SÜHA DERBENT: “Ke(n)dime giden yol…”
25 yıldır profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Cumhuriyet Gazetesi, Atlas Dergisi ve Marie Claire Dergisi için gezi fotoğrafları çekti. Gezi National Geographic Traveler Dergisi’nde iki yıl görsel yönetmen olarak çalıştı. İskandinavya’dan Madagaskar’a, Sri Lanka’dan Kanada’ya kadar 60’tan fazla ülke gezdi. Son 20 yılını vahşi doğadaki hayvan davranışlarını, özellikle büyük kedileri fotoğraflayarak geçiren Süha Derbent, Türkiye’nin tek profesyonel vahşi doğa fotoğrafçısı. Yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi fotoğraflayan, dünyadaki çok az sayıda fotoğrafçıdan biri.
Bengal kaplanını fotoğraflayan ilk Türk vahşi doğa fotoğrafçısı.
Fotoğrafla ilgilenmeye başladığım ilk zamanlardan beri her çalışmasını takip ettiğim birkaç fotoğrafçıdan biri. Nasıl peşine düşmem ki? Balkan Naci İslimyeli’nin dediği gibi; o, doğanın başyapıtı olan kedilerin dünyasına yaptığı zorlu yolculukta, büyük bir sanat eserine sessizce yaklaşan yorumcunun saygılı, sevgili ve yaratıcı duruşunu sonuna dek incelikle korumayı başarmış bir fotoğrafçı. O dünyanın dört bir yanından, vahşi doğanın kahramanlarını bizlerin seyrine taşırken, ben o fotoğraflara bakarak insana ve insanlığa dair ne çok eksiğimiz olduğunu; sabrı; doğal ve sıradan olabilmenin yüceliğini; beklentisiz ve karşılıksız sevginin büyüklüğünü o canlılardan öğrendim. Fotoğrafı sadece o canlılara ulaşmanın, onlara yakın olabilmenin bir aracı olarak kullanan Süha Derbent, yaşam biçimi ve yaşamdaki duruşu, hayata bakışı, işine olan saygı ve sevgisi kadar, doğa ve doğadaki tüm canlılarla olan özel iletişimi ile kendime örnek aldığım insanlardan biri, o benim kahramanım. Sevgili Murat Pulat ile birlikte gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiden en az bizim kadar keyif almanız dileği ile…
Vahşi doğa fotoğrafçısı kimdir? Doğada hayvan çeken herkese, örneğin kuş fotoğrafçıları da kendileri için bu tanımı kullanıyor, vahşi doğa fotoğrafçısı denebilir mi? Türkiye’de senin gibi bu işi yapan kaç kişi var?
Hedef olarak ya da uzmanlık olarak bunu seçmiş, sadece bu alana yönelmiş herkes için bu söylenebilir. Türkiye’de çok fazla kuş fotoğrafçısı var; bence iyi işler de yapıyorlar; sadece, bunların tanıtımı ve kullanımı konusunda zayıf kalıyor olabilirler. Ama mesleği bu olup para kazanan başka kimse var mı? Hayır, yok. O da ülkemizin koşullarından kaynaklanıyor. Yani “ben bu işi yapıyorum, benden başka da kimse bunu meslek seçmemiş, çünkü ben çok iyiyim, öbürküler beceremiyor” değil, tam aksine, ben son derece sıradan biriyim. Sadece çok çalışıyorum.
Bu kadar çok çalışırsan, bu kadar iş çıkar zaten. Birileri çıkıp daha iyisini yapabilir. Şu anda da vardır öyle insanlar. Sadece, bu iş pahalı bir iş. Bunu yapacak olanakları bulamadığı için insanlar yapamıyordur. Bizde böyle koşullar yaratılmadı. İnsanların daha eğitimleri sırasında yeteneklerini kavrayıp ona göre eğitim veren bir sistem olmadığı için, insanlara fırsat tanınmadığı için, sponsor bulunamadığı için gibi bir sürü şey sıralanabilir. Öte yandan, şunu da çok rahat söyleyebilirim; o kadar da kolay değil. İsteyen birçok kişi bunu yapabilecek durumda; hayatında bununla ilgili bedelleri ödemeye kendini hazır hissedenler, benim ödediğim kadar, belki daha az belki daha fazla bedel ödeyerek bu işe girerse yaparlar. Ben nasıl yaptıysam, onlar da yapabilir. Bir gün olacaktır elbet, daha çok sayıda ve daha iyi yapan insan.
Bu bağlamda stok fotoğrafçılığı konusunda ne düşünüyorsun? Senin işlerine olumsuz bir etkisi oldu mu?
Firmalar, stoktan elde edebileceklerinin bütçesi benimkine kıyasla çok düşük olduğu için zaten onu kullanıyorlar. Tek farklılık; benim adımla, yani bir markayla böyle bir şeyi yapmaktan kazanç elde etmek isteyen, bundan prestij veya ticari anlamda gelir bekleyen kurumlar benimle çalışmayı tercih ediyor. Öte yandan, havyan fotoğrafı kullanacak olan bir firma, aradığı spesifik fotoğrafı eğer ajansta bulabiliyorsa, gidip vahşi doğa fotoğrafçısına çektirmektense oradan alması ticari açıdan çok daha mantıklı zaten. Hiç kimsede olmayan, ajanslarda satılmayan şeyleri çekebilmek gibi ticari kaygınız varsa bir zorluğunuz var elbette. Bunu yapabilmek için de, bir hayvanın fotoğraf çekimine gitmeden önce ajanslarda neleri var incelemek, onlarda olmayanı çekmeyi hedeflemek zorundasınız ki, ben bunu yapıyorum. Yani yapıyorum derken, başarıyorum anlamında söylemiyorum. Elimden geldiği kadar yapıyorum. Örneğin puma çekmeye mi gideceğim, ajanslardaki puma fotoğraflarını inceliyorum, onların neyi çekemediğini tespit edip onu çekmeye çalışıyorum.
Vahşi doğa fotoğraflarının genelde çok etkileyici, büyüleyici ve güzel olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü mükemmel sunuluyorlar. Vahşi doğa belgeselleri için de aynı şey geçerli. Peki oradaki yaşam gerçekten öyle mi? Asıl sorum şu ki; bir vahşi doğa fotoğrafçısı olarak fotoğraf ve gerçeklik ilişkisi hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyim?
Burada sadece gerçekliği değil, fotoğrafın da benim için ne anlama geldiğini irdelemek gerekir. Fotoğrafın kendisi bence sadece bir araçtır, ressamın kullandığı boyadan farklı bir şey değil. Ben de bu aracı kullanarak, o an için anlatmaya çalıştığım gerçeklik ne ise, onu anlatmaya çalışıyorum. Ama hepimizin gerçeği de zaman içerisinde, süreç içerisinde değişebildiği için, bana göre gerçeklik de süreç içerisinde değişebilen bir şey. Gerçeklik kavramına bakışım bu.
Vahşi doğa fotoğraflarının mükemmel sunulması ya da görünmesi konusuna gelince; evet, aynı fikirdeyim. Ama zaten, sadece vahşi doğa için değil, genel olarak fotoğrafçıların yapmaya çalıştığı şey bu. Bu bir moda fotoğrafı da olabilir. Bu bir kent tanıtımında çekilmiş, ürün tanıtımında çekilmiş bir ürün fotoğrafı da olabilir. Fotoğrafçı onu olduğundan, çıplak bir gözle gördüğümüzden daha iyi göstermeye çalışan kişidir zaten. Çünkü bu bir üründür, bir pazarlama aracıdır orada. National Geographic dediğiniz ya da adı başka olur, bu tür yayın veya belgesel kanalların hepsi pazarlama amaçlıdır. Dolayısıyla, çıplak gözle ve herhangi bir an görebileceğimizden daha iyi şeyler göstermeyi hedef alırlar ve bu anlamda gerçekliği saptırmış olurlar. Ama hani doğada bu yok mu? Var. Ama bunu her an görebilir misin? Tabii ki, hayır. Bu nedenle, sizin büyülendiğiniz o görüntü için fotoğrafçı tarafından bir emek ve çaba sarf edilmesi gerekir. Bazen şanslı olmak da gerekir. Bu anlamda izleyiciyi yanılttıkları söylenebilir. Her zaman anlattığım çok basit bir örneği verebilirim. Afrika’ya safariye fotoğraf çektirmeye götürdüğüm insanların hepsi, ilk gidişlerinde, bana sanki göç anını, nehir geçişini her gittikleri gün ve sürekli göreceklermiş gibi sorular soruyorlar. Ben yirmi senedir gidiyorum, üç kere gördüm. Ama belgesel kanalını her açtığımızda, hayvanlar nehir geçişi yapıyor. Doğal olarak, insanlar da yanılıyor. O kadar kolay rastlanılası, görülesi bir şey değil. Bu anlamda gerçekliği saptırdığı söylenebilir. Ama zaten amaç bu.
Senin çalışmalarında durum nasıl? Bir çalışmada sana ait olan gerçeklikle, pazarlama amaçlı sunulması istenen gerçeklik arasında nasıl bir tercih yapıyorsun? Sana ait gerçekliği çalışmalarına ne kadar yansıtabiliyorsun?
Öncelikle, ben hayvanların doğal -hani hepimizin vardır ya böyle aptal hallerimiz, sıradan hallerimiz, aslında pek görüntülenmesini, görülmesini istemediğimiz- işte o hallerini de görüntülemeye çaba gösteriyorum. Aslında en çok buna çaba gösteriyorum. Öte yandan, nihai yönden tek işim bu olduğundan, hayatımı bundan kazandığımdan ve bunu sürdürmek zorunda olduğum için pazarlama stratejilerine yönelik fotoğraflar da çektiğim oluyor. Aynı yere tekrar gidebilmek veya daha başka yerlere gidebilmek için. Çünkü tek gelirim bu, bir işten kazandığım bütçe ile başka bir proje organize ediyorum. Dolayısıyla, ben de bu tür fotoğraflar çekiyorum. Dünyada, aslına bakarsanız en çok bu tür fotoğraflar satıyor. Böyle bir gerçek var. Ama öte yandan ben kendim hayvanların en doğal, en sıradan hallerini de görüntülemeye çalışıyorum. Çünkü aslında onların hayatının önemli parçaları onlar.
Hayvanların hangi davranışlarını çekeceğini önceden belirliyor musun, yoksa çekimlerin onların davranışlarına göre mi belirleniyor? Yani konu mu fotoğrafçıya, fotoğrafçı mı konuya yön veriyor?
İkisi birden oluyor galiba. Doğrusu hangisi dersen, bence benim konuya odaklanmam, konuya göre davranmam ve ona göre hazırlık yapmamdır ki, biz genelde öyle yapıyoruz. Bizim alanımızla ilgili konuşursak, doğaya hayvan görmeye o kadar çok insan gitmeye başladı ki, hayvanların davranışları da değişmeye başladı. Hatta bir süre önce bu tür tartışmalar vardı: “yeter gitmeyin, bütün fotoğraflar ajanslarda var, çekmeyin” gibi. Halbuki, sadece çekmeye giden çok az. Görmeye giden çok fazla. Çok basit bir örnek verecek olursak; çitalar avlarını akbabalardan korumak için bizim araçlarımızın altına saklayıp orada yiyorlar. Bu hayvan davranışında bir değişiklik. Hoş olmayan bir şey olarak görülebilir. Öte yandan, bu arazilerde bu ekoturizm sürdürülmese oralarda altın aranacak, maden aranacak, bu hayat devam etmeyecek. Alternatif bir şey sunulamadığı sürece bunu tercih etmek zorundayız gibime geliyor.
Fotoğrafçının; fotoğrafı çekerken ve sonrasında, fotoğrafladığından eksilttiği ve/veya ona kattıkları hakkında ne düşünüyorsun? Bunu şu nedenle soruyorum, bir söyleşimizde bana “Her fotoğraf aslında bir tacizdir, fotoğrafa konu olan kişi fotoğrafının çekilmesini istese de istemese de bu geçerlidir, hatta bir kaplan için bile geçerlidir, benim çektiğim bir kaplan bakalım öyle görünmek istiyor mu?” demiştin. Yani fotoğrafçıyla konusu arasındaki karşılıklı etkileşime dair düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
Özellikle bir canlıyı fotoğraflamak, bir kere, bu çok tek taraflı bir durum. Ben kendi gözümde nasıl görmek istiyorsam, öyle fotoğraflıyorum. Bu, ona sorulmadan yapılan bir şey ve bu anlamda bunun bir taciz olduğu, bu insan veya hayvan çektiğinde fark etmez, rahatlıkla söylenebilir. Ama öte yandan, benim için o karşılaşmanın ve orada bulunmamın önemi çok büyük. Aslında hiç fotoğraf çekmesem de olur. Onu izlemek benim için çok büyük bir keyif, nihai amacım bu. Fotoğrafını çekiyor olmamın sebebi tekrar oraya gidiyor olmanın yollarını yaratmak. İzleyerek çok fazla şey öğreniyorsun onlardan. Benim ona bir şey kattığım değil, onun bana bir şeyler kattığı söylenebilir. Ama benim ona kattığım da belki şu olabiliyor bazen: hayvanın soyunun tehlikede olduğuna yönelik bir bilincin oluşmasına küçük bir katkı sağlamış oluyorum yaptığım yayınlarda.
Benim için çok keyifli bir süreç bu. Bir süre önce ne yapacağını bilmek, onun ne yapacağına dair hazırlık yapmak. Bunlar benim en çok keyif aldığım şeyler; hayvanın ne yapacağını önceden tahmin edip ona göre konumumu, açımı, lensimi belirlemek, benim beklediğim şeyi yapmasını orada beklemek ve sonra gelip onun o hareketi yapması. Bu bizim çok yaşadığımız bir şey. Özellikle kediler için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yapacakları hareketlerin büyük çoğunluğunu önceden tahmin edebiliyorum ve ona göre pozisyon alabiliyorum. Bu, orada kurduğum basit bir iletişim onlarla ve benim en keyif aldığım tarafı. Buna yönelik çalışmaların içerisinde bulunmaktan da bu nedenle keyif alıyorum.
Fotoğrafçılıkta çekim yapmadan önce konuya dair ciddi bir araştırma yapmak, bilgi birikimi oluşturmak önemli. Ama sizin işinizde konuya ait araştırmaların yanısıra, fotoğraf çekerken karşılaşacağınız zorluklar ve hayatta kalmayı başarmak konusunda da hazırlık yapmanız gerek. Çekimlerinde bu anlamda ne tür zorluklar yaşıyorsun?
Son çalışmalarımdan birinden bahsedeyim. Brezilya Pantanal’a jaguar fotoğraflamak için gitmiştik. Gerçekten Afrika gibi değil, çok ağır doğa koşullarında çalışılıyor. Hava 40 derece, yüzde yüz nem var. Bazen hava 60 derece, çok sıcak oluyor. Pantanal 250 bin km2’lik yani Türkiye’nin üçte biri kadar bir sulak alan. Üzerinde kılcal damar gibi, milyonlarca nehir kolu var. Biz üstü açık bir sandalın, alüminyum bir teknenin içerisinde nehir üzerinde günde 100 km civarında yol yaparak, jaguarın nehir kıyısına su içmeye ya da avlanmaya gelmesini bekliyor, onu arıyorduk. Jaguar akuatik bir hayvan; dalabiliyor, dalıp avlanabiliyor. Orman Pantanal’da çok yoğun, ormanın 15 cm içerisi zifiri karanlık. Dolayısıyla, hayvanın gerçekten kıyıya gelmesi lazım. O sıcakta sandalın içinde baygın düşüyor insan. Ben onbir kilo verdim bu seyahat sırasında, bir ay içerisinde. Uzay aracı gibi bir sürü böcek geliyor, konuyor, sokuyor her tarafınızı. Sivrisinek bulutları var. Yağmur yağdığında sandalın içerisinden su boşaltmayı bırakırsanız hemen batarsınız, o kadar hızlı yağıyor. Bir de timsahlar var. Ortam böyle işte.
Bir gün uzaktan, bir jaguarın ağzındabalıkla kıyıya doğru yüzdüğünü gördük. Tekneyi oraya doğru yönlendirdik. Biz yaklaşana kadar jaguar kıyıya çıktı ve bizim teknenin sesinden de tedirgin olarak, gizlenmek için ormanın içerisine girmek istedi ve girdi. Ama girerken balığı ağzından düşürdü. Biz yaklaştığımızda balık çırpınıyordu ve suya doğru hareket ediyordu.
Ben “bekleyelim, gelip alır bunu tekrar” dedim. Orada bir süre bekledik. Balık tam suya düşecekken jaguar gerçekten çıktı geldi ve balığı ağzına aldı. Bize birkaç poz verdi. İnternetteki araştırmalarımda daha önce rastlamamıştım: böylelikle, ben ağzında pirana olan bir jaguar fotoğrafı çekmiş oldum. Benim için enteresan bir olaydır. Daha sonrasında da 4-5 kez jaguar gördük; ama böyle bir sahneyi görmek herhalde bir daha mümkün olmayacak diye düşünüyorum. Benim için keyifli ve özel bir andı.
Fotoğraf adına hedeflediğin projeleri tamamladığını basından biliyoruz. Yüz Yüze isimli bir kitabın var, ama tamamladığın projelere ait bir kitap daha yapmayı planlıyordun. Bunlardan kısaca bahseder misin? Bu doğrultuda geleceğe dair planlarını paylaşabilir misin?
Yeryüzünde yedi büyük kedi var; aslan, leopar, kaplan, çita, kar leoparı, puma ve jaguar. Ben aşağı yukarı 20 yıl önce bu işe başlarken, yedi büyük kediyi fotoğraflamaya, bunlarla bir sergi ve bir kitap yapmaya yönelik bir hedefle başladım. 2-3 yıl oldu, yedi kediyi fotoğraflamayı tamamladım. “7kedi” isimli bir de sergi açtım. Kitap yapmaktan şimdilik vazgeçtim. Son 4-5 yıldır da fotoğrafla ilgili temel bilgisi olan, zaten fotoğraf çeken ve hayvan davranışı fotoğraflamak isteyenleri, hayvan fotoğraflamak isteyenleri, dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun götürüp o fotoğrafları çekmelerine destek veren bir tür organizasyon, danışmanlık da diyebiliriz, bir hizmet veriyorum. Son dönem ağırlıkla buna devam ediyorum. Bu işlerin sezonları dışındaki zamanlarda şehirde bulunmaktan da çok keyif almadığım için, Vatan Gazetesi’nde seyahat haberleri yaptığım bir sayfa var, her hafta bu nedenle ayrıca seyahat ediyorum. Haftada 1-2 gün şehirde kalıyorum.
Geleceğe yönelik yapmayı düşündüğüm işler var. Bu yılla ilgili bir planım vardı fakat zaman ayırıp projeyi satmakla ilgilenemedim. Antartika’da buzulları ve penguenleri çekmeye niyetim var. Bu yıl olmasını çok istiyordum. Bu yılın şöyle bir önemi var: güney kutbunun Amundsen tarafından keşfinin 100. yıldönümü ve dünyada bununla ilgili çok fazla etkinlik yapılacak. Fakat çok bütçeli iş o da. Bu yıl bunu kaçırdık. Daha sonraki yıllarda bir şekilde bunu yapmak istiyorum. Onun dışında yapabilirsem, zor görünüyor ama melanistik leopar ya da melanistik jaguar da çekmek istiyorum: siyah leopar ve siyah jaguar. Bunlarla ilgili araştırmalarımız var; ama doğada görüntülemek çok zor ve görüntüleyen çok az insan var. Oldukça yüksek bütçeleri var. Çekim garantisi olmadan, bir firmadan böyle bir bütçeyi alıp gitmek bugüne kadar yaptığım işlere çok uygun değil. Belirli taahhütlerle proje satıyorum. Bunu taahhüt edemeden bu projeyi satmak ne kadar doğru ya da satılabilir, o konuda endişelerim var. Ama bir şekilde, sponsor olmadan, bütçesini kendim yaratıp, gidip yapmak gibi bir fikrim var.
Belgesel çalışan biri olmana rağmen, son sergin 7Kedi’de bir kısmı siyah beyaz sunulan fotoğraflarınla sadece bir vahşi doğa sergisi değil, sanatsal boyutu da olan bir sergi ile karşımıza çıktın. Çalışmalarının sanatla olan ilişkisini değerlendirebilir misin?
Öncelikle tamamen kişisel görüşüm şu: sanat çok daha yukarıda olması gereken bir şey. Ben herhangi bir sanatsal kaygı taşımadan fotoğraf çekiyorum. Hani birileri bunun sanat olduğunu söylerse, eyvallah teşekkür ederim; ama böyle bir beklentim de yok. Fotoğrafın, özellikle bir belgesel fotoğrafın sanat olabilmesi çok da kolay olmasa gerek. Böyle bir hedef de koymadım kendime. Dolayısıyla, benim fotoğraflarım tamamen kendi çapında, “belgesel olabilir mi acaba?” diye çektiğim fotoğraflar. Sanat olup olmadığını düşünmedim yaptığım işin. Ama olamaz diye bir şey de söyleyemem. Bir başkası mutlaka daha iyisini yapabilir. Ama ben kendi adıma, fotoğraflarımda böyle bir unsur görmüyorum. “7Kedi” adlı son sergimde bazı fotoğraflarımı siyah beyaz kullandım. Çünkü bazen, hayatın sadece siyah ve beyaz olduğunu düşünürüm. Yani tamamen öznel bir nedeni var.
Vahşi doğa dışında da bazı fotoğraf çalışmaların var. Onlardan da bahsedebilir misin?
Vahşi doğa çekmeye başladığımdan bu yana, aslında, çok nadir olarak başka işlerle ilgilendim. Ama vahşi doğa çekmeden önce ilk fotoğrafa başlarken ben zaten maden işçileri çekerek başlamıştım. O işle ilgili de uzun zaman çalıştım. Yani, yer altında yer üstünde defalarca gittim geldim. O büyük madenci yürüyüşüne katıldım. Oralarda çektiğim fotoğraflar o zaman Amerika’da bazı gazetelerde yayınlandı; ama sonrasında buna devam etmedim. En son, Atlas Dergisi’nden ayrılmadan önce bu konu ile ilgili bir röportajım yayınlansın istemiştim. Gittim yeraltında uzun bir süre çalıştım ve o röportaj yayınlanır yayınlanmaz da dergiden ayrılmıştım. O günden bu yana da, yani 1995-96 yıllarıydı yanılmıyorsam, bu konuyla ilgili bir çalışmam olmadı. Arşivimde duruyor o fotoğraflar.
Yakın zamanda güzel bir çalışmada yer aldım. Tanımadığım biri, bir gün bana bir “mail” attı ve bir film çekiminden bahsederek “bu benim hayattaki idealim, bir proje yapıyorum, set fotoğraflarını senin çekmeni istiyorum” dedi. Tolga Öztorun isminde hayvansever bir arkadaşımız. “Ezber” isimli, kısa metraj bir film çekiyordu. Sokak hayvanlarını korumaya yönelik bir bilinç uyandırmak için. O filmde set fotoğraflarını çalıştım. Herkesin gönüllü olarak katıldığı, birçok ünlü ismin yer aldığı bir projeydi. Çok büyük keyif aldım. Zaman içerisinde, sokak hayvanları ile ilgili proje olursa destek vermeyi düşünüyorum.
Onun dışında, bir de zaman zaman nü çalışmaları yapıyorum; ama kesinlikle yayınlama amaçlı değil; tamamen hobi. Hani boş durmaktansa bir şeyler yapayım diye, belirli bir periyodu olmayan, kafama estikçe yaptığım işler. Şu anda onların yayınlanabilir durumda olduğunu düşünmüyorum.
Kontrast’ın bu sayısında dosya konumuz “Çevre” idi. Doğaya ve tüm canlılara olan hassasiyetine çok kere tanık olduğum, onlarla çok özel bir iletişiminin olduğunu düşündüğüm bir insansın. Bu konudaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Yaşadığımız dünyada kimin çoğaldığına ve kimin azaldığına bakarsak, ve kimin hakim olduğuna, bugün doğaya ne yaptığımız çok net ortaya çıkıyor. Biz son ikiyüz yılda kaç kat arttık? Örneğin, son ikiyüz yılda memeli sayısı dörte birine indi. Bu hızla devam ederse yüz yıl sonra memeli hayvan kalmayacak. Dolayısıyla, onların yaşam alanlarına biz sahip oldukça, kendi yaşamımıza güzellik ya da iyi bir şey diye kattığımız şeylerin aslında bizi mahkum eden, bizi daha zor yaşamaya mahkum eden ve çevre ile ilgili daha fazla sorun yaşamaya mahkum eden şeyler olduğunu önemsemedikçe bu böyle devam edecek. İnsan araba yapıyor, bir yerden bir yere ulaşmak için; ama sonra trafikte mahsur kalıp hiçbir yere gidemiyorsun. Kullandığımız bütün elektronik cihazların yarattığı sorunlar var. Ama nihai olarak hayvanların yaşadığı alanlara o kadar fazla bulaştık ve onların yaşamı üzerinde o kadar söz sahibi olduk ki, eskiden “yüzyıl sonra şöyle olacak böyle olacak, çevre bizi uyarıyor” deniyordu, artık buna gerek yok, o kötü şeyler yaşanmaya başlandı, o noktadayız. Giderek de daha kötüye gidecek. Bu, bizim insan türünün doymazlığı ile ilgili bir sorun. Giderek çoğalıyoruz. Biz çoğaldıkça bu süreç kaçınılmaz bir hale gelecek. Ama öte yandan, çeşitli sosyal gruplar veya örgütler aracılığıyla bunlara karşı duran insanlar da var. Elimden geldiği kadar ben de onların yanında olmaya çalışıyorum. Ama, bunu çok değiştirilebilir bir süreç olarak görmüyorum. Bilinç olarak, herkesin tüm canlılarla, doğayla eşit büyüklükte bir parça olduğunun ve onlardan daha fazla hakkı olmadığının, ancak onlar kadar doğa üzerinde hakkı olduğunun, doğanın sınırsız bir kaynak olmadığının, bir gün tükenebilecek bir kaynak olduğunun farkına varması gerekiyor. Çok basit bir şeyle açıklarım hep bunu: bir dağa çıkarken elinizde bir şişe su var; o biterse yarı yolda, çıkamazsınız. Doğa da böyle bir şey. Sonu olan bir şey. Bitiriyoruz artık. Bu bilince varıp yatırımların da buna göre yapılması, insanların bu duyarlılıkla hareket etmesi gerekiyor. Ama yakın vadede, bu uzak görünüyor bana. Git gide daha kötü şeyler yaşayacağımıza eminim; çünkü doğadan aldığımız derslerin geri dönüşü yok ve kaybettiklerimizin de geri dönüşü yok. Onu edinilen teknolojiyle geri getirmek ve parayla geri getirmek de mümkün değil. Biz bu canlıları yok ettikçe, doğayı bu kadar kendi lehimize ve tek taraflı kullandıkça, kaçınılmaz sona doğru daha fazla yaklaşmış olacağız diye düşünüyorum.
Bana Süha Derbent’i bir cümle ile tanımla deseler, “tam anlamı ile bir kedi” derdim. Sana sorsalar ne derdin?
Neden var olduğum ve neden yaşadığımla ilgili bir soru gibi algılanabilir, değil mi? Bu açıdan bir tanım yapabilirim. Henüz benim de tam olarak biçimlendiremediğim bir şekilde, doğada olmanın ve vahşi kedilere ya da vahşi hayvanlara genel olarak yakın olmanın peşinde geçen bir hayat var benim için. Hayvanlara yakın olarak ve onları hissetmeye çalışarak, özellikle vahşi kedilere, kendimi daha anlamlı hissettiğim bir hayat var benim için, öyle diyebilirim.
Söyleşi: Şule TÜZÜL – Murat PULAT
Fotoğraflar: Süha DERBENT
Kontrast Sayı 24, Temmuz-Ağustos 2011