Ali İhsan ÖKTEN | Görme, Görsel Algılama ve Fotoğraf (30. Sayı)

Her insanın yaşadığı süre boyunca çevresinde bulunan uyarıcılara, duyu organlarıyla verdiği bir tepkisi vardır. Bu tepki, belli bir süreç içinde gelişir. Bu, insandan insana farklı özellikler gösterir ve insanın bilişsel süreci olarak adlandırılır. Kişi, ilk olarak, bu uyarıcılara duyularıyla farkındalık sağlar. Bu ilk sürece ‘duyum’ denir. Duyumların beyinde çağrışım yoluyla oluşan şekline ise ‘algı’ denir. Çevremizle, ancak algılarımız sayesinde ilişki kurabiliriz. Dokunma, koklama ve tat duyuları yakındaki nesneleri, görme ve işitme ise bireyin uzağındaki nesneleri algılama biçimidir. Beyin, duyu organlarıyla elde edilen bilgileri, ipuçları olarak değerlendirir ve onları yorumlama sürecini başlatır. Bu yorumlama, bireyin aldığı eğitim, sosyokültürel ve entelektüel düzeyine göre yeniden düzenlenir. Algı: nesnelerin bilinç düzeyinde yarattığı uyarımlardır. Algılama, algı ve onun yorumunu birlikte içerir. Algılama, karmaşık bir süreçtir. Aslında her “bilgi edinme” veya yeni bir şey öğrenme ‘algılama süreci’nin kapsamını değiştirir ve geliştirir. Böylece, kişisel bilgi birikimi oluşur. Her algı, bu bilgi birikimlerine göre yeniden şekillenir. Bireysel etmenler dışında, toplumdaki diğer kişilerin varlığı algıya etki eder. “Sosyalleşme” olarak adlandırılan bu süreç, çelişkiyi, işbirliğini, ödül ve cezayı, davranışların kısıtlanmasını, engellenmesini içeren bir süreci oluşturur. Sonuç olarak, bireyin içinde yaşadığı kültürel ortam, kişinin algılarının belirleyicisi haline gelir.

Görme ve görsel algı için ışık şarttır ve algılanan nesnenin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Işığın olmadığı bir ortamda görme ve görsel algıdan söz edilemez. Görsel algı, diğer duyu algılarına göre en gelişmiş konumdadır. Bu durum, bilinç düzeyindeki davranışlarımızın yaklaşık %99’unun belirleyicisi konumundadır. Bu algı yolundan emin olunmadığı zaman, diğer duyulara, özellikle, dokunma duyusuna başvurulur. Dokunma duyusu, genellikle görsel algının doğruluğunu denetleyen bir işlev üstlenir. Sergilerde, artık fotoğraf veya resimlere sadece uzaktan bakmayın. Onlara yaklaşın ve dokunun; onları daha iyi algılayabilirsiniz.

Konumuz fotoğraf olduğuna göre görme, görsel algı, fotoğraf ve bunların oluşturduğu gerçeklik üzerine düşünebiliriz. Algı; daha önce bahsettiğimiz gibi, nesnelerin bireyin duyu organlarıyla elde ettiği verilerdir. Algılanan ise, gerçekliğin önemli bir bölümünü oluşturan nesnelerdir. Bireyin algıladığı aslında nesnenin kendi varlığından çok onun oluşturduğu ve duyu organlarıyla elde edilen duyumsal verileridir. Gerçeklik söz konusu olduğunda, nesnelerin kendi varlıklarından çok, onların oluşturduğu algıların varlığı önemlidir. Gerçekliğin bir anlamda yeniden sunumunu oluşturan bu algılar, algılananın fiziksel, kültürel, algılayanın psişik, fizyolojik, kültürel özelliklerine göre biçimlenmektedir. Bu da nesnelerin algılanabilir özelliklerinin farklı kişilerce, farklı değerlendirilmesine yol açmaktadır. Nesneler, değişik bireylere, değişik biçimlere veya aynı kişilere, farklı zamanlarda ve durumlarda değişik görünürler. Kişinin bilinçlenme süreci geliştikçe, algılama süreci de değişecektir. Algılama, seçicidir, bireyseldir, yaratıcıdır, tam değildir; her algının eksik kalmış bir yanı vardır, bu yüzden genelleştirilmiş ve önyargılıdır.

Bir resme veya fotoğrafa baktığımızda, algılama sorunsuz bir süreçtir. Çünkü duyularımıza ulaşan veriler somut ve zengindir. Nesnelerden gözümüze yansıyan ışık, nesne (doku, kontrast, şekil, hareket, vs.) hakkında yeterli bilgi verir. Bu anlamda algılama, dolaysız, tahmin, yorum ve çaba gerektirmeyen bir güce sahiptir. Gibson’a göre, herhangi bir resmin veya fotoğrafın algılanması, doğal bir çevrenin algılanması kadar, kendiliğinden ve sıradan bir süreçtir. Gombrich ise resimlerin iki boyutlu düzlemler dışında, bazı okuma süreçlerinin olması gerektiğini söylemiştir. Bu yüzden, algılayanın, yeniden sunulan nesne hakkında ön bilgisi olması gerektiğini, yoksa, algıda bozukluğa yol açabileceğini belirtir. Ayrıca, nesneler ve nesnelerin algılanabilir özellikleri de, algılayıcı tarafından farklı değerlendirilebilir. 1920’lerde Picasso’ya, neden nesneleri oldukları gibi çizmediğini soranlara; “Zaten nesneler oldukları gibi değillerdir.” cevabını vermiştir.

‘Görme’ ile ‘görsel algılama’ arasında ciddi anlamda fark vardır. Görme için fazla bir şey bilmenize gerek yoktur. Oysa görsel algılama yaparken bilgi birikiminiz ve yorumunuz önemlidir. O yüzden bazı fotoğrafları görürüz. Bazılarını ise, görsel olarak algılayarak beynimizin bir köşesine yerleştiririz. Fotoğraf nesnesinin oluşturduğu imgesel veriler bize verilen ipuçlarıdır. Biz o ipuçlarını algılayarak fotoğrafı çözümleme yoluna gideriz. Fotoğrafın üretildiği andan itibaren, fotoğrafçı, algılayan ve fotoğraf kullanıcısı tarafından gerçekliği sorgulanır. Herkesin algıladığı duruma göre fotoğrafın gerçekliği farklıdır. Fizyolojik, psikolojik, fiziksel unsurlar ve entelektüel birikim, algılama sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. O yüzden “algılayan” karmaşık bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda ‘algılanan’ da en az o kadar karmaşıktır. Bu, fotoğraf yarışmalarında önemli bir unsurdur. Farklı yapıdaki kişiliklerin algılayıcı olarak farklılıkları ve algılanan fotoğrafların da bir o kadar farklı olmasının sonuçlar üzerinde etkisi de farklı ve tartışmalı olacaktır.

KAYNAKLAR:
İhsan Derman. Fotoğraf ve Gerçeklik. Ağaç Yayınları. İstanbul. 1991, sayfa 33-42

Kontrast Sayı 30, Temmuz-Ağustos 2012

Ali İhsan ÖKTEN

Bizi paylaşın..