Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak düşünüldüğü, motorlu taşıtın olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti Ankara. Kızılay ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette. Peki bu kadar hızlı gelişen ve dünyaya örnek olması beklenen bir Başkent nasıl bu hale geldi ya da getirildi?
Geçen gün Kavaklıdere’den Sıhhıye’ye kadar bulvar üzerinden yürümeye karar verdim. Sevdiğim ve beni yormayan bir güzergah. Kuğulu Parktan başlayarak eski Akün Sineması, elçilikler, Ankara Oteli, TBMM, Akay kavşağı ve Atatürk Meydanı, Bakanlıklar ve geniş kaldırımlı bulvar, Meşrutiyet üst geçidi, Metro girişleri, dükkan vitrinleri, Kızılay Meydanı ve karşıda Güvenpark. Bir zamanlar içinde Gima’nın olduğu postane önünde buluştuğumuz gökdelen, Soysal Çarşısı, karşıda eski Kızılay binası alanı üzerinde yükselen ve yıllar sonra nihayet açılan Kızılay Alışveriş Merkezi, Sakarya Caddesi girişi, çınarların gölgelediği kaldırımlar. Zafer Meydanı ve son olarak Sıhhiye Meydanı…
Bu kadar çok meydanı, tarihi binayı ve hareketliliği aynı güzergah üzerinde görebilmek Ankara’ya özgü bir durum olsa gerek. Bir saatten az süren bir yürüyüştü ama şöyle bir sorun var: bu gördüklerinizi yaşayamıyorsunuz. Oturmak, bekleme yapmak ve toplanmak ne yazık ki mümkün değil. Oturma alanları yok ya da mevcut olanlar yetersiz. Bir an önce uzaklaşma isteği var. Acaba bulvarda rahatsız eden nedir? Çevreme bakıyorum herkes benim gibi davranıyor; bir telaş var. Bulvar otobüslerle dolu ve insanlar bir an önce alandan uzaklaşma isteğiyle koşturuyorlar… Adına “meydan” dediğimiz alanlar yoğunluğunu taşıtların oluşturduğu birer kavşak olmuş.
Akay kavşağında bir zamanlar trafik kilitlenirdi. Şimdi trafik katlarca aşağıda akıp gidiyor ama yaya olarak karşıya geçmek artık mümkün değil. Meclisin önünde çok güzel bir havuz ve açık alan var ama burada, bu kadar güvenlikli bir alanda sanırım beni bekletmezler. Hatırlıyorum da bir proje için kavşağın fotoğraflarını çekmeye gitmiştim. Anında çevremde beni uyaran ve buradan uzaklaşmamı söyleyen kişilerle karşılaştım. Sanırım burada beklemek yasak. Daha sonra “meydan” olgusunu sorguladım. Neden bizde bir meydan yok? İhtiyacımız mı yok? Yoksa meydan bize unutturuldu mu? Aynı durum Kızılay ve Güvenpark için de geçerli. Öğrencilerimle bulunduğumuz parkta ancak belli bir yere kadar gitmemize izin verildi. Kamusal bir alanda bulunmak ve dolaşmak için demek izin almak gerekli. Bir zaman Kızılay Meydanı için belediyeler birbiriyle kavga ederdi; kimin konser düzenleyeceği konusunda…Paylaşılamayan bir alan. Acaba bu alanın bir sahibi var mı? Bu sınırları koyan, yayalara geçit vermeyen düzenlemeler ile bulvarı bir otobana dönüştüren, yayayı yeraltında gezdiren ya da üstgeçitlerle ayağını yere bastırmayan, küçükte olsa bir kültür ve sanat merkezi, sinema, tiyatro binası yapmak yerine büyük bir alışveriş merkezini kentin göbeğine yerleştiren birileri mi var?
Anlamsız bir şekilde oluşan ve adına “meydan” denilen alanların, kentsel yaşamı güçleştirdiğini gözlüyorum. Sıhhiyeden yukarı doğru yürümek hiç içimden gelmiyor.
Ankara kamusallık konusunda sorunlu bir şehir. Daha 80 yıllık bir geçmişi var. Batıda olduğu gibi yüzyıllardır var olan mekanları ve meydanları yok. Herşey bir bozkır kasabası üzerinde müthiş hayallerle kısa sürede gerçekleştirildi. Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak düşünüldüğü, motorlu taşıtın olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti Ankara. Kızılay ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette. Peki bu kadar hızlı gelişen ve dünyaya örnek olması beklenen bir Başkent nasıl bu hale geldi ya da getirildi? Bunun için pek çok cevap olabilir ama biz yine kamusal alan ve kent meydanı üzerinde duralım.
Kent meydanları, kentin kalbi, kentlinin sosyal ihtiyaçlarına cevap veren, kentsel yaşamın bütünleştiği, tarihi ve çağdaş özellikleri bir arada sergileyen odak noktaları olarak tanımlanabilir. Meydanlar kentin birer aynasıdır ve burada oluşabilecek sorunlar ve eksiklikler, tüm kentte bir çöküntüye neden olabilir.
Uzun yıllar boyunca meydanlar, binalarla çevrelenmiş fiziksel bir mekan olarak tanımlanmaktaydı. Meydan, onu çevreleyen binaların işlevleri ile anılmakta, bu işlevler değiştikçe meydanın kulanım biçimi de değişim göstermektedir. Ancak meydanı asıl tanımlayan mekan içinde oluşan bireysel ya da toplu hareketlerdir, yani insandır. Bu alanlar sadece üzerinden geçip gidilen yerler değil, kentlilerin özel günlerde, kültürel, politik, ticari faaliyetler için birlikte olabilecekleri kentsel odak noktaları olarak karşımıza çıkmalıdır.
Yakın tarihimize baktığımızda Osmanlı döneminde evin bir “mikro-kozmos” oluşu ve kadının yaşamının büyük bir bölümünü ev içinde geçirmesi gibi sosyal özellikler, yoğun kentsel kullanımlar ile kamusal alanların kullanımının yoğunluğunu düşürmüştür. Osmanlı kentinde meydan olgusu kentin yerleşme alanının hemen kenarında yer almakta ve yapılarla kuşatılmayan, yapılaşmış alana dıştan eklenen bir düzlükten oluşmaktaydı. Bu tür bir düzenleme gösteren meydan da, idamlar ve diğer cezalandırmalar, önemli törenler ve kutlamalar, spor faaliyetleri, alışveriş (pazar yeri) yapılmaktaydı. Sonuçta, Osmanlı’ nın kapalı kent yaşamı içinde, Batılı anlamda bir meydana rastlanmamaktadır. Osmanlı hanedanlık sisteminin devamlılığının sağlanabilmesi konusunda dikkatli olduğu ve bu amaçla birer toplanma mekanı olan meydanlar oluşturulmadığı görülebilir. Günümüzde de sanki bu gelenek devam ettirilmeye çalışılıyor!
Türk toplumunda meydanın oluşmaması dini nedenlere de bağlanabilir. İslam dünyasında meydan düşüncesinin, birkaç istisna dışında yok olması, toplumun içine kapalı yapısından kaynaklanmakta. Kentte sosyal yaşam, cami ve çarşıda sahnelenmektedir. Kadınların dışlandığı politik yaşamda, erkeklerin her tür mesaj aldıkları, birbirlerini görüp buluştukları kent içinde geniş toplantı alanları bulunmaz. Cami avlusu, İslam kentlerinin forumu olarak nitelenebilir. Buna karşılık, kent dokusu içinde önemli bir işlev gören mahallelerde, yer yer mekan genişlemelerinin dışında, düzenli bir mahalle meydanı oluşmamıştır.
Geçmişten günümüze, sosyal iletişimin merkezi konumunda olan kentsel meydanlar, işlevlerini kaybederek birer boş mekan karakteri kazanmıştır. Artık bu tür mekanların gereklikliliği tartışılmaktadır. Karşılıklı konuşmalar ve iletişimin sağlanabilmesi için bir arada bulunma zorunluluğu ortadan kalkmış ve bunun yerini pasif iletişim almıştır. Artık insanlar evlerinden ya da ofislerinden çıkmadan birbirleriyle iletişim kurabilmekte, uzak mesafeler yakınlaşmaktadır.
Meydan olarak adlandırılan Opera, Sıhhiye, Kızılay, Tandoğan, İstasyon, Kurtuluş, Zafer Meydanı gibi alanların birer kent meydanı mı, yoksa kavşak mı olduğu tartışma konusudur. İstanbul’ da Taksim, Ankara’ da Kızılay ve Ulus, İzmir’ de Konak meydanları sadece taşıt trafiğine hizmet eden büyük birer kavşak haline gelmiştir. Meydanlarda araçlara tanınan bu tolerans, yayalardan esirgenmektedir.
Güçlü bir kamu yaşamının aşınması ile birlikte ilgi duyulan özel ilişkilerde deforme olmaktadır. Kamusal alanda yapılacak eylemlerle kişiliğin dışa vurulabileceği korkusuyla eylemden kaçınılmakta, kişi kendisini baskı altında tutarak sessiz kalmayı tercih etmektedir.
Metropol kentlerin bulvar ve meydanları kentli için tam bir işkence yeridir. Karşıdan karşıya geçerken, beklerken, otururken daima tedirginlik, endişe ve huzursuzluk duyulmaktadır. Otobüslerin rotası haline dönüşen bulvarlarda insanlar sıraya girmekte ve bir an önce mekanı terk etmek istemektedir. Düğüm noktalarda trafik daima sıkışıktır. Günümüzde, şu ana kadar hiçbir uygarlığın yaşamamış olduğu hareket kolaylığı içinde olmamıza karşın, hareket günlük faaliyetlerimiz içinde en çok kaygı yaratan unsur haline gelmiştir.
Yerel ve merkezi yönetimler, belirledikleri politikalar ile kent mekanının kullanımına yön vermişlerdir. Baskıcı yönetimler altında kamusal yaşam gelişemez. Yönetimlerin uzun süreler görevde kalma istekleri nedeniyle aynı görüşü paylaşan insanların bir araya gelmesi sakıncalı görülmektedir. Böylece ortak eylem girişimleri önlenecektir. Bu tür eylemlerin gerçekleştirilmesi ve büyük kalabalıkların bir arada bulunabilmesi için en uygun mekanlar meydanlardır. O halde, meydanlar ortadan kaldırılırsa başkaldırı ve protestolarda ortadan kalkacaktır.
Arap Baharı ve Gezi Parkı eylemlerini halkın meydanlarda gerçekleştirdiği ve yönetim üzerinde geri dönülmez etkiler bırakan halk hareketleri olarak izledik. Eğer meydanlar olmasaydı bireylerin ve toplumun görüşleri bu şekilde etkili duyurulabilecek miydi? Meydanda şekillenen Arap Baharı, halkın, kentin yaşam biçimine olan müdahale isteğinin bir göstergesi olurken, birçok ülkede yeni yönetim biçimleri ortaya çıkarmıştır. Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcı da kamusal alana müdahale sonucudur. Gezi Parkı ortasına alışveriş merkezi inşa edilmek istenmesi, kamusal alanın ticarileştirilmesi, özele tahsis edilmesi olarak algılandı. Parkı korumak isteyen toplum, fiziksel anlamda meydanını sahiplendi. Kentsel alanın tamamen bir rant alanı gibi algılandığı dönemde halkın kamu alanına nasıl sahip çıkacağının bir göstergesidir bu eylemler. Sahip çıkmanın ötesinde asıl sahibi olan halk, kamusal alanını yeniden şekillendirdi ve tarifledi; daralan, daraltılmak istenen meydanlar, parklar, açık ve yeşil alanlar koruma altına alındı.
Karşımızda iki senaryo var; gelecek nesiller belki de meydan diye bir kavram bilmeden yaşamlarını sürdürecek ya da geçmişe dönük bir şekilde meydanlar kentlerimizde şekillenecek. İnsanların temel ihtiyaçlarından birisidir sosyalleşmek… Bunu ister sanal ortamlarda sağlayın, ister açık alanlarda, sesimizi duyurmaya çalışmak en doğal hakkımız…Her koşulda bu alanlara ihtiyaç olacak. Bize düşen görev gelecekte meydanların ve kamusallığın nasıl şekilleneceğine karar vermek…
Doç.Dr. Aydın ÖZDEMİR
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü
Kontrast Sayı 37, Eylül-Ekim 2013