O günlerden bugünlere kadar da kabaca bir tahminle 3000 kare fotoğraf basmışsam, anlatacak çok şey çıkar, yetmez yerimiz. Özetlersem, karanlık oda, karanlıkta tek aydınlık şeyin fotoğraf olduğu yerdir ve bu durum bence çok önemlidir.
“Teknik, içerik, estetik” kavramlarını fotoğraf açısından değerlendirir misin? Senin fotoğraflarında hangisi daha öne çıkıyor?
Çekinerek yanıtlıyorum, içerik. Teknikten kasıt, çoklukla çekim tekniği diye anlaşılıyor; ama bence fotoğrafta teknik haylice ekipman. Binbir zorlukla alınmış 28-105 mm, görece ucuz sayılabilecek bir objektifle keskinlik asla garanti değildir; ama 400 ASA’nın arkasına saklayabilirsiniz bu zaafı. İçerik bence en önemli öge, önemsediğim için de en çok özendiğim kısım o. Ne var kadrajda? Ne kadar hacimle duruyor? Neleri ayıklamalıyım ki o an hissettiğim, düşündüğüm şeylerin tamamı geçsin fotoğrafa, ne eksik ne de fazla…
Estetik ise, en göreceli öge. Bu soruda, fotoğrafta estetik için, estetiği “güzel” olarak algılarsam yanıtlamak için; ne kadar göreceli olduğunu görürüz güzelin. Güzel olan ne? Çekimini yaptığımız şey mi, kişi mi, olay mı, yani içerik mi? Yoksa fotoğrafı sunuş biçimimiz mi, yoksa kuruduğumuz kadrajın güzel olup olmadığı mı? Fotoğrafçı olarak “ben”, güzelin peşinde değilim açıkçası. Estetik ile ilgili olarak ben de soruyorum; fotoğrafta estetik, ameliyattan önce mi yoksa sonra mı diye.
Fotoğraftaki estetiğin belirleyicileri var mı? Ya da estetik fotoğrafın neresinde devreye girmeli?
Elbette vardır ya da yoktur. Bu kadar kesin yargılı bir yanıt çok da mümkün değil bence. Estetik kavramında “bence” kelimesi ayrıca önemli bir hal alıyor. Hele ki estetik ve fotoğraf bir arada anılmaya başlandığında. “Fotoğrafı Çeken”, “Fotoğrafı Çekilen” ve “Fotoğrafı İzleyen” üçlüsü ve bu üçü arasında tam bir uzlaşma varsa, fotoğraftaki estetiğin tüm belirleyicileri uzlaşmışlar ve fotoğrafı güzel buluyorlarsa “tamam, bu fotoğraf güzeldir” diyebiliriz… mi?
Aslında yine aynı yere geliyorum. “Estetik” ya da “güzel” algısı çok değişken bir kavram günümüzde. “Bu güzeldir” denilen şeye şüpheli mi yaklaşıyorsunuz, yoksa kabul edip güzel mi buluyorsunuz? “Bu soruya verdiğimiz yanıtı sorunuza da yanıt olarak kullanabiliriz” kestirme cümlesiyle kaçıyorum bu sorudan..
Dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte fotoğrafın tanımında, kullanıldığı alanlardaki farklılaşmalar neler oldu sence?
Aslında fotoğrafın tanımında bir değişiklik yok; olmamalı da zaten. Ancak kullanıldığı alanlarda değişimler oldu; kendisine yeni mecralar buldu fotoğraf. Çevirisi sosyal ağ diye yapılan mecrada “profil fotoğrafı” diye bir şey çıktı mesela.
Fotoğrafa dijital teknolojisinin girmesiyle, günümüzde fotoğraf ile uğraşan kişi sayısında da büyük bir artış oldu. Fotoğrafa, sayısal yaygınlığından çok daha önce, filmli makinelerle başladın. Fotoğrafa başladığın yıllar ile şu anda bulunduğumuz zamanı kıyaslamanı ve değerlendirmeni rica ediyorum. Her iki dönemde fotoğraf üreten biri olarak neler dersin?
Kütüphane – İnternet; Sergi – Sanal Sergi; Kitapevlerine Sipariş Edilen Kitaplar – Nihayet Çevrilmiş Kitaplar; “Dene, Bir Hafta Sonra Gör, Öğren” – “Çek, Gör, Öğrenme”; Karanlık oda – Monitör (umarım onu da kalibre etmişsinizdir); Sergi Salonu Ara – İnternet Sitesi Kur ya da Kurulularda Kendine Bir Yer Edin vs., vs… Ne değişti? Kabaca bunlar değişti; ama asıl değişen fotoğraf bir üretim aracı, bir anlatma aracından bir tüketim aracına dönüştü, anlatılanı tekrar ve tekrar anlatıp anlatılana karşı duyarsızlaşma aracı oldu. Biçim öne çıkmaya başladı, içeriği gölgede bırakarak… Çok karamsar oldu sanırım cümleler; ama bana göre bu böyle oldu.
Sayısal fotoğrafın üretim ve tüketim hızı seni korkutuyor mu? Bu kadar çabuk üretilen ve izlenebilen fotoğrafl ar, sosyal paylaşım ağlarının da varlığı ile, fotoğrafı niteliksizleştiriyor mu; yoksa estetize fotoğraflara mı kayıyor?
Bir önceki sorunun yanıtında söylediğim gibi fotoğraf, bir biçim bütünü, bir renk silsilesi, bir filtreler grubu olarak sürekli yinelenen, özgününü yitirmeye başladığımız bir şey olmaya başladı; anlatma aracından ziyade kendini gösterme metası haline geliyor; bir yarış biçimi, bir başarı aracı dolayısıyla bir yenme ve yenilme durumu… Bin yıl devridaim etti gözlerimizin önünde; akılda kalır çalışmalar sayısındaki hızlı gerileme, bin yılın görsel günlüklerindeki içerik eksiği sanırım fotoğrafta da yerini aldı. Bir bölü saniyelerde üret bir bölü saniyelerde tüketilsin; derdi olan fotoğrafçıyı bu silsilenin dışında görüyorum. İnternette biraz dolaşın, aynı renklerin arasında sıkışmış birbirinin kopyası, “olağanüstü” diye de alkışlanmış, olağan fotoğraflara bakarken bulacaksınız kendinizi. Sonra kendi fotoğraflarınıza bir göz atın gerekli görürseniz de özeleştirinizi verin.
Peki, hem profesyonel bir fotoğrafçı hem fotoğrafın eğitimini de veren biri olarak, fotoğraftaki değişmeleri ve gelişmeleri bu alanlar açısından nasıl değerlendirirsin?
İlk başlarda iş kolaylaşacak diye düşünmedim değil; ancak bu böyle olmadı maalesef… Tanıtım fotoğrafı açısından inanılmaz kolaylık sağladı; ışığı yanlış kurma riski ortadan kalktı; “polaroid”e gerek yok; bin kere düşünmeye gerek yok; çek-bakdüşün- yeniden kur ışığı gerekiyorsa… Ama fotoğrafı öğrenmeyi ya da o dört değişkeni anlamayı hızlandırır, diye düşünüyordum, tam tersi oldu: diyaframı kıstı; fotoğrafçı birkaç inçlik ekrana baktı; “vay canına” dedi; “oldu” ya da “olmadı” dedi; ama öğrenmedi. Gerekiyorsa aynı kadraja beş ya da altı el deklanşör bastı, olsun diye; ama ne olsun istediğini bilmeden; sonra daha fena bir durumla karşılaştı, menüye girdi ve kayboldu kendisine yetenin ne olduğunu bilmeden; arkadaki her şeye kafa patlatmaya başladı, dolayısıyla kayboldu. Süper genelleme yaptım; ama görerek ve inanarak yaptım bu genellemeyi. “- Kaç Mp”, “-5 Mp”, “- hıh, benim 12”, “- ne diyorsun!” Sonra fotoğrafçıyız hepimiz artık; e… Bir fotoğrafçı, başka bir fotoğrafçının fotoğrafına bakarken, aslında fotoğrafçı fotoğrafta artık kendi fotoğrafçılığına bakıyor ve “ben olsaydım” diyor, bir gösteri izlediğinde müziğe takıyor kafayı, “kim ki bu grup… ben de kendi gösterimde bu kıvamda bir müzik bulursam bir alkış kopar ki, unutulmaz olur…” Bütün bunlar olup biterken fotoğrafı çekilen ise sessizce fark edilmeyi bekliyor.
Fotomuhabirleri ve reklam fotoğrafçılarının geleceğini nasıl görüyorsun?
Karanlık. Kendi yaptığım iş bunu söyletiyor bana. Firmayla görüşmeye gittiğinizde, işverenin, her fikrinize, “hımm bunu bizim yeğene (bu yeğen, tomarla para vererek fotoğraf makinesi almış ve bir an evvel o makineye harcadığı parayı geri kazanmak zorunda olduğunu düşünen kişidir) yaptırabilir miyim acaba?” diye tepki vermesi çok fena… Yalnızca bizim açımızdan da değil bu; ortaya çıkacak olan çalışmanın kalitesi açısında da çok fena. Amatör fotoğrafçı kavramı değişmeye başladı: Bir kere iktisadî olarak amatör kalmak istemiyor amatör fotoğrafçı. Haftaiçi mesleğini icra edip haftasonlarında ise, bu işten para kazanmanın peşine düşmüş durumda birçoğu. Hal böyle olunca, hayatını sadece fotoğraftan geçindirmeye çalışan tanıtım fotoğrafçısının da, foto muhabirinin de hayatını idame ettirmesi çok zorlaşıyor. Bugün birçok dergi ve gazeteye bakın, konusu fotoğraf olanlarda bile bir fotoğraf editörü yoktur. Çünkü gerek yoktur inancı vardır.
Söyleşi: Aysel Altun – T. Deniz Çakır
Kontrast Sayı 25, Eylül-Ekim 2011