Ali ÖZ | Fotoğraf Etiği Üzerine… (34. Sayı)

Sizce etik nedir? İçerik-model-fotoğrafçı bağlamında nasıl değerlendirirsiniz?

Kısaca söylemek gerekirse, benim için etik vicdandır. İnsanın kendisiyle olan iç hesaplaşmasıdır, vicdani sorumluluğudur. Geri kalan bütün tartışmalar bence ikinci planda kalıyor. Yani hayata karşı, kendine karşı, karşındaki insanlara karşı, bütün yaptıklarının kendi iç muhasebesi bence etiğin temelini oluşturuyor. Bu da insan olmanın gerekliliği olan vicdandır.

İnsan odaklı çalışmaların, örneğin Tarlabaşı’nın özelinde, etikle ilgili düşünceleriniz nelerdir? Proje sırasında ve sonrasında yaşadığınız veya tanık olduğunuz sıkıntıları paylaşır mısınız?

Burada hassas bir konu var. Önce şunu söyleyeyim, Tarlabaşı’nın özeti olarak. Ben Tarlabaşı’nı bir proje olarak çekmedim. Tarlabaşı’nı yok edileceğini duyduğum, bildiğim, gördüğüm bir toplumsal yapıyı, mimari dokuyu ve yaşamı yok edilmeden önce, hızla belgelemek, tarihe dipnot düşmek üzere çekmeye başladım. Başladığım vakit, sadece çekmekle kalmıyorum. Tabii ki fotoğrafçının dünyaya bir bakış açısı var. Bir noktadan sonra şöyle düşünmeye başladım; bu insanlar adına bir şey yapmam gerekiyordu. Basınımız orada, kentsel bir yıkım var, katliam var ama yazmıyor, çizmiyor. Benim tarihe sadece dipnot düşmem yetmiyordu, onların sesini kamuoyuna duyurmam gerekiyordu. Bu da benim zaten gazetecilik refleksimdi. Bunun üzerinde çok düşündüm ‘ne yapabilirim’ diye. Sosyal medyayı kullandım, iyi ki kullanmışım. Bu sayede Tarlabaşı gerçekliği milyonlarca insana ulaştı, ayrıca Türk basını uyandı. Radikal’den bir muhabir bana şunu söyledi “Ali ağabey facebook’daki fotoğraflar haber toplantısına bomba gibi düştü”. Neticede Radikal üç sayfa, Milliyet tam sayfa, Aydınlık yarım sayfa, Evrensel tam sayfa, Babilon dergisi dokuz sayfa kullandı. Yani gazeteler, hatta televizyonlar Tarlabaşı’ndan haberdar oldular. Tabii “Adamın biri çalışmış çekmiş kelle koltukta, hazır malzeme, kullanalım” mantığı da var burada.

Aktüel Dergisi gibi bir dergi, bana buradaki fotoğrafları kullanmak için, yazılar da dâhil, beş yüz lira para teklif etti. Böyle ucuz bir şekilde vermektense, ben buradaki insanların sesini duyurmayı yeğledim. Buradan ticari kazanç elde etmeyi zaten hiçbir zaman düşünmedim. Ayrıca, başkaca neler oldu? Bu çalışma yüzlerce fotoğrafçıya bir anlamda önderlik etmiş oldu. Sadece ben, onlarca arkadaşımı buraya taşıdım. Bu çalışmadan dolayı pek çok video belgesel çekildi. Benim dışımda ya da benimle birlikte çalıştılar. Sürekli benimle röportaj yaptılar.

Etik meseleye gelince; burada biz fotoğrafçılar başkalarının hayatlarına müdahale ediyoruz sonuçta. Tabii bu tartışma konusu. Ben bunu şöyle çözümledim. Fotoğrafçı bazen etik olmayan davranışlar da sergileyebiliyor, başkasının özel hayatına girebiliyor, ama orada gazetecilikteki kamusal amaç dediğimiz olay ön plana çıkıyor ya da yaptığın haberle o insana verecek olduğun kötülük ya da iyilik arasında bir vicdan muhasebesi yapıyorsun. Dolayısı ile benim burada iç hesaplaşmalarım oldu. Bu insanların hayatlarını yayınlamakla onların hayatlarına müdahale ediyorsun bir anlamda. Ve şunu gördüm; buradaki insanlar tamamen alt gelirdeki, savunmasız, çok zor durumda yaşayan insanlar. Zaten hayatları tamamen deşifre olmuş durumda, artı cep telefonu meselesinden dolayı artık herkes her şeyi çekip yayınlayabiliyor. Eskiden travestilerin hayatını çekmek çok zordu, suratına kezzap atarlardı. Uzun bir meslek hayatım var, travesti fotoğrafları zorlandığımız bir alandı. Bunu iki unsura bağlıyorum. Birincisi; artık her travestinin elinde bir milyarlık cep telefonu var, herkes birbirini çekiyor ve sağda solda kullanıyor, yayınlıyorlar. İkincisi; bu insanlar benim bunları aşağılayacak, kötüleyecek anlamda kullanmayacağıma inandılar. Çünkü iki yıl boyunca en az üç yüz iş günü burada bulundum. Yani sabah çıkıyordum ağır bir işçi gibi, gece yarılarına kadar burada, onlarla birlikteydim. Sonuçta şu noktaya geldi olay; onlar beni çok sevdiler, ben onları çok sevdim. Aramızda, oranın kurallarına uygun bir ilişki oluştu ve ben görünmez adam oldum. Mahalleye geldiğim vakit onlar normal hayatlarına devam ediyorlar, ben çekiyorum. Sonuçta o insanlarla aramda inanılmaz bir sevgi gelişti.

Nuray ablamız var mesela, hayatın bütün çilelerini çekmiş bir insan. Bingöl depreminde annesini babasını kaybetmiş, Ankara’da yurtta tecavüze uğramış, Karaköy genelevinde çalışmış, pavyonda çalışmış, son olarak tuvalet bekçiliği yapıyor. Örneğin, ne zaman gidersem gideyim, moralimin en bozuk olduğu anda moralimi düzelten insan. Yanımdakilere ilk söylediği şu “bu adam iyi adam, bu adama iyi bakın”. Mekân sahipleri de sevdiler beni. Hatta öğrencilerim adına, oradaki çalışmalarımı destekleyen konuşmalar yapıp, arada şampanya bile patlatıyorlardı.

İki tane sevimsiz olay yaşadım. Bir tanesi; travesti bir kadın vardı, bir başkası fotoğrafını çekip facebook’da yayınlamış, ama o bilmiyor, benim yayınladığımı düşünüyor, çünkü benimle birlikte yüzlerce fotoğrafçı çalıştı orada, olur olmaz yayın yapıyorlar. Oysa ben onun fotoğrafını yayınlamamıştım. Her gördüğü yerde bana saldırıyordu. Onu gördüğümde yolumu değiştiriyordum. Sonra duydum ki, kocasını bıçaklayıp hapse girmiş. Ama bu çok istisna bir olaydı, psikopat, şizofrenik bir insandı. Yine birkaç tane fahişe ile konuşuyordum, hırsızın bir tanesi çantama el atmış. Fahişe hırsızın eline vurdu, “çek ulan elini, o bizim arkadaşımız” dedi. Bu kadar koruma altına alabiliyorlar sevdikleri insanları. Onlarla zaman zaman çok mutlu, çok iyi duygular yaşadım. Onların dramlarını çok içselleştirdim. Evime dönüp ağladığım zamanlar çok olurdu. İçselleştirilmiş bir çalışma bu. Zaten hayatım boyunca çalışma tarzım bu olmuştur. İnsanın iyiliğine, insan için bir şey yapmak.

Burada hemen geriye dönük olarak, 1980 yılındaki hikâyeye bağlayacağım. Biz 78 kuşağıyız. O dönemde hepimiz silahla kafayı bozmuş olduğumuz için “ben bir makine aldım” dedim arkadaşlarıma, “ne marka” dediler, “Pentax ME” dedim, “ağabey, öyle bir silah var mı” dediler, ben de dedim ki “bu insanı öldürmüyor; bu hayatı, insanı savunmak için kullanılan etkili bir silah”. Dolayısıyla benim fotoğraf tarzım, vicdani bir çalışma tarzı. Yani insanın iyiliği için. Ha, arada günahlarımız oluyor mudur? Muhtemelen oluyordur. Herkesi mutlu etmek çok zor. Ama asıl amaç; genel anlamda, büyük çoğunluğu insanların iyiliğine yapılan çalışma tarzı. Yoksa hiçbir şey dört dörtlük olmuyor.

Etik kavramı değişken midir? Değişken ise sosyolojik, coğrafi ve diğer faktörlerin etkisi nedir? Etik konusunda ortak bir söylemden söz edebilir miyiz?

Etikten ziyade, ahlak anlayışı ile ilgili bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’da çalışırken bir gün, kimlikleri plastikle kaplayan Kürt bir vatandaşımızın fotoğrafını çekecektim, benden para istedi. Yanımda da Fransa’dan gelmiş bir fotoğrafçı arkadaşım vardı. Bizde, Akdeniz bölgesinde çok esprili olarak kullanılan güzel bir sözcük vardır ‘senin anan güzel mi?’. Oysa bunu bir Kürt’e söylemek dünyanın en ağır hakareti. Bana dedi ki “yanında bacım olmasaydı seni öldürürdüm”. Artık kültürlerarası vicdan, ahlak değişiyor. Bizim gibi insanlar bir sürü bilgiden sonra ortalamasını bulabiliyor. O yüzden burada olması gereken yaşadığın, içinde bulunduğun, çalıştığın ortamın etik değerlerine saygı göstermen. O toplumun değerlerine özen göstermen.

Etik sadece insan odaklı mı olmalı? Çekilenin insan olmadığı durumlar hakkında ne söylemek istersiniz?

En tipik örneğini anlatacağım ben bunun. Gazetecilikte bir kural vardır: İnsan hayatı mı haber mi önemlidir? 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ında üç kişi öldürüldü. Biri kalbinden vuruldu, diğeri başından. Başından vurulan benim yanımda öldü, adı Levent olan gardiyan. Yanınızda insan öldürülüyor. Şiddet ve şuursuzlaşma yaşıyorsunuz, yani siz de tepkisel davranıyorsunuz, objektifliğinizi yitiriyorsunuz. Bu arada, meşhur ‘Laleleri Döven Kız’ fotoğrafını hatırlarsınız. Onu gördüm. Yanımda insan ölmüş psikolojimi düşünün. Kıza bağırdım “yapmasana”, “niye çiçekleri dövüyorsun, git polise saldır ama lalelerden, çiçeklerden ne istiyorsun”. Her zaman verdiğim örnektir; bırakın insan hayatını, orada çiçeklerin hayatını korumaya kalkan salak bir gazeteci konumunda kaldım. Tabii doğanın, canlıların hayatını korumak da önemlidir. Benim Tarlabaşı’nda yaptığım çalışmalar yüzünden pek çok çocuğa giysi yardımı yapıldı. Biliyorsunuz evler boşaltıldığı vakit kediler, köpekler, hayvanlar gitmezler, taşınmazlar, evleri bırakmazlar. Aç kaldılar, susuz kaldılar. Benim yayınlarımdan sonra, buradaki sokak hayvanlarına mamalar, yemekler, sular bırakıldı günlerce, aylarca. Kampanyalar düzenlendi. Demek istediğim; vicdanlı insan, sadece insana değil, hayatın her alanında bu değerlere dikkat etmek zorundadır. İnsanı da, hayvanı da, çiçeği de korumak. Yaşamın bütününü korumak vicdanlı bir fotoğrafçının görevi olmalı.

Teknoloji, etiği göründüğü kadar olumsuz etkilemiş midir, analog ve mekanik dönem tamamen masum mudur? Örneğin, kimi habersiz, uzaktan veya teleobjektifle yapılan çekimler ne kadar etiktir?

Yine mesleki olarak açıklamaya çalışacağım. Paris’te SİPA Ajansı’nın bir hafta konuğu idim, bir sırt çantası dia çekmişim. Beş yüz kare fotoğraf seçtiler, aldılar, almadıklarına dikkat ettim. Bir berber dükkânının içi, özel mekânlar. Dışarıda kamusal alanda her şeyi çekip yayınlayabiliyorlar. Ama bunun altına insanı küçülten, onu kötüleyen şeyler yazıldığı vakit etik olmuyor.

Bizim Cengiz Karlıova’yla “uyuyan insan fotoğrafının” çekilmesi konusunda anlaşamıyoruz. Tarlabaşı’nda evinden, mekânından atılmış adam, ana caddede uyuyor. Ön arka planıyla da, olayı en iyi anlatan bir fotoğraf, ne yapmak lazım? Bazen bizim de çıkmazlarımız oluyor, kabul ediyorum. Orada dediğim gibi, yine savunduğum vicdanım. O insana yaptığım kötülük ya da iyilik arasındaki gidip gelmelerdir. Ben o insanların genel anlamda iyiliği için çalışıyorsam, rencide etmiyorsam, çekiyorum. Günümüzde teknoloji kolaylaştı. Bugün herkesin özel hayatı çekilebiliyor ve yayınlanıyor. İnsanlar fütursuzca kendi hayatlarını sergiliyorlar. Sergide, küçük çocukların fotoğrafını çektik. Karar veremedim, yayınlamalı mıyız? Sonuçları açısından bakıyorum ben. Sonuçta bu fotoğrafların yayınlanması kimseye zarar vermeyecek ise yayınlıyorum. Bunu bu fotoğrafı çeken ya da yayınlayan insanın değerlendirmesi gerekir.

Günümüzde dijital teknoloji çok geliştiği için herkes her şeyi çekiyor. Dolayısı ile neyin etik, neyin değil olduğu çok birbirine girdi. Facebook’ta özel hayatlar sergileniyor bolca.
Ben bunları tasvip etmiyorum. Sosyal medyayı kullanıyorum, hem de çok iyi kullanıyorum ama günlük gazeteci mantığı ile kullanıyorum. Irak’ta çektiğim bir fotoğraf için tartışma yaşadım. Irak’ta bir anne hastanede çocuğunu emzirirken fotoğrafını çekmişim. Bu fotoğraf yayınlanmalı mı? Yayınlanmamalı mı? İnsanlar çözümünü bulamıyorlar. Buna karşılık daha yeni, Şavez ve çocuğunu emziren kadın fotoğrafı binlerce yerde yayınlandı. Mutlak cevabı yok, duruma ve şartlara göre değişebiliyor. Bence orada, yüklenilen “anlam” önemli. Günümüzde insanlar teknolojiyi çok kötü amaçla kullanıyor. Örneğin; Londra’da attığınız adım takip ediliyor. Kız arkadaşınla el ele tutuşmuş gidiyorsun, uzaydan çekiyorlar. Gelecekte giysili bir insan çıplak çekilebilecek. Bu teknolojik gelişmeler çok korkutucu. Çözümsüz konular bunlar.

Çekilen fotoğrafların yarışmalarda kullanılması konusu var bir de. Bunu etik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben uzun yıllardır hiçbir yarışmaya katılmıyorum. Ama günümüzdeki fotoğraf anlayışını eleştireceğim. Mardin’e üç otobüs gidiliyor, bir bakırcıya onlarca kişi saldırmış. Burada fotoğrafçının kendi vicdanı, ahlakı başlıyor. Onunla bir iletişim kurmadan, bir duygu yaşamadan, empati yapmadan, sadece onu alıp kaçmak üzere kurgulanmış bir anlayış. Ben bunu eleştiriyorum, belki gazeteci olarak bunu biz de yapıyoruz. Bu aşırı saldırganlık noktasına geldi. Burada, insanların bu konuya yeni bir bilinçle bakması lazım. Yazın Mardin’de ben de çalıştım, 40 derece sıcakta, elektrikler kesilmiş, kelle-paça ütüleyen demirci amca. Ama artık bu amcanın hayatına, duygularına ben empati yapıyorum. Onun yaşadığı o acıyı ben de içselleştirmiş vaziyetteyim. Ve konuşarak, iletişim kurarak fotoğrafını çekiyorum. Ama bizim insanımız ne yapıyor, gidiyor, kelle-paça ütüleyen o adamın elli kişi karşısında duruyor, aynı açıdan aynı fotoğrafı elli kişi çekiyor. Bunu, insana saygı anlamında, saygısızlık olarak değerlendiriyorum. Sonra bunu alıp sosyal medyada, yarışmalarda kullanıyorlar. İki şık var, aksini düşündüğümüz vakit de insan fotoğrafı çekmemek durumundayız, Avrupa’da olduğu gibi. Mesela Avrupalılar, Türkiye’de insan fotoğrafı çekmek kolay olduğu için bol bol çekip gidiyorlar. Ben Nottingam Karnavalını da gördüm, milyon insanın katıldığı karnavalda gazeteci izin alarak fotoğraf çekiyordu. O da fazla oluyor, ya da Hindistan’a gittiğin vakit, insanlar kurbanlık koyun gibi. Bunun çözümü de yok aslında. Bunun çözümü, başında söylediğim gibi, fotoğrafçının kendi iç vicdani sorumluluğu. Fotoğrafını çekecek olduğu objeye verecek olduğu zarar.

Sergideki fotoğrafları düşünüyorum. Kitap yapacağım. Yüzde doksanı ile arkadaş oldum, hiç birinden de imza almadım, ama yarın biri beni mahkemeye verirse tazminat alabilir. Kötü niyetli olursa. Bunun çözümü yok. Hepsinden tek tek imza alamazdım. Otuz bin kare fotoğraf çekmişim. Mesela bir travesti portresi var, mükemmel bir portre, ama adamı bir daha bulamadım. Kılık ve kıyafetinden dolayı farklı bir kişilikte, maskesi var bir anlamda. Böyle sosyolojik bir projede de bunların çekilmesi, yayınlanması gerekir.

Düğün sahiplerine hayatlarının en güzel fotoğraflarını hediye ettim, DVD hediye ettim, beni içlerine aldılar, çekim izni verdiler. Beni kabul ettiler, evlerine girdim. O göz teması o kadar kuvvetli ki, oradaki insanlarla. Hatta daha sonra yayınlandığında, televizyon programlarında izlediler ve “sen bizim hakkımızı savunuyorsun” diye karşıladı çoğu. Hayatın içinde her zaman bilinmezlikler vardır, neyle, hangi kötü niyetli ile karşılaşacağını bilemezsin. Tarlabaşı çalışmasında, iki yılda, o mekânlarda olabilmek, yaşayabilmek için sadece 6-7 bin lira içki parası ödedim. En az üç yüz iş günü orada çalıştım. İki yıldır hayatımın önemli bir bölümünü verdim, yaşadığım stres, risk çabası. Benim bu anlamda maddi hiçbir kazancım yok, tam tersi, iki yılda, ben başka bir iş yapsam para kazanırdım, şimdi parasal kayıplarım var.

Belgesel fotoğraf konusunda ahlaktı, etikti, ahkâm kesen insanlar, belgesel fotoğrafçının üretimi ve onun nasıl geçineceği konusunda asla cevap vermiyorlar. Ben bunu 3 Mayıs Ankara Belgesel Fotoğrafçılar buluşmasında da sormaya çalıştım, İstanbul’daki toplantılarda da sormaya çalıştım. Sonuçta biz bir iş yapıyoruz. Belgesel fotoğrafçı olarak madem ki iş yapıyoruz bunun ekonomik boyutunun, telif haklarının da irdelenmesi gerekir. Anlı şanlı fotoğrafçılar, fotoğraf çekmeleri bıraktılar, sadece ahlak ve etik konusunda ahkâm kesmeyi iş edindiler, ama belgesel fotoğrafçıların nasıl yaşayacağı konusunda tek bir cevap vermiyorlar. Ya da çoğu tanıtım ve reklam fotoğrafı çekerek hayatlarını sürdürüyor. Bu da benim üzerine basa basa, ısrarla sorguladığım bir mesele. Benim kendi adıma fotoğrafa yüklediğim anlam şu; ben çekerim, insanlarla paylaşırım, insanlara sunarım. Genel izleyicinin tepkisi benim için en büyük ödüldür. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Bu anlamda, belirli bir yaşa ve konuma gelmiş insan olarak yarışmalar beni ilgilendirmiyor. Ben de jürilerde bulundum, jüriler çok sübjektiftir.

Mehmet Bayhan’la bir anımı anlatayım. Mehmet Bayhan otuz yıllık dostum, arkadaşımız, hocamız. İstanbul’a taşındım. AFSAD’dan İFSAK’a geçtim, örgütlülüğe inandığım için İFSAK’da gözümü açtım. Benim çektiğim bir “Çoban Kız” fotoğrafı vardır, Mehmet Bayhan ilk elemede eledi fotoğrafı, sonra bu fotoğraf İFSAK’ta ayın en iyi fotoğrafı seçildi; Yunanistan’da, Fransa’da bienallerde sergilendi, katalogda yer aldı… Yıllar sonra Mehmet Bayhan ile karşılaştık “Ali senin çok güzel bir Çoban Kız fotoğrafın vardı” dedi, ben de “hatırlıyor musunuz, siz benim o fotoğrafımı ilk turda elemiştiniz” dedim. Seçkiler, seçimler çok sübjektiftir. Kimse fotoğrafım seçilmedi diye üzülmesin. Jüri nasıl düşünüyorsa, kendi bakış açısını ona adapte ediyor. İnsan yaptığı işten emin olur, bunun da benim için tektir kıstası; paylaşırsın, bu sosyal medya, basın olur, dergi, kitap, sergi olur. Geri dönüş en büyük ödüldür. Sergide siz de tanık oldunuz, insanlar bakıp geçmediler, fotoğrafların önünde dakikalarca durdular. Demek ki insanlara vermek istediğim mesaj ulaşıyor. Benim fotoğrafla ilgili derdim var ve onu insanlara ulaştırabiliyorum. Bu benim için en büyük ödül. TÜYAP’ta milyon dolarlık sanat fuarı içerisinde, iki tane genel müdür yardımcısı, diğer galeri sahiplerinin ortak söyledikleri şeydi; en çok ilgi çeken sergi Tarlabaşı sergisiydi.

Fotoğrafın paylaşıldığı ve değerlendirildiği sosyal paylaşım siteleri, e-yayın, sergi, gösteri, basılı yayın, jüri, hakemlik, TELİF HAKLARI gibi alanlarda etiğin yeri nedir?

Telif hakları ile ilgili fazla konuşamadık. Bırakın telif haklarını, basında da ben bu kavgayı yaptım. Hayatın her alanında yaptım, şimdi facebook’ta yapıyorum. Kes-kopyala yöntemi. Hiç kimse onu üreten insanı, arkasındaki kaygıları düşünmüyor, sorgulamıyor. Kızın biri Tarlabaşı fotoğraflarından, 25 tane fotoğrafı çekip kopyalamış, kendi sayfası gibi beğeniye açmış. Aslında ben orada eğitici bir rol üstlendim. Fakat arkamda kimler yok biliyor musunuz? Fotoğrafçılar yok. Oysa onların kavgasını yapıyorum ben, hayatta kendi çıkarlarım için hiç kavga yapmadım. Öncelikle toplumsal çıkarlar, başkalarının çıkarları için hep savaştım. İnsanlığın idealleri benim için çok önemli ve belirleyici, bu anlamda telif hakları konusunda en çok sömürülen insanlardan bir tanesiyim. Ama savaşçı bir insanım, en azından fotoğraflara imza atılması gerektiğini öğreten bir insanım. Yunanistan’da, Avrupa Sosyal Forumu’nda iki metrelik pankartta kocaman Ali Öz imzası var. Pankarta dahi imza atıldı. 2003 Savaş Karşıtı mitingde insanların elinde döviz olan fotoğraflarda Ali Öz imzası vardır. Solculara bile imza atmanın önemini kavratmış bir insanım. Ama arkama dönüp baktığım vakit bu mücadelede meslektaşlarımı göremiyorum. Günümüzde, fotoğrafçının özlük hakları, hele belgesel fotoğrafçının özlük hakları sıfır noktasında. O yüzden bugün insanlar, belgesel fotoğrafı üretim ekonomisi olarak görmüyorlar. Onu bir sosyal uğraşı olarak görüp, kalan zamanlarında da hocalık yaparak hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar.

Burada tekrar söylüyorum, çok önemli bir soru olarak, bu konuda konuşan arkadaşlarımız, belgesel fotoğrafçının nasıl geçinebileceğinin cevabını vermek zorundalar. Benim yirmi yıllık birikimim olmasa idi, bu ekonomik gücüm olmasa ne yapardım bilmiyorum. Nerede ise on yıldır hiç para kazanmadan yaşıyorum, mevcut üretimlerimle hayatımı taviz vermeden sürdürebiliyorum. Ama genç insanlara “gel seni foto muhabiri yetiştireceğiz, gel seni belgesel fotoğrafçı yetiştireceğiz” diyorlar. Peki, bu adam nasıl yaşayacak? Bunun cevabını vermiyorlar. Bu ciddi bir eleştiri.

Benim soracaklarım bu kadar, sizin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Tarlabaşı’nın kitabını yapacağız muhtemelen. Yurtiçi Kargo’nun desteği ile. Serginin açıldığı gün izleyebildiyseniz coşkulu bir söyleşi vardı. O söyleşinin coşkusu ile bunun DVD’sini yapalım denildi. Sonra ben sakin kafa ile düşününce kıyamadım, fotoğraflarımın bir anda yüz binlerce çoğaltılıp bedava, insanların eline geçmesine kıyamadım, telif hakları açısından. Bunu yapacak insanın bana ciddi bir para ödemesi, anlaşma yaparak karşılığında çoğaltması lazım. Kırk liraya kitap satıp bir de DVD vermek bana uygun gelmedi, çocuklarımdan kopartılacakmışım gibi geldi. O yüzden DVD yapmaktan vazgeçtim. Gösterilerde, davet edildiğim ortamlarda hemen kopyalamak istiyorlar, itiraz ediyorum. Çünkü bu benim işim sonuçta, iki yıl emek harcamışım. Telif hakları meselesi maalesef fotoğrafı da bitiriyor.

Fotoğrafın kendisinin çabuk tüketilen bir yanı varken, bir de teknolojik gelişmeler daha mı değersizleştiriyor?

Tabii daha değersizleştiriyor. Eskiden Robert Capa’nın “Vurulan Asker” fotoğrafı, “Nepal Bombasından Kaçan Kız” fotoğrafı ya da Vietkong’da öldürülen vatandaşın fotoğrafı bizi çok etkilemişti, özellikle 78 kuşağını. Beynimize kazınmış fotoğraflar. Artık canlı yayınlarda savaşı izliyorsun. Eskiden uçak kaçırıldığı vakit fotoğraf çekebilmek için on takla atardık, şimdi elli kişi 3G ile canlı yayın yapıyor. Dolayısı ile bu hızlı tüketme bizi hafızasız yapmaya başladı.

Bir de, günümüzde fotoğrafta zorlamalar yaşanıyor, geniş açı hastalığı, photoshop hastalığı gibi. Ben kendi anlayışım içerisinde, 1980’de fotoğrafa başladığımda nasıl fotoğraf çekiyorsam şimdi de aynı fotoğrafı çekiyorum. Fotoğrafın o, kendi dili, yalın dili; hikâyesi olması çok önemli. İnsanların özellikle bakma kültürü yok; ekipmanla, photoshop’la zorlama ile fotoğraf olduğunu sanıyorlar. Fotoğrafın bir hikâyesi olması lazım, derdi olması lazım, sözü olması lazım. Benim 1980’de çektiğim fotoğrafta da, bugün çektiğim fotoğrafta da, aynı yalın dil, çünkü orada benim bir derdim var. İnsanlara bir şey anlatmak, bir şey söylemek; anlasınlar, kolay anlasınlar istiyorum. Herkes kendince bir şey alabiliyor fotoğraflardan. Artık Magnum tarzı fotoğrafçıları dahi eleştirmeye başladım. Aşırı komposizyon zorlamalarından dolayı. Hayatı anlatmak fotoğrafçının derdi olmalı.

Ben fotoğrafı araç olarak kullanıyorum; hayata bakış açımın, vicdanımın filtresi olarak kullandığım araç. En etkili kullanabildiğim, kendimi en iyi ifade ettiğim araç. Önemli olan bakmak ve ne yapmak istediğini bilmek. 1980’de, 78 kuşağının birikimiyle fotoğrafa başladım. Sonra gördüm ki, ülkemin 78 kuşağının belgeseli yokmuş, kaybedilmiş. O zaman karar verdim, çekmeliyim; otuz yıl bu ülkeyi fotoğrafladım. 25 yıl 1 Mayıs, 25 yıl YÖK öğrenci olayları, 25 yıl güneydoğu Kürt meselesi… Aklınıza ne gelirse…

Ali ÖZ

Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013

Bizi paylaşın..