NE MÜNASEBET BELGESEL
Fotoğraf denilen şey, dünyada bu kadar yaygın kullanıldığına göre ve giderek kablosuz telefon gibi zamane teknolojisinin araçlarıyla birleşerek daha hızlı ve daha çevik hâle geldiğine göre, öyle bir çırpıda izah edilemeyecek birtakım hikmetleri olsa gerek. Öyle böyle değil; sanatsal ihtiyaçları karşılamak, hatıra kaydı tutmak, boş vakit değerlendirmek, tüketim toplumu davranışlarına uygun olmak gibi bir dolu ihtiyaç kalemi sıralayabiliriz. Hatta fotoğrafın geniş biçimde kullanıldığı zamanlarda doğan günümüz gençleri, fotoğrafsız bir hayatı tasavvur bile edemezler. İster fotoğraf üreterek isterse objektiflere maruz kalarak fark etmez, fotoğrafla âlâkasızlık diye bir şey söz konusu değil artık. Yani üç beş cümle, fotoğrafın bunca yaygın ve etkili kullanımını tek başına izaha yetmiyor. Olaya baştan başlayıp “nedir?” diye sormak lazım.
“Fotoğraf, yaratıcılık sergilemenin, görmenin ve göstermenin yeni araçlarından biridir,” denebilir; ancak bu saikle üretilmiş çalışmalarda, yani “salt fotoğraf” ya da “doğrudan fotoğraf”la ortaya çıkarılmış “eserler”de ciddi bir kifayetsizlik hâli görünüyor. Defalarca tekrarlanmış, kullanılmaktan hayli yıpranmış, çarpıcılığını çoktan yitirmiş biçimci fotoğraf anlayışıyla ortaya çıkan “sanatsal fotoğraflar”ın hayli arkaik bir görsel algının biçimlediği sanat anlayışının tezahürleri olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafla yapılan sanat, günümüzde diğer sanat alanlarından farklı mecralarda ilerlemiyor kuşkusuz. Farklı teknik araçların, başka sanatsal disiplinlerin bir araya geldiği hatta bir bütün olarak ele alındığı sanatsal yaratıcılık ürünlerinden söz ediyoruz artık. Fotoğrafın da içinde olduğu bu sanat ürünlerinin, sunulduğu ortamla birlikte ortaya çıkardığı etki ve sanatsal algı tartışılıyor günümüzde. Malum, eserlerin sunulduğu mekanlar, galeriler, sanatçının ürününü öne çıkaran edilgen ya da en azından nötr birer ortam değil artık. Tıpkı fotoğrafın “soylu sanatlar”dan biri olmadığı gibi; dolayısıyla “seçkin sanatçıların” meşgalesi sayılamayacağı gibi… Neyse ki böyle.
Bir hayli dipnota ve şerhe açık olan bu mevzuları Kontrast’ın bir sayfasında toparlamaya çalışırken bir başka ortamda daha geniş tartışma fırsatı bulacağımıza güveniyorum. Ayrıca bütün bunları söylerken, “salt fotoğraf”la sanat yapmanın, onu yapana verdiği hazzı ihmal etmiyorum. Yeni kölelik düzeni içinde ücret karşılığı mesaili çalışan tüketim toplumu insanının fırsat buldukça ya da canı istedikçe veya denk geldikçe çektiği fotoğraflar sayesinde “yaratıcılık ihtiyacı”nı karşıladığını sanarak taze bir soluk alması çok değerlidir biliyorum. Hiç itirazım yok. Ancak standart yaklaşımları, ezberlenmiş biçimsel ögeleri, klişeleri tekrarlayarak ortaya çıkarılan fotoğraflar sayesinde toplanan iltifatlar, herhangi bir ciddiyeti ve saygınlığı bulunmayan yarışmalarda alınan ödüller, şu fani dünyadan nasiplenmek adına insana iyi gelse de, sanatçılık kategorisinde bir mevki vehmetse de fotoğraf denilen mevzuyu bu çerçevede algılamak haksızlık olur sanırım. O nedenle “fotoğraf” adının geçtiği her yerde zihnimiz, Türkiye’de fotoğrafın yaygın önkabulleriyle ortaya çıkan “sanat”a dair kategorilerin çekmecesini açmasa iyi olur.
Fotoğraf, görünen dünyayı, fotoğrafçının kararlarına uygun biçimde iki boyutlu düzlem üstüne kaydetme işidir. Fotoğrafçı kendisi tarafından anlaşılmış gerçeğin kaydını yaptığı kadar izlenimlerinin de kaydını gerçekleştirir. Hatta fotoğrafçının dış dünyaya dair çektiği her fotoğraf, aslında kendi iç dünyasının fotoğrafıdır diyenler de bulunur. Bütün bunlarla birlikte fotoğrafçının ortaya çıkardığı fotoğraf ile ressamın ortaya çıkardığı resim arasındaki tek benzerlik, her ikisinin de iki boyutlu olmasıdır. Bundan başka herhangi bir ilişkileri yoktur. İnsanın görsel algısının, karşısına çıkan her iki boyutlu sureti resimsi okumayla estetik-yaratıcılık-sanatsal değer gibi içsel irdelemelere tabi tuttuğunu düşünmek, fotoğrafik görüntünün doğasına, yapısına ve insan aklının farkları ayırdedebilme kapasitesine haksızlık etmektir.
Yeryüzünde şimdiye kadar icat edilen suret kayıt araçlarının arasında, doğrudan nesneden yansıyan ışığı durağan görüntü hâline getirebilen tek araç fotoğraftır malum. Zaten bu yüzden fotoğrafçının tanıklığına ilk elde duyulan güven, fotoğrafın belgesel olarak yaygın kullanımını da beraberinde getirdi. Tam buradan başlayarak konuyu maksadımız etrafında toparlayacak olursak belgesel fotoğrafa dair bir parantez açmak gerekecek. Kuşkusuz belgesel çalışan fotoğrafçının görünen gerçekle nasıl bir ilişki kurduğu ve onu gösterme biçimi, başlı başına bir mevzudur. Belgeselcinin sahip olması gereken etik duruş, toplumsal ve insani sorumluluk, siyasal bilinç gibi bir dolu vasıfla birlikte, çekilen fotoğrafların nasıl değerlendirileceği de ayrıca önem taşır.
Belgesel fotoğraf son yıllarda masraf edip pahalı kameralar alarak, fotoğraf kursu görerek, derneklerde çalışarak fotoğrafla biraz daha haşır neşir olmaya başlayan çok sayıda fotoğrafçının ilgisini çekiyor. Açıktır ki giderek artan bu ilgi, aynı hızla silinip gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Olmaz değil, Türkiye’de fotoğraf tipik bir orta sınıf meşgalesi olarak sıkça bu tür gelgitleri, moda eğilimleri yaşadı. Kısa bir süre öncesine kadar yaygın olan “gezi fotoğrafçılığı” mesela, hakkı verilmeden, önemi fark edilmeden, içi boşaltılarak bir tarafa itiliveren fotoğrafın önemli alanlarından biri oldu. Normaldir, üstüne söz kurulmayan, kuramla desteklenmeyen, ekseni tartışılmayan, biçimsel ögelere indirgenerek içeriği ihmal edilen her alan geçici heveslerin nesnesi oluverir. Kimsenin de diyecek sözü kalmaz.
Belgesel fotoğrafın başına benzer bir durum gelmemesi için bu alanda beklentilerin ortaya konulması, emeklerin doğru mecralarda akması önemli sanırım. Eskiden Beypazarı’na, Doğu Anadolu’ya, Karadeniz’e çekim gezisine çıkarak kompozisyon kurallarına uygun fotoğraflar ortaya çıkarmak yerine şimdi sanayi sitelerine, kentsel dönüşüm bölgelerine ya da gecekondu mahallerine belgesel çalışmaya gitmek arasında bir fark bulunmalı kuşkusuz. Fotoğrafın çeşitli uygulama alanlarında fotoğrafçının sahip olduğu teknik donanımdan zihinsel donanıma kadar bir dizi farklılığa özen gösterilmeden yapılan çalışmalar, belgesel çalışan fotoğrafçıyı ya sloganların- klişelerin görsel kaydını tutmak durumunda bırakır ya da günümüzün arazlarından “sosyal sorumluluk” ödevini yerine getiren orta sınıftan huzurlu vatandaş duygusunu tazeler. Başka bir işe yaramaz.
Galiba mesele, hangi saikle belgesel fotoğrafa ihtiyaç duyduğumuza dair bir karara varmaktan geçiyor. Neden belgesel fotoğraf? Bir anlatma, iletme, zaten bildiğini kanıtlama aracı olarak mı, yoksa bir anlama biçimi olarak mı? Çocukluğumuzdan beri çarklarından geçerken aklımızda ve ruhumuzda onulmaz yaralar açan eğitim-öğretim sisteminin zihnimize kazıdığı cevapları tekrarlamak için mi belgesel fotoğraf, yoksa hayatta sahiden ve hiç değilse birkaç sahici soruya sahip olabilmek için mi? Ne için belgesel fotoğraf? Dogmatik bir zihin ve onun ürünlerinin görsel ifadesi için mi, yoksa analitik bir zihnin yaratıcı görüntüleri, estetik yapıları, sanatsal değerleri için mi?
Özcan YURDALAN
Kontrast Sayı 18, Temmuz-Ağustos 2010