Klişe nedir?
Klişe Fransızcadan Türkçeye geçmiş bir kelime. TDK’ya göre [1] ilk anlamı “baskıda kullanılmak amacıyla, üzerine kabartma resim, şekil, yazı çıkarılmış metal levha”. İkinci anlamı da bizim günlük dilde daha fazla kullandığımız hali olan “basmakalıp söz”. Klişenin birinci anlamında karşımıza çıkan kökeni, ikinci anlamını tamamlayan bir bakış açısı üretiyor. Klişelere bir bakıma harfler, harf kalıpları diyebiliriz. Her dilde belli sayıda harf ve bu sınırlı sayıda harfin de belli sayıda kombinasyonlarından sözcük, cümle ve hikâyeler üretilebileceğine göre, anlatıların sınırsız olduğunu iddia edemeyiz. Tarih boyunca sözlü veya yazılı olarak anlatılan hikâyeler genel hatlarıyla incelendiğinde de görülebileceği üzere bizler genel hatlarıyla aynı “hikâye kalıplarını“ kullanıyoruz.
Joseph Campbell’in meşhur kitabı “The Hero with a Thousand Faces” (Türkçe ’ye Kahramanın Sonsuz Yolculuğu olarak çevrildi) [2] bu konuda bizlere güzel ipuçları veriyor.
Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
George Lucas’ın Star Wars’ı yaratırken oldukça etkilendiğini belirttiği [3] bu kitapta Joseph Campbell, mitolojide, masallarda, dini hikâyelerde, günümüze yakın modern hikâyelerde, hatta ana akım gişe filmlerinde dahi aslında aynı karakterin hikâyesinin anlatıldığını iddia eder. Farklı hikâyelerde sadece bu ana karakterin farklı kişilikleri, yüzleri karşımıza çıkar. Genel hatlarıyla bir kahraman kendi içinde yaşadığı denge dünyasından çıkarak bir maceraya atılır. Bu macera sırasında onun karşısına muhteşem güçler/güçlükler çıkar. Kahraman bu macera karşısında kendini ispat eder ve yeni bir kahramana dönüşerek geri gelir ve yeni bir denge dünyası oluşur.
Örneğin, Nuh’un yaşadığı dünyada bir tufan çıkar. Nuh bir gemi yapar, yanındakileri ve dünyadaki diğer canlıları kurtararak çetin bir yolculuğa çıkar. Bu yolun sonunda da karaya ulaşırlar. Burada Nuh ve çevresindekiler kurtularak yeni bir dünya üzerinde yeniden üreyerek yayılırlar.
Veya Frodo, yaşadığı Shire köyünün ve diğer her yerin tehdit altına girmesiyle yanında bir yüzükle bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta çeşitli engelleri aşarak hedef noktasına varır. Burada görevini tamamlar ve evine farklı biri olarak geri döner.
Bu yolculukların tümünde aslında bir kendini arayışı görebiliriz. Âdem’in, Herkül’ün, Beowulf’un, Gılgamış’ın, İsa’nın, Hamlet’in, Kırmızı Başlıklı Kız’ın, Don Kişot’un, Alice’in, Luke Skywalker’ın, Eşkıya Baran’ın, Gora’daki Arif’in, Harry Potter’ın, Heidi’nin, Super Mario’nun, Arya Stark’ın atıldığı bu yolculukların hepsinde genel hatlarıyla hem fiziksel bir yolculuğun hem de bir iç yolculuğun nüvelerini görmemiz mümkündür. Bu nedenle hikâyede fiziksel olarak bir yolculuk görsek de görmesek de bir iç yolculuğunun, iç hesaplaşmasının olduğunu ve kahramanın bu çatışma karşısında verdiği kararlarla bir yenidünya yarattığını söyleyebiliriz.
Bu aşamada arketiplerden bahsetmemiz gerekiyor. Arketip [4], kelime anlamıyla bir tür veya türler grubunun atasal kökeni şeklinde ifade edilebilir. Arketiplere evrensel bilginin sembolik halleri de diyebiliriz. Arketipler belli karakter özellikleri (kahraman, aforoz edilmiş, cadaloz, femme fatalle, talihsiz âşık gibi) olarak karşımıza çıkabilir.
Kahramanların yolculukları sırasında ilişkilendiği başka karakterler (yaşlı bir bilge adam, yoldaş, baştan çıkarıcı, şeytan gibi), karşılaşılan belli durumlar (yolculuk, engel, arayış, ayin, düşüş gibi), belli motifler (su, güneş, küre, yılan, bahçe, ağaç, çöl gibi) arketip olabilir. Tüm bu arketipler edebiyatta, rüyalarımızda, dinlerde, fantezilerde, folklorda, mitolojide karşımıza çıkar. Bu arketipler, dünyayı algılamamızı örgütler ve toplumsal hafızamıza yer alırlar. [5]
Ayrıca örneğin karakter arketipleri birden fazla olabileceği gibi bir kahramanda birkaç tane karakter arketip birden de bulunabilir.Sinema da bu arketipleri, anlatı kalıplarını ve temsil biçimlerini hem hikâye hem de görsel temsilleri yoluyla kendinden önceki sanat formlarından miras almıştır. Senaryo ile başlayalım.
Senaryo 101
Günümüzde film yapmak finansal boyutlarından bağımsız düşünülemez. Film yapmak her şeyden önce pahalı bir iştir. Hatta diğer tüm sanat türleri içerisinde en pahalısıdır denebilir. Bütçesiz diye geçen bir filmin dahi bütçesinin yüzbinlerce doları bulduğu sinema piyasasında birçok sinemacının ve yapımcının önünde şu soru durmaktadır: Bu filmi kimse izleyecek mi?
Bu yazıyı yazarken belli bir izlenme hassasiyeti ile çekilen, kitlelere ulaşan ana akım filmlerden ve üretimlerinden yola çıkarak konuşacağız. Bu filmler tüm dünya tarafından izleniyor ve bir yandan kitlelerin psikolojisini ve hafızasını yansıtabilmesi ve bu psikolojiyi ve hafızayı da bir yandan güçlü bir şekilde etkileyebilmesi ile önemli bir yerde duruyor.
Bir filmin üretme süreci senaryo ile başlıyor. Senaryo yazmak isteyen her bir bireyin, tabii ki geleneksel anlatı unsurları ile ilerleyen deneysel olmayan bir hikâye yazmak istiyorsa karşısında takip etmesi gereken bir yol var. Bu yollar, tüm kitaplarda, senaryo derslerinde senaristin karşısına çıkabileceği gibi, bu konuda eğitim almış olmasa da zihninde var olan bir takım kalıplardan oluşuyor.
Senarist bir karakter yaratmalı ve bu karakteri fiziksel ve zihinsel özellikleriyle, geçmişi ile ve belki de en önemlisi motivasyonları ile ortaya koymalıdır. Daha sonra karakterin karşısına bu motivasyonuna ulaşma yolunda bir çatışma çıkarmalı. Karakter de bu çatışma sırasında yaşadığı engellerin üstesinden gelip gelmeyeceğini de belirleyecek olan bazı kararlar vermeli ve harekete geçmeli. Bunun sonucunda hikâyede doruğa ulaşmalı ve hikâye sonunda çözüme gitmeli. [6]
Eğer gişede izlenmesini istediğiniz bir film ya da televizyonda reyting rekorları kırmasını istediğiniz bir senaryo yazmak istiyorsanız seyircinin izlediği filmde kendinden bir şeyler bulabileceği bir karakter yaratmalısınız. Dolayısıyla bu karakterin motivasyonlarının da o filmin seyirci kitlesi tarafından tanınabilmesi gerekiyor.
Bu karakterin bu motivasyonlarını gerçekleştirebilmek için harekete geçeceği zaman karşısına çıkacak olan engelleri, çatışmaları da gene seyirci kitlesinin anlayabileceği, kendinden bir şeyler bulabileceği yerlerden seçmeniz gerekecektir.
Bir baba, ailesi ile mutlu bir hayat yaşamak ister, içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan çıkabilmek, kendi hayallerini ve hırslarını gerçekleştirebilmek ister. Bu baba hasta olur ve ailesine bırakabileceği hiçbir birikimi yoktur.
Bir anne, “çocukları için yaşar” ve bu hayattaki önceliğidir. Bu annenin çocuğunun başına bir iş gelir.
Genç bir erkek ya da bir kadın âşık olduğu kişi ile beraber olabilmek, onunla muhtemelen de evlenebilmek ister. Genç adam veya kadının sevdiği insana başka bir talip çıkar, ya da rakibi kaynana ya da kayınbaba da olabilir.
Peki, bu aşamada yukarıda yaptığımıza benzer bir şekilde kolaya kaçılınca [7] ne olur. Ana karakterleri veya yardımcı karakterleri derinlikleriyle, kendilerine has özellikleriyle, kişilik yapıları ve çelişkileriyle birlikte değerlendirmediğimizde ne olur? Tipler içinde yüzeriz. Tip’in kelime anlamı TDK’ya göre “Kendine özgü kişiliği olmayan, genellikle bilinen kalıplardaki insanları gösteren oyun kişisi” olarak da tanımlanıyor. [8]
Tipler karakterlerin tersine hikâye boyunca değişmez, kendi içinde bulundukları grubu genel hatlarıyla temsil etmekle meşguldürler. Örneğin Türkiye sinemasında hele ki Yeşilçam sinemasında buna bol örnek verilebilir:
Kötü adam, cimri baba, evde kalmış hala, düzenbaz uşak, sert asker, saf genç kız gibi. [9]
Tiplere bazı toplumlarda daha sık rastlanması olasıdır. Türkiye gibi bireyselliğin ön planda olmadığı, hem siyaset de hem de toplumsal yaşamda yaftalamanın, gruplaştırmanın popüler olduğu, bireyin özgürce kendi hayatına dair kararlar veremediği, ailesi ve çevresindekilerin baskısı içinde ezildiği bir toplumda daha sinemaya sıra gelmeden bireylerin kendileri dahi kendi yolunu çizerek kahraman olmakta zorlanırlar. [10]
Stereotipler ise insanların bu biçimde sınıflanarak genel kategorilere oturtulması sonucunda ortaya çıkarlar.
Yazar gerçek anlamda bir insan yaratmadığı ve zaten yaratılmış kişileri kopya ettiği zaman ortaya çıkarlar.
Tıpkı bireyin de kendini yaratmak yerine başkalarına benzemeye çalıştığı toplumlardaki gibi…
Arketipler insanlığa dair belli toplumsal bilinçaltına dair ipuçları verebilecekken, stereotipler ise belli varsayımlarda bulunarak kalıp yargılar yaratır.
Stereotipler görsel kodlarla yeniden üretilmeleriyle de ön plandadırlar. Bu aşamada görsel temsile göz atalım.
Görsel Temsillere Bir Bakış
Öncelikle anlatılarda yaptığımız gibi arketiplere göz atıp kısaca görsel temsildeki kullanımına bakacak, ardından sinema özelindeki stereotip üretme aşamalarına göz atacağız. Arketipleri tanımanın klişe ve stereotiplerden farkını anlamada yardımcı olabileceğini düşünüyorum.
Arketipler sadece sözlü ve yazılı anlatılarda değil görsel temsil etme şekillerinde de karşımıza çıkar.
Örneğin Venüs’ün (Afrodit) doğumu mitini hatırlayalım. Kronos, babası Uranüs’ü devirirken, bir orakla babasının cinsel organını keser. Kesilen organ ve kanlar denize düşer ve köpüklerden Afrodit doğar.
İtalyan ressam Sandro Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu isimli tablosunda, gerek kendi döneminde gerek de diğer dönemlerindeki birçok temsilde olduğu gibi hikâyenin şiddet dolu olan kısmı atlanmış ve Venüs’ün doğumu tamamlandıktan sonraki yeryüzüne geliş anı resmedilmiş. Bu temsillerin birçoğunda Venüs bedensel olgunluğa ulaşmış, ifade olarak bazen mağrur bazen kendinden emin olsa da bir deniz kabuğunun içinde dik ve ayakta temsil edilmiştir. Hikâyenin bazı temsillerinde bu deniz kabuğu yer yer vajinayı andıracak şekilde resmedilmiş ve hikâyenin doğumla olan ilişkisi bize hatırlatılmıştır. Yer yer de deniz kabuğuna yer vermeyerek, denizdeki dalgalar köpükten doğma arketipini güçlendirecek şekilde kullanılmıştır.
Anlatının görsel temsili günümüz sinemasında da kullanılmıştır.
Bazen bariz bir gönderme ve yeniden üretimle, bazen de beklenmedik bir yerde…
The Thing filminde sahne bir şiddet eylemi ile başlıyor. Bir bedene hayat vermeye çalışan, yaşı itibariyle de bir baba figürü olarak görülebilecek bir karakterin kolu kesiliyor ve kan dökülüyor.
Venüs’ün Doğuşu hikâyesinde de doğum büyük bir şiddet eyleminin sonucu olarak gerçekleşiyordu.
Uranus’un kesilen cinsel organından parçalar dünyaya düşüyor ve denize düşen parçalar bu doğuma sebep veriyordu. The Thing’deki bu sahnede ise penisin yerini kol, içine penisten parçalar ve kan dökülen denizin yerini de yarılmış beden alıyor. Bir yandan da yarığın bir insan karnında oluşmuş olması ve ölü yatan bedenin karın bölgesindeki büyüme ve şişkinlik, sezaryen doğumu da andırıyor. Yarığa dökülen kanların ve kol parçalarının ardından bir köpürme başlıyor. Bu köpürmeyi, Venüs’ün doğuşundaki köpürmeye benzetebiliriz.
Bunun yanında yarığın o an aldığı halin bir deniz kabuğu görüntüsü oluşturmuş olması gene Birth of Venus temsillerini hatırlatıyor. Sahnede köpürmenin ardından yarıktan iri ve son derece muktedir bir yaratık yükseliyor. Bu yaratık hem yukarı doğru yükseliyor hem de yeni doğmasına rağmen güçlü ve kendine yeter gözüküyor.
Birth of Venus temsillerinden de hatırlanacağı üzere Venüs bazen ayakta, bedensel olgunluğa erişmiş bir kadın olarak gösteriliyordu. Bu muktedir ve erekte doğma hali, sahnedeki yaratığın doğumunda kendini gösteriyor.
Bu ve benzeri örneklerin sayısını arttırabiliriz. [11] Burada fark etmemiz gereken bir yandan belli arketipler anlatı içlerinde tekrar ve tekrar üretiliyorken, o anlatıların görsel temsilleri yoluyla oluşan imgeler de farklı sanat formlarında defalarca kez bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yeniden üretilmeye devam etmektedir.
Şimdi de klişe ve stereotiplerin kullanımına bakalım.
Film 101
Sinema sadece anlatı değildir. Görsel ve işitsel bir sanattır ve yapısı gereği seyircileri kendi gerçekliğinin içine çekebildiği ölçüde başarılı olabilmiştir. Yönetmen, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, oyuncu ve ekibin tüm diğer üyeleri bu senaryodaki gerçekliğe seyirciyi inandırabilmek için hazırlığa girişirler.
Tüm ekip belli sorular sorar. Bu öğretmen, mütevazı baba nasıl giyinir? Bu anne nasıl bir evde oturur?
Bu âşık adamın saçı nasıl olmalı? Bu âşık kızın nasıl sevimli bir yüzü olmalı?
Bu karakter nasıl güler, nasıl ağlar, nasıl yemek yer, nasıl konuşur, nasıl yürür? Bu kahramanın düşmanı nasıl bakar, nasıl konuşur, nasıl davranır?
Tüm bu sorulara cevap verilmesi gerekir. Bu cevapların da gene seyircinin inanabileceği, kabul edebileceği yerlerden gelmesi gerekecektir.
Peki, eğer seyirci örneğin milyoner bir aile üyesi değilse veya böyle insanlar tanımıyorsa izlediği filmdeki aileye ve onun dünyasının gerçekliğine nasıl karar verebilir? Tabii ki de defalarca kez gördüğü imgeler, daha önce defalarca kez maruz kaldığı temsillere göre… Stereotipler ana akım filmlerde defalarca kez tekrar eder ve yeniden üretilir.
Klişe ve stereotipler mutlaka gerçek hayattan ve bazı gözlemlerden beslenir. Fakat onlardan beslenmenin ötesinde o gerçekleri sıkıştırır ve farklılıkları görünmez kılar. Farklı olasılıkları göz ardı eder, onlara alan açmaz ve yok eder.
Filmler, seyirci ile giriştiği psikolojik ilişkiden de dolayı bu durumu rahatça gözlemleyebileceğimiz bir alan açar bizlere. [12]
Fotoğrafı, sinemayı, tüm görsel medya unsurlarını hayatının her alanında tüketen günümüz seyircisi, izlediklerinin sadece bir film olduğunu bildiğini düşünse de kendini kaptırdığı bir filmi izlediği sırada iş hiç de öyle yürümez. Kocaman sinema perdesine karşı, karanlık bir ortamda, kimseyle konuşamaz ve doğru düzgün hareket edemez ve iyi bir ses sistemi ile maruz kaldığımız filmin gerçekliği karşısında büyülenirken kendi gerçekliğimizi unuturuz. Bununla da bağlantılı olarak filmden çıktıktan sonra sudan çıkmış balığa döneriz.
O sinemadan çıkarken geçtiğimiz koridorda yavaş yavaş kendi gerçekliğimize hapsolduğumuzu anlar ve garip bir hissiyata kapılırız.
Hareketli görüntülerle donatılan ve sinemanın evimize, cebimize ve yakın zamanda gözlerimizin iki santim önünde oynayacağı bir gelecekte seyirci için filmler sadece filmler değil aynı zamanda gerçeklerdir de.
Seyircinin duygularını değiştiren, hafızasını kontrol eden, duyguları ve kavramları öğreten ve birbiriyle ilişkilendiren ve bütün dünyayı temsilleri üzerinden seyirciye gösteren sinemanın yaşattığı, hareketli görüntüler ve onların bize gösterdiği temsiller seyirciler için artık birer gerçek olmuşlardır. [13] Seyirci kendi gerçekliğine yabancılaşıp ekranda olan biten hikâyeyi bir ayna gibi izlemeye kendi gerçekliğini o aynada görmeye başlar. [14]
Sonuç olarak seyirci televizyonda gördüğü savaşı destekler, cep telefonunda gördüğü resme âşık olur, sinemada gördüğü karaktere özenir, onun gibi konuşur, onun gibi davranır, onun giyindiği gibi giyinir, onun gibi olmak ister.
Sinemacıların yarattığı her temsil ve imge, yeniden ürettiği her stereotip seyircinin gözünde defalarca kez görünür kılınır. Bu defalarca görünen temsiller seyirci için normalleştiği kadar da gerçek olmaya başlarlar.
Fakat seyirciler şu an gördüklerinin sadece ekranda gördüğü temsillerden ibaret olduğunun farkında değildir. Farkında olsa dahi kolay, konforlu ve güvenli olan bu tüketme biçimini tercih eder. [15]
Bir anne çocuğu için yaşar, bir öğretmen baba şöyle giyinir, bir yönetici şöyle konuşur. Suçluysa Siyahtır, meyhaneci ise Rum’dur [16], Romansa dans eder.
Bir Kürt böyle konuşur, bir Arap böyle yemek yer, bir Laz böyle inatçıdır. İstanbul’da develer vardır, Türkler bıyıklıdır, fes takar. Kadın dediğin Türkan Şoray gibi bakar, adam dediğin Kadir İnanır gibi sever. Gayler kırıtır, Lezbiyen sinirlidir, Translar komiktir. Bir Japon böyle zekidir, bir Fransız böyle romantiktir, bir İspanyol böyle seksidir.
Kitleler tarafından yedi gün yirmi dört saat tüketilen bu stereotipik imgeler zihinlere yerleşir. Daha da önemlisi tüm bu klişeler ve steorotipler havuzunda asıl gerçeklik görünmez hale gelir ve sonuçta yok olur.
Var olmak mı, yok olmak mı?
Peki, insanlık tarihinin başından beri aynı hikâye anlatılıyorsa, aynı arketipler defalarca kez kullanılıyorlarsa bir sanatçı kendini nasıl farklı kılabilir? Klişe bir hikâyeyi alıp, stereotipleri tekrar ve tekrar üretecek mi yoksa arketiplerin farkında olmakla beraber bazı klişelerin, stereotiplerin derinliklerine yüzüp farklı olanı, kendine ait olanı bulabilecek mi?
Ayrıca film üreten insanların önünde önemli bir sorun daha yatıyor. Filmleri yaratan insanlar bir bakıma kendi yaşadıkları dünyanın kodlarını da üretiyorlar. Sadece kendi filmlerini değil kendi hayatlarını de dönüştürüyorlar.
Her şeyin başında bir senarist, bir yönetmen, bir oyuncu vs. yarattığı karakterle beraber kendi de bir maceraya atılır. Bu macerada motivasyonu kendi dünyasına başkalarını inandırmaktır. Kendisi de yarattığı karakter gibi bir kahraman, önünde bir çatışma var. Fark yaratacağı şey bu çatışmaya kendi karakteri, tercihleri ve eyleme geçme şekilleri eşliğinde vereceği kendi cevabı olacaktır.
Sanatçı klişe imgeler havuzunda yüzerek, stereotiplerin dışına çıkmayarak hem kendi kahramanları ve hikâyelerini bu tipler içerisinde kaybedebilir ve dolayısıyla üreten olarak kendi gerçekliklerinin yok olmasına karar verebilir. Ya da başka ne olabilir diye düşünmenin, soru sormanın, olasılıkların peşinden koşup klişeler içerisindeki farklılıkları görebilmenin, merak etmenin yolundan giderek var olmanın peşinden koşabilir.
Bütün sorun bu.
Bir örnekle yazıyı sonlandıralım. Breaking Bad’teki Walter White’ın bu denli sevilmesi ve bu karakteri yaratanların bu kadar övülebilmesinin sebeplerinden birisi de muhtemelen yukarıdaki soruydu. Walter White seyirciye oldukça tanıdık ve bilindik bir fiziksel ve zihinsel yapıda, anlaşılır bir çatışma ile tanıtıldı. Ama o çıktığı kanser yolculuğunda, ezik bir öğretmenden bekleneni değil başka bir yolu, kendi yolunu çizebildi. Finalde Skyler’a da itiraf ettiği gibi Walter White yaptıklarını ailesi için yapmadı. Kendisi için yaptı. Çünkü hoşuna gidiyordu.
Böylece hayatta olduğunu hissediyordu. Vardı ve oradaydı.
Aynı şekilde yazar da yarattığı karakterle beraber kendi dünyasına dair bir fark yaratabildi. Bir kahramana baba olmak, koca olmak dışında bir işlev yükledi ve bu yolla kendi hayatına, kendi dünyasına ait de bir gerçeği yaratabilmenin yolunu açtı. Eğer sanatçının kendisi de sadece bir baba, bir anne, bir patron, bir Türk, bir adam gibi adam, bir lezbiyen olmaktan ötesini görebilmek istiyorsa kendi yarattığı dünyada bir fark yaratmaya başlamak onun için iyi bir yol olabilir.
[2] Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell, Çeviri: Sabri Gürses, 2013
[3] Joseph Campbell, The Hero’s Journey: Joseph Campbell on His Life and Work, Phil Cousineau, Editor. Novato, California, 2003
[4] TDK Online Sözlük, 2006, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimesec=20716
[5] Kolektif bilinçaltı ve Arketip terimleri psikolojide Carl Gustav Jung’un çalışmalarından miras alınmıştır.
[6] Linda J. Cowgill, Writing Short Films: Structure and Content for Screenwriters, 1997
[7] Breaking Bad ve Walter White örneğindeki gibi hikâyenin başındaki çıkış noktaları ve hikâyenin sonuna kadar yaşanan değişimler aynı kalıplarla değerlendirilemez. Yazının sonunda bu fark ortaya konulacaktır.
[8] TDK Online Sözlük, 2006, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5acc71f6360ef6.91207063
[9] 90 Sonrası Türk Sinemasında Tip ve Karakter İkilemi, Pınar Aslan, 2007
[10] Feride Çiçekoğlu tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verilen Senaryo yazımı
derslerindeki tartışmadan hareketle…
[11] Sinema ve Bilgisayar Oyunlarında Mitolojik Arketip Örnekleri hakkında daha önce yazdığım kısa bir yazıdan başka örnekler incelenebilir: http://barantekay.blogspot.com.tr/2016/03/sinema-ve-bilgisayar-oyunlarnda.html
[12] Daha ayrıntılı bir okuma için: Yeni Başlayanlar İçin: İzlediğin, Sadece Bir “Film” Değil, Birikim Güncel, 2018: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8813/yeni-baslayanlar-icin-izledigin-sadece-bir-film-degil#.Wsx36C5ubIU
[13] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, 1981
[14] Film Theory: An Introduction Through Senses, Thomas Elsaesser – Malte Hagener, 2009
[15] Guy Debord, Gösteri Toplumu, 1967
[16] Türk sinemasında Gayrimüslim karakterler(ya da tipler) daha çok meyhaneci, fahişe ve pavyon şarkıcısı gibi rollerde karşımıza çıkar. Gül Yaşartürk, Türk Sinemasında Rumlar, Agora Kitaplığı, 2012
Baran TEKAY