“Gerek yok her sözü laf ile beyana.
Bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana”
Mevlana Celaleddin Rumi
İnsanlar kalıcı olsun diye bir an’ın fotoğrafını çeker. Bunlar bazen doğadaki bir durumun fotoğrafı, bazen bir canlının, binanın, yaratılmış bir olayın, olgunun fotoğrafıdır. Sanatçı her durumda fotoğraf ile seçilen o “an”ın ve sonsuz hareket halindeki oluşumların kalıcı olmasını amaçlar. İster devinim ister durağan olsun bir anın kalıcı olmasıdır söz konusu olan. Anlatı ile betimleme arasındaki farkı sinema ile fotoğraf arasındaki duruma benzetebiliriz. Fotoğraf, bir anının değişmeden duran bir an’ının betimlenmesidir. Fotoğraf bir bakıma anlatıdaki betimleme kısmına denk düşer. Anlatının eylemler dizisi ise sinemaya benzer. Sinema anlatır, fotoğraf betimler.
İnsanlar yaşamlarından bir an’ın kalıcı olması için fotoğraf çektirirler. Bu kalıcılık hem anımsamak anımsanmak hem de geçmişe bir not düşmek anlamındadır. Geçmişe not düşmek de bir bakıma anımsamakla ilgilidir.
Burada bir başka boyuttan daha söz etmek gerekiyor. Eğer fotoğraf yoluyla sadece geçmişe bir not düşmek, yaşanmış herhangi bir anı anımsamak söz konusu ise sadece deklanşöre basmak yeterli olacaktır. Ama birazcık da bu anı “anlamlı” hale getirme niyeti varsa durum bambaşka bir yöne kayar. İşte orada öznellik ya da yeniden oluşturma süreci işin içine girer. Belki de “sanat” denilen şey, var olanı olduğu gibi sunmanın dışında, yeniden sunum (fr. représentation) olarak ortaya koyma işiyle başlamaktadır. Yeniden sunum her yerdedir. Doğada, çevremizde ya da dünyada var olan bir şey; roman, öykü, resim, fotoğraf, mimari vb. gibi anlamlı yapılar; sanat yoluyla, görüntü yoluyla, dil yoluyla yeniden oluşturulur. Yeniden sunum sanat yapıtının en temel özelliklerinden birisidir.
Anlatı, sinema, fotoğraf, karikatür ya da bir başka anlamlı yapı bir tür yeniden sunumdur. Yeniden sunum yoluyla fotoğrafçı gerçek dünyaya yeni bir anlam katmış olacaktır. “Sanat yapıtı için yeniden sunum denilse de asıl olan gerçek dünyada olan ve görülen bir şeyin yeniden sunumu aşamasında sanatçı kendi öznelliğini işin içine katar. Bu da sanatın gerçeği gösterme biçimidir” [1].
Buradan anlaşılan gerçek dünyadaki bir nesne, bir gösterge sanatsal evrende yeniden oluşturulur. Sanat denilen şey belki de /görülmesini sağlamak/ kipliğinin ardında saklıdır [2]. Nesne gerçek dünyada vardır ve bunun görülmesini sağlama biçimi sanatçıya bağlıdır ve sanatçının öznelliği bu aşamada söz konusu olur.
Kadrajın içine alınan iki tür görüntüyü (doğadaki bir durumun olduğu gibi alınması ile doğadaki olayları belli amaçlar için bir araya getirme ve düzenlemesi), türüne bağlı olarak iki biçimde yorumlamak olasıdır.
Görüntülerin birincisi, doğadaki ham halde bulunan görüntüdür. İnsanın fazla bir müdahalesi yoktur denilebilir. Diğeri ise belli bir biçim verilen görüntüdür. İkinci tür görüntüyü anlamlandırmak için yorumlamak gerekir.
Bu tür görüntü yorumlanmaya muhtaçtır. Çünkü belli bir amaçla bu düzenleyim yapılmıştır.
Buradaki ikili yapıyı biçim/töz karşıtlığı olarak değerlendirebileceğimiz gibi kültür/doğa karşıtlığı biçiminde yorumlamak da olasıdır. Doğada kendiliğinden var olanı insan; ekranda, kâğıtta, dilde, tuvalde ya da bir başka yerde yeniden oluşturur. Bu yeniden oluşturma bir biçimdir, belli bir niyetle oluşturulmuştur. O zaman, burada anlattığımız bağlamda, doğa ya da töz olanda insanın fazlaca bir müdahalesi yoktur. Ama onu kültürel bir ürüne dönüştürdüğü ya da belli bir biçime dönüştürdüğü anda o insanın öznel olarak ürettiği ve istese de istemese de kendi değer yargılarını da bir biçimde kattığı ürünler ortaya çıkacaktır.
Bu kadar karmaşık anlatımdan sonra fotoğrafa geçtiğimizde, bir anının dondurulması olan fotoğraf öncelikle kültürel bir üründür, bir biçimdir. Dondurulması düşünülen anda bir seçme işi vardır. Bu da bir biçim vermedir. Tözü biçim haline getirme işidir. Biçimlemek bir anlamda öznelliğin girdiği bir andır. Yani doğadaki töz halindeki bir şeyin resmini çekmek onu biçimlendirmek demektir. Bu açıdan tüm fotoğraflar bir kültürel üründür.
Ama kadrajın içindeki doğayı ya da tözü simgeleyen fotoğraflarla çok fazla bir anlam yaratılamayacağı da ortadadır. Bu sefer kadrajın içinde yer alacak kısımları yeniden düzenlemek, daha özenli kurgulamak da gerekebilir. İkili bir durum söz konusudur: Öncelikle fotoğraf kendi başına bir kültürel üründür, yani bir biçimdir. İkinci olarak da kadraj içine alınan görüntünün düzenlenmesi yani “anlamlı” hale getirilmesi yeni bir biçim olarak değerlendirilebilir.
Fotoğrafa anlam katmak demek bir bakıma doğada var olana az da olsa müdahale etmek demektir.
Elbette doğadaki bir şey tek başına anlamlı olabilir ancak genelde insanın bazı dış müdahalesi ile anlam yaratılabilmektedir. Doğadaki bir ağacın, bir kuşun, güneşin ya da ayın fotoğrafı çekilebilir. Ancak bunlar belli bir düzen içinde, bir ilişki oluşturacak biçimde bir araya getirilmeye çalışılırsa onu yeni biçim vermek anlamına gelecektir. İşte anlam da böyle bir anda ortaya çıkacaktır.
Anlam denilen şey biraz soyut, biraz da felsefi bir durumdur. Saussure, “anlam karşıtlıklardan doğar ve karşıtlık içinde var olur” diyor. Eğer durağan bir yapı durumundaki fotoğraf yoluyla anlam yaratılacaksa çok sıradan bir deklanşöre basmanın ötesinde biraz çaba harcamak gerekebilecektir. Örneğin; Saussure’ün dediği şekliyle bazı karşıtlıkları bir araya getirebilmek önemlidir. Doğadaki bir varlık değerini öbür varlıkların tümüyle kurduğu bağıntı ve karşıtlıktan alır. Bu durum bize bir öğenin tek başına var olmayacağını onu var edenin öğeler arasındaki karşıtlık bağı olduğunu gösterir. Saussure; ‘Her gösterge dizgesinde olduğu gibi dilde de göstergeyi gösterge yapan, onu benzerlerinden ayırt eden özellikten baksa bir şey değildir. Değer ve birimi yarattığı gibi özelliği yaratan da ayrılıktır’ der. Fotoğrafda anlam yaratma, değer sürecinde benzerlik ve farklılıkların sanat adına dönüşüm süreci değil midir?
Alıcı, dinleyici ya da okuyucu açısından ise anlamlı olan şeyin yorumlanması ya da anlamlandırılması gereklidir. Bu da belli bir bakış açısı, yaklaşım ve yönteme bağlı olarak yapılabilecektir. Birçok çözümleme biçiminin temelinde, oluşturulan bu anlamlı yapıyı belli bir yaklaşımla değerlendirme ve yorumlama vardır.
Örneğin Paris Göstergebilim Okulu’ndan Algirdas-Julien Greimas ve izleyicilerinin geliştirdiği göstergebilimsel okumalar da anlamın peşindedir. Genel göstergebilim ya da sonradan gelişen görsel göstergebilimin peşinde olduğu şey anlamdır. Fotoğrafı merkeze alarak kısaca anlatabileceğimiz göstergebilim, belli bir amaçla oluşturulmuş anlamlı bir yapı karşısında anlamın oluşum süreci ve anlamlamayı sorgular ve ortaya çıkarmaya çalışır. Göstergebilim, bir yapı karşısında “bu metni (anlamlı yapıyı, söylemi, fotoğraf, karikatür, öykü vb.) kim söyledi” ya da bu “metinde ne söyleniyor” sorularının yanıtı peşinde değildir. Her metnin (konuşma, resim, heykel, karikatür, fotoğraf vb.yi bir metin olarak değerlendirmek olasıdır) bir üreteni vardır. “Kim söyledi” sorusunun yanıtı böylece bulunabilir. Yine her metnin konusunun ne olduğu konusunda bir şeyler söylenebilir. Göstergebilimin peşinde olduğu soru “bu metin söylediği şeyi nasıl söylüyor?” biçiminde özetlenebilir.
Bu soru bize anlamlamanın oluşumunu sorgulamaya götürür. Her metinde anlamın oluşumu farklı biçimdedir. Fotoğraftaki anlam oluşturma ile öyküde anlam oluşturma farklı biçimlerde olacaktır. Oluşturulan her anlamlı yapının okunması da alıcının öznelliğine bağlı olarak değişecektir. Yani aynı durumun farklı açılardan, farklı kişilerde yarattığı anlamlar (özellikle eğretilemeli anlamlar) farklı olacaktır. Çağdaş göstergebilimin kurucu Greimas’a göre “anlam bitirilemez”. Belki de bu nedenle olsa gerek, Greimas, Fransız öykü yazarı Guy de Maupassant’ın 15 sayfalık bir öyküsünü, 227 sayfalık bir göstergebilimsel çözümleme ile açıklamaya çalışır [3].
O halde her anlamlı yapıyı yeniden sorgulamak ve kendi içinde çözümlemek gerekmektedir. Yani bir fotoğrafı çözümledikten sonra bir başka fotoğrafın da aynı olabileceğini düşünerek vazgeçmek, göstergebilimin çözümleme biçimine aykırı bir durumdur.
Genel göstergebilimde üç düzeyli bir çözümleme biçimi geliştirilmiştir. Greimas’ın izleyicilerden Denis Bertand bu üç aşamayı şu biçimde yeniden düzenlemiştir [4].
Bu tabloyu kısaca yorumlamak gerekirse:
- Beti okumanın ilk düzeyi ve söylemsel tutarlılığın kişi, uzam ve zaman bağlamında yerdeşlikle kurulduğu öğedir. İzlek ise bir anlatıda ilk okumayla görülebilecek konuların sıralanması
olarak belirtilir. Beti ile birlikte izleksel öğe, söylemsel yapıyı oluşturur. - Anlatısal-göstergesel yapılar genelde anlatılarda olan bir durumdur. Örneğin tek bir kare fotoğraf için bu aşama olmayacaktır. Çizge, anlatı izlencesini belirtir. Çizge ve eyleyenler anlatısal yapıyı oluştururlar.
- Son öğe olarak belirtilen temel anlam ve sözdizim ise çözümlemenin derin yapısında ortaya konan anlamlamanın oluşumunu belirtirler. Fotograf açısından bu aşama önemlidir. Bu aşama anlamlamanın temel yapısını ortaya koymayı amaçlar.
Mersin, Gülnar doğumlu İsa Çelik’in bu fotoğrafına bakıldığında, sadece doğadan bir rastgele durumun betimlenmesi değil, özel olarak bir anın seçimi olduğu ortadadır. Gerçek anlamda bir seçme işinin olduğunu görebiliyoruz. Elbette bir kuş görmüşüzdür, bir baca, bir ışık, akşam karanlığı vb. Ama bunların hepsini bir araya getirmek hem kültürel bir durum hem de biçimdir. Bu biçimde insan kendi öznel yanını da işin içine katmıştır. Burada tek bir kadraj içine belki de çok zor rast gelecek bir durumu bir araya getirerek bir anlam yaratıcı imgeyi oluşturmaya çalışmıştır. Burada bir biçim ya da kültürel yan söz konusudur. Bir kadraj içinde anlamlı bir kare oluşturabilmek için fotoğraf sanatçılarının saatlerce beklediğini hepimiz duymuşuzdur.
Fotoğraftaki anlam sorunu ile farklı bilim dalları ilgilenmektedir. Örneğin felsefe, görsel sanatlar, alımlama estetiği gibi bazı alanlar fotoğraftaki anlam ve görüntü durumuyla ilgilenebilmektedir. Elbette göstergebilim de fotoğraftaki anlam sorunuyla fazlasıyla ilgilenmektedir. Çünkü göstergebilimin temel amacı, insanın belli bir amaçla ürettiği her türlü göstergeyi anlamsal açıdan ele alıp değerlendirmesidir.
Göstergebilimsel çözümleme açısından baktığımızda söylemsel yapı olarak fotoğraftaki uzam ve izlekten söz edilebilir. İstenirse alaca karanlıktan yola çıkarak bir zaman diliminden de söz edilebilir. Tek bir kareden oluşan fotoğraf için anlatı çizgesi, eyleyensel sözdizim, kipsel yapılar gibi anlatısal göstergesel yapılardan söz edilemez. Ancak derin yapılar bağlamında bu fotoğraf ele alınıp incelenebilir.
Göstergebilimsel çözümlemenin üçüncü aşamasında anlamsal kurgulanışın ortaya çıkarılışı amaçlanmaktadır.
Bu da değişik biçimlerde yer alan karşıtlıklarla olacaktır. Görüntülenecek nesne ya da nesneleri belli bir düzen içinde yerleştirerek bazı karşıtlıklar oluşturmak gerekebilir. Örneğin; düz çizgiler eğik çizgilere, yatay çizgiler dikeylere, kırmızlar beyazlara, dairesel yapılar dikdörtgensi yapılara karşıt olarak yerleştirilmeli ki bir anlam oluşturulsun. Kısacası doğadaki nesnelerle de bu anlam yaratılabilir ancak belirli bir özen ve çaba gösterilmesi gerekmektedir.
Fotoğrafa baktığımızda canlı olan kuş cansız nesnelere karşıt durumdadır. Önde karanlıkta olan kuş arkadaki aydınlığa karşıttır. Dikey durumdaki baca yatay durumdaki kuşa karşıttır. Karanlık, aydınlığa, kalıcı olan (baca), geçici olana (kuş), üstteki de alttakine karşıttır. Bu karşıtlıklar her zaman yorumlanabilecek şeylerdir.
Örneğin; canlı durumdaki kuş her an uçarak var olan yapıyı değiştirebilecektir. Bir bakıma ışığı sağlayacak bir bakıma ise fotoğraftaki tek devingen olan nesne çıkarak fotoğraf durağan bir yapıya dönüşecektir. Kuşkusuz baca, ışık ve alaca karanlık için de farklı yorumlar getirilebilir.
Sonuç olarak fotoğraf yoluyla sanatçı gerçek dünyayı yeniden yorumlar, ona bir anlam katar. Kattığı bu anlamın anlamlandırılması ve yorumlanması alıcıyla ilgilidir. Bu da anlamı oluşturma kadar zor, hatta bazen ondan da daha zor bir süreci gerektirebilir.
Anlamlandırabilecek nice güzel fotoğraflar görebilmek dileğiyle…
Kaynakça:
[1] GÜNAY, V. Doğan (2014) “Doğrulama ulamı bağlamında sanat yapıtında doğru ya da yanlış” Güneş, Ahmet (editör) İletişim Araştırmalarında Göstergebilim içinde. Konya: Literatürk Akademia Yayınları, ISBN:978-605-337-024-6, [111-133].
[2] Günay, V. Doğan (2002) Göstergebilim Yazıları, İstanbul: Multilingual Yayınları, s. 132.
[3] Greimas, Algirdas-Julien (1976) Maupassant. La Sémiotique du Texte Paris: Editions du Seuil.
[4] Bertrand, Denis (2000) Précis de Sémiotique Littéraire. Paris: Nathan-Université, s. 29
Prof. Dr. V. Doğan GÜNAY
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dilbilim Bölümü
[email protected]