Siyasi mahkûm çocukluk
Çocukluğuma dair pek çok anı, fotoğraflar olarak yer alır belleğimde ve nedense çoğu siyah-beyazdır. Bunun böyle olmasının nedeni, belli aralıklarla dönüp dönüp baktığım aile albümlerindeki fotoğrafların siyah-beyaz olması mı? Çocukluğa dair imgeler, albümdeki fotoğraflar aracılığıyla yeniden yaratılır zihinde. Yine nedense siyah-beyaz fotoğraflar, daha samimi ve sahici gelir bana. Roland Barthes da “renk”ten pek hoşlanmaz, renkleri, cesetleri boyamakta kullanılan kozmetiklere benzetir “Camera Lucida”da. Her ne kadar Barthes kadar renkli fotoğrafa acımasız yaklaşmasam da, onun gibi ben de siyah-beyaz fotoğrafın özgün bir hakikati olduğunu, gündelik hayatın ya da gerçekliğin temsili olmaktan bu sayede kurtularak kendine ait imgeyi oluşturduğuna inanırım.
Kayıp Fotoğraf
Fotoğraf, çarpan bir şeyse benim için anlamlıdır. 90’ların başında İstiklal Caddesi’ndeki Cafe Kafka’da rastladığım bir fotoğrafı, bugün dahi hatırlıyorum. Kalabalığın ortasında umutsuzca öfkeli bakan bir kadın vardı fotoğrafta. Kadını çepeçevre kuşatan kalabalık fluydu, belirsizdi, uçucuydu. Sık sık oraya gidip fotoğrafa uzun uzun bakardım. O fotoğrafı kimin çektiğini ya da daha sonra kendisini bulamadım. Ama resim yapma yeteneğim olsaydı, belleğime kazınmış o bakışı çizebilirdim. Sonradan o fotoğraf üzerine düşünürken aklıma Cumartesi Anneleri gelmeye başladı, sanki Galatasaray Lisesi’nin önünde çekilmiş gibiydi. O bakışın benzerlerine Cumartesi Anneleri’nde de rastlamış olmalıyım. Peki neydi beni çarpan o fotoğrafta? Kendimi o kadın gibi kuşatılmış ve öfkeli mi hissediyordum o yıllarda? Yoksa, o bakışta her şeye rağmen bir direnç gördüğüm için miydi? Bir taraftan bana estetik bir haz da veriyordu, ama bu da değildi kendi başına. Bir hikâyesi vardı o kadının, sağlam, gerçek bir hikâye… Bir şeyleri anlamış ya da çözmüş gibi bakıyordu, anladığı ya da çözdüğü şey yüzünden kolay kolay dinmeyecek hakiki bir öfke… Ama işte bunların hiçbirini, o kadının gerçek hikâyesini hiçbir zaman bilemeyeceğim. Fotoğraf sanatının gücü de belki burada, herkesin tıpkı şiirde olduğu gibi, karşılaştığı imgeyi, kendi arzusu ve hikâyesiyle birlikte okuyarak anlamlandırması, “çarpışma” ya da “çarpma”…
Two Dolls
Moholy-Nagy için fotoğraf sanatının Freud’u der “Fotoğraf ve Toplum”un yazarı Gisele Freund. Onun “Two Dolls” adlı siyah-beyaz fotoğrafı, tam da savaşı bütün çıplaklığıyla hissettiğimiz bugünlerde aklıma geliyor sık sık… İki oyuncak bebek, çıplak, birinin ayakları yok ve tel örgülü demirden bir kafesin dibinde… Kolu bacağı yerinde olan oyuncak bebeğin altında örtü gibi bir şey var ve sanki gülümseyerek bakıyor, diğeri o örtünün kenarına ilişmiş ve mutsuz bir şekilde yüzünü gökyüzüne çevirmiş. Sonuçta canlı bebek değiller, ama nedense oyuncak bebekler, gerçek bebeklermiş gibi bir etki uyandırıyor. Çernobil faciasında terk edilmiş şehre ait fotoğraflarda da, yerlere atılmış oyuncak bebeklerin etkisi, yaşanan dehşeti çok daha görünür hâle getirmişti. Oyuncak bebekler, orada çocukların da olduğunu ve zarar gördüğünü göstermesi dışında, masumiyet, hayatın neşesi ve gelecek ümidine dair çağrışımlara da neden olduğu için bu kadar can yakıcı.
Moholy-Nagy, fotoğrafçılığı dışında ressam, heykeltraş, desinatör, tasarımcı; fotoğrafta çığır açmış bir düşünür. Fotoğrafın, insan gözünün göremeyeceği bir yolu yaratabileceğine inanıyor olması bile heyecan verici. Gerçeküstücülükten, Dada hareketinden etkilenmiş, etkilemiş bir Marksist… Fotoğrafta ışığın kullanımına, açıya, oyuncaklar aracılığıyla yabancılaşmayı yabancılaştırarak çözen yaklaşımına dair pek çok şey söylenebilir ve bütün söylenecek şeyler, bu fotoğraftaki, Godard’ın “dünyanın en kalabalık siyasi mahkûmları” dediği çocukların tacizine ve savunmasızlığına dair bir kâbusun bütün çıplaklığıyla nasıl gösterilebildiğine dair olacaktır.
Fotoğrafta tel örgünün ardı bulanık, sanki aşağıya doğru inen bir uçurum, var ama yok, uzak… Bu yokluk ya da uzaklık, kâbusu daha bir derinleştiriyor. Barthes’ın, “Camera Lucida”daki “Fotoğraf şiddettir” sözü aklıma geliyor. İlla şiddeti göstermesi gerekmiyor fotoğrafın, “görüşü zor kullanarak doldurduğu ve içindeki hiçbir şey reddedilemediği ve dönüştürülemediği için…”
Moholy-Nagy, fotoğraf sayesinde insanlığın çevresini ve kendi varoluşunu yepyeni bir gözle gördüğünü söyleyerek, fotoğrafın değerinin sadece estetik açıdan ölçülemeyeceğini, optik temsilindeki beşeri ve toplumsal şiddetin de dikkate alınması gerektiğini savunuyordu yazılarında.
Fotoğraflara bakarken, tıpkı film izlerken olduğu gibi, çeken kişilerin varlığını düşünmeyiz, hatta yokturlar. O iki oyuncak bebek, temsil ettikleri bütün anlamlarla birlikte, bir hikâye yaratırlar. Eğer ortada oyuncak bebek varsa, o bebeklerle oynayan çocuklar da olmalı. Orası bir cezaevi, mülteci kampı, bir apartmanın çatısı ya da bir oyun parkı olabilir. Peki o çocuk ya da çocuklara ne oldu? Neden birinin bacakları yok? Yolda karşılaştığı bacakları olmayan birisinden etkilendiği için mi o bacakları çıkardı? Savaştan kaçan çocuklar mı onlar? Belki çocuklardan birisinin bacakları yok. Kafamda kurduğum hikâye, fotoğrafın kendisi gibi trajik bir hâl almaya başlıyor. O yerin cezaevi, mülteci kampı ya da oyun parkı olması, bir şeyi değiştirmiyor. Içinde bulunduğumuz zamanın algısı, fotoğrafın çekildiği 1926 tarihini bugüne bağlıyor. Godard’ın çocukları siyasi mahkûmlar olarak tanımlayışı geliyor aklıma yeniden, nerede olur ve nasıl yaşarlarsa yaşasınlar…