“Duvarda, barometrenin hemen yanında
camlanmış büyük bir çerçeve, içinde
bir de eski bir fotoğraf asılıymış, genç birinin fotoğrafı.
Ben fark etmemiştim, odamıza döndüğümüzde bunu bana Canan söyledi.
Filmleri uyuklayarak seyreden, kitapları dikkatsizce okuyan,
hayatı kaymışların, tutkusuzların soracağı gibi,
ben de çerçevede kimin fotoğrafı olduğunu sordum.”
Orhan Pamuk – “Yeni Hayat”
En basitinden en karmaşığına her türlü fotoğraf makinesinin temel özelliği, ışığı yansıtabilen her şeyin görüntüsünü ama aklınıza gelen her şeyin görüntüsünü, duyarlı yüzey üzerine kaydedebilmesidir. Herhangi bir fotoğraf makinesinin yalnızca ama yalnızca deklanşörüne basmanız, bunun için yeterlidir. Gördüğünüzü iki boyutlu yüzeyde seyirciye net olarak gösterebiliyorsanız, doğru fotoğrafı elde etmiş olursunuz ve başarılı sayılırsınız. Böyle bir fotoğrafı elde edebilmek için temel fotoğraf bilgisi, hatta bir makinenin kullanma kılavuzunu baştan aşağıya okumanız bile yeterlidir. Göstermek, zaten fotoğraf makinesinin doğasında olan bir durumdur ve eğer makinenizde bir sorun yoksa kolayca yapılır.
Fotoğrafçılık maceramızın ilk günlerinde tüm fotoğrafseverlerin amacı da budur zaten: Gördüklerimizi gördüğümüze yakın renk ve tonlarda kaydedebilmek. Beynimiz, teknik bir sürü değişkenle boğuşurken bu amacı gerçekleştirmek tüm fotoğrafçıları mutlu eder. Bahsettiğimiz fotoğrafları doğru çektiğimizin en basit kanıtı da fotoğraflarımıza bakanların “Aaa ne güzel çiçek! Aaa ne güzel amca! Ne güzel çocuk!” gibi değerlendirmelerde bulunmalarıdır. “Aaa ne güzel fotoğrafçı!” cümlesini çok duyamazsınız; fotoğrafçılığınıza yönelik duyacağınız cümle en iyi ihtimalle “Ne güzel yakalamışsın.” cümlesidir ki bu cümle de daha çok balıkçılar için kullanıldığında güzeldir.
Kişisel fotoğraf maratonumuzun ilk günleri için doğal ve gerekli olan bu durum eğer oluruna bırakırsanız zamanla fotoğraf makinemizi yalnızca bir kopya aracına, bizi de bir makine taşıyıcısına dönüştürür. Fotoğraflarımız yalnızca gösterir… Oysa akılda kalan, insanları etkileyen fotoğraflar, göstermekle yetinmeyip anlatabilen fotoğraflardır…
Göstermek ve Anlatmak
Göstermek, yalnızca işaret etmektir ve geneldir. Seyirciye yalnızca “Buraya bak! Şuraya bak! Ne güzel ışık.” cümlelerinden başka bir şey vaat edemez. Oysa her anlatı kişiseldir ve anlatıcıdan parçalar vardır. Çünkü her anlatının başında koskoca bir “bence” vardır. Anlatan fotoğraflarda bizi etkileyen de bu “bence”nin nasıl söylendiğidir ki bu da fotoğrafın biçim kısmını oluşturur. Bunun dışında kalan kompozisyon kuralları gibi genel saptamalar fotoğrafçı için yalnızca bir zaman kaybıdır. Anlatı olarak da fotoğrafçı kendini en iyi ifade edebilecek biçimi araştırmak ve bulmak zorundadır. İnanın bana fotoğraflarınızın altın kesime uygun olup olmadığının hiçbir önemi yoktur.
Gösteren fotoğraflarla anlatabilen fotoğraflar arasındaki fark, vesikalık fotoğraflarla portre fotoğrafları arasındaki farkta da görülebilir. Vesikalığın tek bir amacı vardır: Sizi göstermek. Her türlü resmi evrakta, sizin neye benzediğinizi gösterir. Vesikalık fotoğrafı kimin çektiğinin pek bir önemi yoktur. Portre fotoğrafı ise fotoğrafçının gözünden sizin karakteriniz hakkında, yani görünenin altında yatan ruh hâliniz hakkında bir denemedir ve fotoğrafçının sizin hakkınızda kafasında yarattıklarına dayanır. Hepimizin malumu, portre fotoğrafları vesikalık fotoğraflardan daha değerlidir. Eğer kendinizden bir şeyler katarak fotoğraf çekmiyorsanız, ne çekerseniz çekin o konunun vesikalığını elde edersiniz.
Sağda solda İstanbul’u anlatan birçok fotoğraf görmüşsünüzdür. Çoğu güzel fotoğraflar olsa da aklımızda kalmazlar. İstanbul’u anlatan fotoğraflar denince, aklıma gelen ilk fotoğraflar Ara Güler’in fotoğraflarıdır. İstanbul’un güzellikleri olmasa da fotoğraflarda Ara Güler’in İstanbul hakkındaki ruh hâlini görebilirsiniz. Ara Güler’in İstanbul’u, şüphe götürmez şekilde hüzünlüdür. Belki de Ara Güler, İstanbul’un kendisini değil mânâsını göstermiştir. Baktığınız, İstanbul’un Ara Güler tarafından çekilmiş portresidir.
Hep aklıma gelir: Hani ilkokul ve ortaokul yıllarında bize yaptırdıkları bir alıştırma vardı; okuduğumuz parçadaki bir kelimeyi, cümle içinde kullanmamızı isterlerdi. Mesela “tatil”… “Ben tatili severim” gibi cümleler yazardık. Keşke bize deselerdi ki: “İçinde ‘tatil’ kelimesi geçmeyen ama’ tatil’i anlatan cümle kurun”. Biz de yazsaydık: “Yazları daha çok seviyorum; çünkü erken kalkmam gerekmiyor.” İnanın bana, böyle cümleler kurabilseydik, fotoğraflarımız daha çok konunun vesikalığı değil portresi olurdu.
Orhan Pamuk’la başladık, izninizle Orhan Pamuk’la bitirelim. Bu sefer Benim Adım Kırmızı kitabından bir alıntıyla. Yazar, bir ağaç resmini konuşturduğu sayfalarda şöyle diyor:
“Bir büyük üstat Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası, bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine: ‘Yeni usûllerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki’ demiş, ‘bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resme bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur.“
Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediği için Allah’ıma şükrediyorum. Frenk usûllerince resmedilseydim, beni sahici bir ağaç sanan İstanbul’un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, mânâsı olmak istiyorum.
Altan BAL
Kontrast Sayı 16, Mart 2010