Kentler, tarihin eski dönemlerinden beri var olan, insan eliyle üretilmiş, doğal olmayan yerleşimler. Bu yüzden de, tarihsel gelişimin kaçınılmaz sonucu olarak her dönem farklılaşan işlevleri içeren, giderek gelişip karmaşıklaşan fiziksel ve toplumsal yapıları barındırıyorlar. Özellikle 19. Yüzyıldan başlayarak modern kentlerin daha önce görülmemiş ölçüde büyüyerek nüfusu kendine çekmesi, 21. Yüzyıl başında tarihte ilk kez kentli nüfusun kırda yaşayan nüfusu aşmasıyla sonuçlanmış, kırsal yaşantının da küresel ölçekte hakimiyet kuran bir kentsel duruma tabi hale gelişi, böylece somut bir ifade kazanmıştır.
Kısaca ifade etmek gerekirse; kentsellik, tarihsel olarak, tanımı gereği yoğun bir dinamizmi ifade ediyor. Buna karşılık, kentsel dönüşüm dediğimiz müdahale biçimleri, çok genel olarak, kendiliğinden gelişim dinamiklerine yön vermek amacını taşıyan (politik) planlama girişimleridir. Daha özel olarak ise, kentsel dönüşüm, 1970’lerden başlayarak, sanayileşmiş Batı kentlerinde ortaya çıkan sanayisizleşme (sanayinin üçüncü dünya ülkelerine taşınması) sonucu kentlerde oluşan çöküntü alanlarının yenilenmesi ve sağlıklılaştırılması amacıyla yapılan müdahaleleri anlatır. Batı kentlerinde ortaya çıkan bu müdahaleler, hızla sermaye odaklı ve kent mekanını sermayenin yeniden üretiminin bir aracı haline getiren bir nitelik kazanmıştır. Toplumsal yaşantıyı göz ardı eden ve insan odaklı mekansal çevreleri tahrip eden böylesi kentsel müdahaleler, kent mekanlarının mutenalaştırılması (seçkinleştirme/ soylulaştırma – gentrification) olarak tarif edilmiş ve birçok toplumsal muhalefet hareketine sebep olmuştur.
Bu tarihsel çerçeve içinden baktığımızda, Türkiye kentlerinde yaklaşık on yıldır gördüğümüz kentsel dönüşüm hareketlerinin, daha önce yaşanan deneyimlerden ders çıkarılmayan, en olumsuz nitelikleriyle uygulamaya konulan örnekler olduğunu söyleyebiliriz. Zira 2004 yılında ilk kez yasal bir kavram olarak mevzuatımıza giren “kentsel dönüşüm” ifadesi, o günden bugüne durmadan idarelerin yetkilerini hoyratça artıran ve bu yetkilerin de sürekli olarak daha fazla rant uğruna kullanıldığı bir uygulama aracı haline gelmiştir. Kent mekanının toplumsal ihtiyaçlar ve kentsel dinamikler gözetilmeden yatırıma açılmasının, yapı yoğunluklarının altyapı ve çevre sınırlılıkları önemsenmeden artırılmasının ve bu uğurda ekolojik ve kültürel kaygıların tamamen ihmal edilmesinin, hem kentsel hem de ekonomik açıdan oldukça dengesiz bir gelişme yarattığını görmek mümkündür. Bir kez teklemeye başlarsa bu dengesiz yapısıyla ulusal ekonomiyi sarsacağı düşünülen kentsel dönüşüm mekanizmasının uç noktası İstanbul’a yeni köprüler, yeni İstanbul’lar, hatta yeni Boğazlar eklemek demektir.
Türkiye’de son yıllarda gelişen uygulamaya biraz daha yakından baktığımızda, kentsel dönüşümün temelde üç farklı biçimde gerçekleştiğini görürüz. Bunlardan ilki, aslında henüz kentsel nitelik taşımayan, kent çeperinde bulunan arazilerin kentsel gelişime açılmasıdır. Aslında kentsel dönüşüm sayılamayacak bu yöntemin, kentsel dönüşümün sağladığı operasyonel kolaylıkları kullanabilmek adına bu biçimde tariflenmesine, hemen her belediyenin sıklıkla başvurduğu görülmektedir. İkinci biçim ise, daha önce kent çeperinde olup, kentin büyümesi sonucu kentin içinde kalmış ve arazi değeri artmış olan gecekondu alanlarında gerçekleşen dönüşümlerdir. Bu alanlarda, orta sınıfların banliyö tipi kent dışı konut alanları yerine, kent içine taşınma hareketinin ifadesi olan lüks rezidansların inşası, birkaç kuşaktır bu bölgelerin sakini olan gecekondu halkının yerinden edilmesi anlamına gelmektedir. Bu mahallelerde yaşam alanlarına sahip çıkan kentlilerin tepkileri, zaman zaman uzlaşma girişimleriyle, ama daha çokça çatışmalarla ve şiddetle karşılaşmaktadır. Böylesi durumların Ankara’daki en tipik örnekleri, birkaç kuşaktır gecekondu alanı olan Mamak ve Dikmen gibi bölgelerdir.
Kentsel dönüşümün üçüncü biçimi ise, kent merkezlerinin mutenalaştırılmasına yönelik operasyonlarda ifade bulmaktadır. Özellikle tarihi merkezlerin turistikleştirilmesi, bu alanların hem kullanıcılarının hem de kullanım biçimlerinin radikal biçimde dönüşümünü gündeme getirir. Ankara’da Ulus tarihi kent merkezinden, İstanbul’da Taksim’e kadar özellikle büyük kentlerde gördüğümüz bu uygulamalar, birkaç açıdan oldukça önemli. Her şeyden önce, söz konusu alanlarda mevcut rantın yüksekliği, bu operasyonları ve onları bir an önce hayata geçirmek isteyen erk sahiplerini daha tahammülsüz kılıyor. İkincisi, bu alanların sadece doğrudan kullanıcılarını değil tüm kentlileri ilgilendiriyor olmasıdır ki bu, aslında kentin kimliğinin ve toplumsal anlamının tehdit altında olduğunu da göstermektedir; çünkü söz konusu olan kamusal alanların dönüşümüdür. Fransız düşünür Henri Lefebvre’in “kent hakkı” olarak tanımladığı şey, özünde kent merkezine ilişkindir; yani herkesin kent merkezi üzerinde sahip olduğu ortak bir haktır. İşte bu yüzden kent merkezini tarif eden kamusal alanların mutenalaştırılması, aslında kent hakkının sermaye tarafından gaspı anlamına gelmektedir. Sokakların, parkların ve meydanların özgürce kullanılamadığı, her hareketin kameralarla izlenip güvenlik görevlilerince terbiye edildiği, aykırı görülen kullanımların ve kullanıcıların kamusal alandan uzaklaştırıldığı ve metalaşmanın hakim olduğu kent merkezlerinin inşası, kamusal alanın açık tahribi anlamına gelmektedir. Ve 2013 yazına damgasını vuran “her yer Taksim” haykırışının bu tahribatla bir ilgisi olduğu kuşkusuz.
Kentsel kamusal alanların ticarileşmesinin bir boyutunu da AVM’ler oluşturmakta. Yine hem kullanım biçimleri hem de kullancılar açısından oldukça seçici olan, teknolojik güvenlik mekanizmaları ile gözetim altında tutulan AVM’lerin bir yandan kamusal deneyimi dönüştürdüğü, bir yandan da kent merkezinde sosyal yaşantı ile ticaretin bir aradalığını zedeleyen bir boyutu olduğu muhakkak. Oysa kent merkezi, barındırdığı karmaşa ve çoğulculuk sayesinde bir özgürlük ortamı sunar. Araç ve yaya trafiğinin, ticaret ve boş zaman faaliyetlerinin, kültürel aktivite ile siyasal eylemliliğin bir aradalığı, kent merkezini kamusal niteliğe kavuşturan, kentli bireyleri de kamusal aktörlere dönüştüren dinamiği sağlar. Böyle baktığımız zaman, bugün kentlerimizde gözlediğimiz ve deneyimlediğimiz kentsel dönüşüm operasyonlarının, kentin doğası gereği barındırdığı dinamizmi iğdişlemeye, sınırlamaya ve disiplin altına almaya yarayan girişimler olduğunu görürüz. Bu yüzden de, kentsel dönüşüme karşı kentsel dinamizmi, yani kentin barındırdığı çoğulluğu, farklılıkların birlikteliğini, hoşgörüyü ve sosyal etkileşimi savunmak gerekiyor. Dahası, bu taleplerin kent siyasetinin özünü oluşturduğunu görmek ve bunları siyasal gündemin konusunu haline getirmek, tüm kentlerimiz için aciliyet taşıyor.
Fotograflar:
AFSAD Doğanay Sevindik Belgesel Fotoğraf Atölyesi, Ulus-Altındağ Çalışması
AFSAD Mehmet Özer Belgesel Fotoğraf Atölyesi, Dikmen Vadisi Çalışması
Doç. Dr. Bülent BATUMAN
Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve
Mimarlık Fakültesi
Kontrast Sayı 37, Eylül-Ekim 2013