Bizim gibi eğitilmiş orta sınıfların tahayyülünde “sanat” özel bir yer tutuyor. Hele yaradılış itibariyle inceliklere biraz meraklı, biraz yaratıcı dürtü sahibi, biraz yeniliklere açık kişiliğimiz varsa, biraz da bu işlerle uğraşacak zaman ve ekonomi sahibiysek, hayli ayrıcalıklı bir sanat statüsü kurguluyoruz zihnimizde.
İrademizden bağımsız bir alan olarak tanımlanan “sanat” ile bizim merkezinde olduğumuz hayat gailesi denilen “esas” arasında ciddi bir mesafe bulunuyor. Tahayyülde olduğu gibi fiiliyatta da böyle…
Endüstri öncesi toplumdaki sanat ile bugün tanımladığımız sanat arasında ciddi farklar vardı. Sanatın “yapıcısı” ile “muhatabı” arasındaki ilişki, hayatın olağan akışı içinde kendiliğinden kurulurdu. “Sanat” ile “esas” arasındaki çizgi silikti.
Kullanılan sanat araçları, bu geçirgen ilişkiye imkân veriyordu. Sanat üretmek için alet edevat elbet gerekiyordu ama sanat vasıtası olarak makineler henüz icat edilmişti. “Eser”, özel olarak kendisi için düzenlenmiş mecralara fazlaca gerek olmadan, hatta çoğu zaman kendiliğinden günlük hayata karışabiliyordu.
Endüstri toplumuna geçerken durum değişmeye başladı. Modernizm, sanatı yeniden tanımladı. Sanat yapıcısı ile muhatabı arasında hiyerarşik ilişki kurmaya yarayan mekanizmalar ortaya çıktı. “Eser” çoğaltılarak, dağıtılarak ve tanıtılarak ulaşılır hale geldi.
“Sanat” ile “esas” arasındaki mesafe açıldıkça, sanatçı “ayrı/calıklı” bir statü ediniyordu. Sanata ulaşmak, fiziki olarak kolaylaşmış ama sanata ulaşması beklenen öznenin morali ve motivasyonu bakımından durum zorlaşmıştı.
Bu motivasyon eksikliğini giderecek, alana moral destek verecek yeni mekanizmalar gerekliydi. Bu arayışa paralel olarak sanat, hızla endüstri haline geliyordu.
“Esas” ve “sanat” arasına aşılmaz bir duvar inşa edilmiş, birbirine temas edebilmeleri için özel zaman, daha yaygın deyişle “boş zaman” gerekmeye başlamıştı. “Boş zaman” kavramı ile birlikte “boş zamanı değerlendirme” ihtiyacı ortaya çıktı.
Endüstri sonrası toplum, sanatın, boş zaman meşgalesi olarak örgütlenmesine özel önem verdi. Bu sayede giderek sektör haline gelen yeni bir iş alanı doğdu. (Gelecekte bir vakit, bizim bugünkü hayatımıza bakanlar belki de “sanat” başlığı altında bir kategori olarak örgütlenmiş “hobi olarak sanat” alanını kayda değer bularak değerlendireceklerdir, kimbilir.)
Bu alanın merkezinde “bağımsız bir statü olarak sanat ve sanatçılığı hayatın ‘ideal formları’ olarak tanımlamak” önemli bir yer tutuyor. Bu tanım birkaç fasılda işe yarıyor.
En başta, “sanat” ile “esas” arasındaki ilişkiyi belirlerken “ücret karşılığı mesaili çalışma”yı “esas” kabul ediyor; haliyle sanatı endüstriyel bir alan olarak tanıyor; ayrıca sanatçılık bir mertebe olarak idealize ediliyor. Öte yandan sanatı bu tanımıyla tahayyül dünyasında var edenler için de bir alan açıyor, bir imkân yaratıyor. İdeal ile yakınlık tesis etme imkânı. Bu ideal forma, yakınlık derecesine göre hayatta kendi konumunu belirleme fırsatı. Her şeyi hızla tüketip giderken bir şeylere tutunma umudu… Bu sayede hobi sanatları toplumsal alanda önemli bir işlev görüyor. (Günümüzde belki de sanat bu.)
Endüstriyi merkeze koyarak, yukarıda yaptığım toplumsal şablon gerçek değil biliyorsunuz. Toplumlar, ne böyle endüstri öncesi, endüstri sonrası diye keskin ayrımlarla belirlenmiş dönemler yaşıyor ne de süreçlerin biri bittikten sonra diğeri başlıyor. Sanat ise çoktan beri, sadece toplumsallık üstünden okunabilecek bir alan olmaktan çıktı. Kaldı ki pek çok toplumda olduğu gibi, bizim memlekette de bu toplumsal dönemlerin hepsi bir arada, iç içe, hep birlikte yaşanabiliyor. Lakin muradımızı karşılıklı anlatabilmek için, ama daha önemlisi anlayabilmek için, ettiğimiz lafı oturtacağımız bir bağlam gerekli, ben de dönemlerden söz ederek bu bağlama işaret ediyorum.
Bu sayede “biz neyiz, ne yapıyoruz?” sorusu her zaman gündemde kalabiliyor. “Tahayyüllerimizin hayattaki karşılığı nedir?” diye merak etmekten vazgeçmiyoruz. “Sanata ve fotoğrafa ilişkin tanımlarımız ve tasavvurlarımız neye tekabül ediyor?” diye didikleyip duruyoruz. Üretim biçimleriyle birlikte ilişkilerimiz ve hayat algımız da değişiyor elbette ama, bu değişim sürecine bizim katkımız azımsanmayacak önemde. O nedenle, zaten itirazımızla buluşan değiştirme enerjimizle birlikte hayata müdahil olmaya çalışıyoruz.
Hobi sanatları kaleminden fotoğraf, memleket içinde nasıl önemli bir yer tutuyorsa dünyada da benzer bir yeri var. Lakin bu yer pek bizdeki gibi görünmüyor. İnsan, hayatında makbul sayılacak bir iş yapmış olmak için nasıl sadece sanatla uğraşmak zorunda değilse, fotoğraf da bir işlev gerçekleştirebilmek için sanat olmak zorunda değil elbet. Eğer öyleyse “Sanat ne? Fotoğraf bugün nerede ve hangi imkânlara sahip?” diye sormaktan vazgeçmemek gerekiyor. Galiba kendi sınırlarımızın ötesindeki fotoğraf dünyasıyla ayrıldığımız kavşak tam da bu dönemecin arkasında duruyor.
Özcan YURDALAN
Kontrast Sayı 33, Ocak-Şubat 2013