Kurgu fotoğrafı anlatmaya, öğrencilerle yaptığım bir çalışmayı örnekleyerek başlamak istiyorum. Kurgu dersinde ilk soruyu genellikle şu şekilde sorarım: “Bana, söylediğiniz en mükemmel yalanı anlatın…” Buna; patronunuza, iş arkadaşınıza, eşinize ya da çocuğunuza söylediğiniz yalanlar da dahildir. Genellikle çok çocukça şeyler çıkar. Peki, gündelik yaşamda bile insanları sözlerimizle ikna edemiyorsak, fotoğrafı kullanarak onların bir kurguya inanmalarını nasıl sağlayabiliriz ki? Pek çok kurgunun insanlar tarafından beğenilmelerinin temelinde, aslında o “iş”in nasıl yapıldığını bilmemek yatar.
Geçmiş dönemlerde öğrencilerime hep şunu söylerdim: “Birisi sizin fotoğrafınızı ‘kartpostal gibi olmuş’ diye överse, o fotoğrafınızdan kurtulun.” Bu övgüyü alan öğrencilerimden muhtemelen hiçbirisi o fotoğraftan kurtulmamıştır. Çünkü ego, yelkenleri övgüyle şişen bir yelkenlidir; ama işin kötü tarafı, rüzgârı oradan alıyorsanız sizi açık denizlere değil muhtemelen karaya sürükleyecektir ve kendinizi sürekli olarak başladığınız yerde bulacaksınızdır. Kurguda popüler olana meyilli olmak, bu işi ustaca yapanları taklit etmek fotoğraf eğitiminin bir parçası gibi geliyor insanlara. Hani 15 yaşında yazdığınız şiirlerin Ümit Yaşar Oğuzcan’a ya da Orhan Veli’ye benzemesini dert etmezsiniz ama 25 yaşında hâlâ aynı adamları taklit edip kendi tarzınızı oluşturamadıysanız, size şair denmesini ne derece hak edersiniz, orası tartışılır… Onu demek istiyorum. Fotoğrafta bu süreç daha da sınırlıdır. On yıl beklemenize gerek kalmaz. Zaten yapamadığınızı anladığınızda, önünüzde iki yol vardır: Ya fotoğrafta “Kurgu” yapmayı bırakıp doğrudan fotoğrafa veya alt dallarına bulaşırsınız ya da fotoğrafı bırakırsınız. Genellikle ilki tercih edilir. Kazara yakalanmış bir iki başarıdan sonra, bu kez ilk denenen “Kurgu” fotoğrafa çamur atma dönemine geçilir. Kurgunun fotoğraf olmadığını, Photoshop’un, girdiği her şeyi plastik bir dünyaya benzettiği gibi bir iki afili cümle kurar ve rahatlarsınız.
Elealı Zenon, hareketi açıklarken şunu söyler: “Aslında hareket yoktur.” Bunu da bir okun hareketiyle anlatır. Ok, hedefe doğru giderken ya şu an bulunduğu yerdedir ya da değildir. Eğer bulunduğu yerdeyse hareket etmiyordur. Bir sonraki yer için de aynı şeyi söyler. Böylece ok hareket etmeden (!) hedefine varır. Bunu aslında sinema filmi gibi düşünürsek daha doğru anlarız. Saniyede 25 kare görürüz peş peşe ve bunu hareket zannederiz. Tek tek baktığımızda hareket yokmuş gibi gelir bize ama aslında hareket vardır; fakat biz o hareketi bize aktaran asli unsur olan fotoğrafın tek bir karesine bakıyoruzdur. Bu da aslında algıyı güçleştirir.
Fotoğrafin dili sinemayla bir olmayacaktır ama yine de bir düşüncenin görüntüye aktarılması, sinema dili gibidir. Kurgu, hem sinema dilinde hem de fotoğrafta kullanılan bir unsurdur. Bunu doğru yapamazsanız, kimse filminizi izlemez ve kimse fotoğrafınızı görmek istemez. Sevsek de sevmesek de göreceli kavramlarla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini unutamayız. Her düşünce size göredir, her düşünce bana göredir. Ve insanların aynı asgari müştereklerde anlaşması zorunluluğu yoktur. Fotoğrafçının ortaya koyduğu “iş”e bakışımız bizim geçmişimizle ilgilidir. Aldığımız eğitimle, okuduğumuz kitaplarla ve hatta belki de çocukları sevmemizle ilgilidir. Mesela çocukları sevmeyen birisi ve çocukları seven birisi aynı fotoğraftan benzer duygulanımlar çıkaramaz. Benzer duygulanımlar çıkaramadık diye o fotoğrafı kötü olarak adlandıramayacağımız gibi, başka insanlarla benzer duygulanımlar yakaladık diye o fotoğrafı çok başarılı olarak da adlandıramayız…
Sözü Mehmet Ergüven’e bırakıp olayı bağlayalım:
“Kurgu, son tahlilde gerçeği sahneleme özgürlüğüdür; ama bu özgürlüğe sahip çıkmak ister istemez belli bir bakış açısını şart koşar ilk önce; çünkü gördüğümüz şey ile bir yanda öznel yaşantı içeriği, öbür tarafta dünya görüşüne koşut olarak görmeye koşullandığımız şey arasında bir işbirliği vardır daima.”
Yazı ve Fotoğraflar: Cengiz Oğuz GÜMRÜKÇÜ
Kontrast Sayı 19, Eylül-Ekim 2010