KONTRAST | Fotoğrafçı Ol(ama)mak (15. Sayı)

Eskiden, “sahilde gitar çalan çocuk” klişesi vardı; yaz aşklarının baş aktörleri idi onlar. Şimdi ise fotoğrafçı çocuklarımız var… Kimin ne kadar büyük bir fotoğrafçı olduğu, fotoğraf makinelerinin büyüklüğü ile ölçülür oldu. Şimdiki kızlar sahildeki gitarcı çocuğun değil, koca koca objektifleri ile sokakları arşınlayan çocukların hastası. Fotoğrafçı kızlar daha çekici. Köpeklerini dolaştırır gibi yanlarında fotoğraf makinelerini dolaştıran onlarca insanla karşılaşıyoruz sokaklarda. Hepsi mi fotoğrafçı bu insanların? Fotoğraf makinesi üreticileri, bu durumdan memnun… Ama madem bu kadar çok fotoğrafçı var, neden bu kadar az fotoğraf sergisi oluyor; neden bu kadar az fotoğraf dergisi var ve var olanlar da satış yapamadıklarından kapatmak zorunda kalabiliyorlar; fotoğrafa dair neden bu kadar az kitap yayımlanıyor ve yayımlananlara bu kadar az talep oluyor? Sergi yok, okumak yok, yazmak yok… Ne yapıyor sokaklarda karşılaştığımız o fotoğrafçılar?

Fotoğrafçı olmak ya da olamamak…

Usta-çırak, fotoğraf çeken-izleyen herkesin kendince bir fotoğraf ve fotoğrafçı tanımı var. Fotoğraf ortaya çıktığından beri de “Fotoğraf nedir?” ve “Fotoğrafçı kimdir?” sorularına dair pek çok şey söylendi, söyleniyor; elbette daha da söylenecek. Fotoğrafın bu kadar yaygınlaşması çok güzel ama fotoğrafa yıllarını vermiş fotoğrafın emekçileri bu durumdan o kadar da memnun değiller. Örneğin Çerkez Karadağ, kitaplarında bir parça sitemle, “Günümüzde deklanşör herkesi sanatçı yapmıştır!” [1] diyor.

Sahi, deklanşöre kaçıncı basışımızda fotoğrafçı olunuyor? Fotoğrafla ilgilenmeye başlayanların büyük çoğunluğu, fotoğrafçı olmak için yola çıkıyor. Peki, “fotoğrafçı olmak” ne demek? “Hadi ben fotoğrafçı olayım bari” dendiğinde olunabiliyor mu; nasıl fotoğrafçı olunuyor; var mı bu işin kaidesi kuralı? Derneklerdeki fotoğraf eğitimlerini bitirmek ya da üniversitelerin fotoğraf bölümlerinden mezun olmak, fotoğrafçı kimliği edinmek için yeterli mi? Fotoğrafçı kim? Hangi kriterlere ve belki de daha önemlisi, kime göre?

Konu ile ilgili birçok fotoğrafçıya görüşlerini sorduk. Onlardan birisi de Vahşi Doğa Fotoğrafçısı Süha Derbent. Derbent, 25 yıldır profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Fotoğraf çekmek için 60 ülkeye gitmiş; yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi, doğal ortamlarında fotoğraflamayı başaran dünyanın sayılı vahşi doğa fotoğrafçılarından biri. Derbent diyor ki:

Fotoğrafçı olmak, fazla kolay… Her fotoğraf çeken değilse bile, çoğu olabilir. Zor olan ise fotoğrafçı olarak, yani çektiği fotoğraflarla hatırlanmaktır. ‘Oldum’ diyen veya demeyip olduğunu sanan çok olabilir. Bu yanılgıya düşmek için ego yardımcıdır fazlasıyla. Oysa yaşamda ‘sahip olmak’ hep kolay olmuş, ‘olmak’ ise genellikle mümkün olmamıştır.”

Fotoğrafla ilgili ilgisiz herkesin “fotoğrafçı” dendiğinde ilk aklına gelen isim Ara Güler, Nezih Tavlaş’ın son kitabında, “Bir patlama olduğunda, olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı…” [2] diyerek, fotoğrafçı değil foto muhabiri olduğunu bir kez daha ısrarla dile getiriyordu. İyi ama foto muhabiri de fotoğrafçı değil mi?

Peki ya bu aralar işleri iyice kesatlaşan vesikalıkçılar, reklâm fotoğrafı çekenler, düğünleri çekenler; fotoğrafçı mı, zanaatçı mı? Mesleği fotoğrafçılık olan herkes fotoğrafçı mı? Eline diplomasını ya da sertifikasını alan herkes fotoğrafçı mı? Fotoğraf çekerek hayatını kazanan profesyonel her fotoğrafçıya fotoğrafçı diyebilir miyiz?

Geçmişteki eğitim ve birikimleri fotoğrafla ilgili olmadığından, isimleri fotoğrafçı olsa da fotoğrafçı olmadıklarını ifade eden fotoğrafçılar da var. Örneğin, dijital yaratıları ile adını duyuran fotoğrafçılarımızdan Ali Alışır, aslında resim kökenli bir sanatçımız. O da kendini fotoğrafçı olarak tanımlamaktan kaçınıyor. Fotoğraf ile bir şeyleri anlatmayı değil, bir şeyleri anlatmak için fotoğrafı malzeme olarak kullanmayı tercih ettiğini belirtiyor:

Bence sanatın hangi dalıyla uğraşıyor olursanız olun, bu kriterler ve sorular her zaman olacaktır. Kendimden örnek vermek gerekirse, ben hiçbir zaman kendimi bir fotoğrafçı olarak görmedim; moda sektörünün dışında. Resim kökenli bir geçmişimin olması, beni fotoğrafın da bir malzeme olarak kullanılabileceği sonucuna götürdü.

Burada kriter ne plastik sanatlarda o güne kadar yapılan çalışmalar, ne de çekilen fotoğraflardı. Kriter sadece teknoloji ve bendim. Benim için amaç fotoğraf çekmek değil, çekilen fotoğraflardan farklı daha başka neler yapılabileceği fikriydi. Kübist döneminde gazete parçalarını çalışmalarında kullanırken Picasso’nun amacının gazete yapmak olmadığını bilirsiniz. Amaç etrafımızı çevreleyen bu malzemeleri yorumlama biçimimizde saklıdır. Bu yüzden ben de sanatımın zaman içinde hep farklı ve yaratıcı düşünce kalıpları içinde oluşmasına dikkat ettim.

Bence dijital fotoğrafın gelişmesi (özellikle son beş ile yedi yıl içinde) fotoğrafın ve fotoğrafçı olmanın tanımını da kökten değiştirdi. Günümüzde fotoğrafçı artık bir ânı çeken ve belgeleyen kişi değil, bizzat üreten kişi konumunda olmaya başladı. Bu çok kısa bir sürede bizlere karanlık odanın en karmaşık müdahalelerinden bile daha ileri bir boyutta çalışma imkânı ve hızı sağladı. Bu noktada kimlerin usta seviyesinde anılacağını ya da kimlerin bu çark içinde yutulacağını gene zaman gösterecektir.”

Konu ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz Orhan Cem Çetin ve Murat Germen, kendisine “fotoğrafçıyım” diyen herkesin fotoğrafçı kabul edilmesi görüşündeler. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Modern’de “ana malzemesi fotoğraf olan ancak fotoğrafçı kimliğini reddeden çağdaş sanatçılar” konulu bir söyleşi gerçekleştirdiler. Hem söyleşiden biraz söz etmelerini hem de “Fotoğrafçı kimdir?” sorumuza cevap vermelerini istediğimizde Murat Germen bizi şöyle cevapladı:

Bu tanımı, olabildiğince geniş tutmakta fayda var sanıyorum; bir fotoğraf makinesi kullanarak fotoğraf çeken/üreten herkes, fotoğrafçı olarak tanımlanabilir. Bu genel tanımın içinde ise birçok alt ayrım yapılabilir: fotoğrafı sadece meslek olarak yapan kişi (ki bunun içinde moda, belge, mimari, editoryal, röportaj vb. alt ayrımlar var), fotoğrafı hobi olarak icra eden ve amatör olarak adlandırılan kişi, fotoğrafı sanatsal ifade aracı olarak kullanan kişi, fotoğraf çekiyor olmanın ötesinde fotoğraf yazınına katkıda bulunan kişi, stok fotoğraf ajanslarında fotoğrafı olan kişi, anı fotoğrafı çeken bir kişi, tatilde manzara fotoğrafı çeken kişi, vb… Bu tanımı kısıtlamak, darlaştırmak çok fayda sağlamayacaktır. Amatör olarak fotoğraf üreten kişinin de bir şekilde fotoğrafçı olarak tanımlanması beni hiç rahatsız etmez; çünkü ‘ancak bazı insanlar fotoğrafçı olabilir’ gibi dışlayıcı bir tavır içinde değilim. Bir örnek vermek gerekirse; arkadaşlar arasında toplu bir fotoğraf çekileceği zaman gönüllü bulmak için ‘eee fotoğrafçımız nerede?’ diye bir çağrı ortaya atılabilirken, gene dost meclisinde gelişen herhangi bir tarih, politika, aktüalite sohbetinde kimse ‘eee yazarımız, tarihçimiz nerede?’ diye davet edilmez; çünkü grup içinde bir yazar, tarihçi olması ihtimali daha zayıftır. Fotoğrafın bu ‘basit’ ve ‘çoğulcu’ yanını sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Fotoğrafçının / fotoğrafçılığın bizim toplumda çok ciddiye alınmamasının en önemli nedeni ise fotoğrafçılığın coğrafyamızda icat edilmemesi, kimyasalların, kâğıtların bizde üretilmemesi, dijital teknolojinin bizim topraklarda geliştirilmemesi diye düşünüyorum. Ticaret her toplumda kendiliğinden gelişebilir, kuralları belirlenebilirken fotoğraf gibi özel alanlar ileri düzey teknoloji, vizyon üretebilme yetisi gerektiriyor. Siz bu sürece hiçbir aşamada katkıda bulunmayıp, sadece gerekli teknolojiyi ithal yoluyla tüketici konumuna düşerseniz, ortaya çıkan ürünü de olması gerektiği kadar önemsemeyebilirsiniz…”

Orhan Cem Çetin de Murat Germen’e katıldığını belirterek bazı eklemelerde bulunuyor:

İstanbul Modern söyleşisinden önce araştırma yaparken, bu konunun tüm dünyada birçok forumda, yazışma gruplarında vs. enine boyuna tartışılmakta olduğunu gördük. Birisi şöyle bir şey yazmış, özellikle dikkatimi çekti: Eline fotoğraf makinesi alıp fotoğraf çekmeye başlayan herhangi birisi, ‘teknik olarak’ fotoğrafçı kabul edilebilir, tıpkı sürücü / otomobil ilişkisinde olduğu gibi.

‘Sanatçı’ sözcüğünün bir mertebe, ulaşılması neredeyse imkânsız bir vasıfmış gibi algılanması yüzünden bu sıfatı kendine yakıştıranlara kamuoyu genellikle öfkelenir, ‘Bırak buna başkaları karar versin, tarih gösterecek’ gibi sözler söylenir. Oysa sanatçılık sadece toplumda bir rol, bir duruş, bir var oluş stratejisi, bir davranış biçimidir. Bunu iyi becerenler de var, yüzüne gözüne bulaştıranlar da var. Ama ‘teknik olarak’ hepsi de sanatçı. Fotoğrafçılık da tıpatıp böyle. Bu sıfatta sakınılacak bir taraf yok. Birisine fotoğrafçı dendiğinde ne peşinen muazzam birisi olduğu söylenmiş oluyor ne de uydurma bir iş yapan, iki paralık bir kişi olduğu. Sadece hayatının merkezinde, hatta merkezinde de olması gerekmez, bir yerlerinde bu zanaatın bulunduğu söylenmiş oluyor.

Fotoğrafçı olmak, bir iltifat ya da asla ulaşılamayacak bir seviye değil. Bu işi tanımladığınız ölçüler içinde yapıyorsanız, hele meslek olarak dar sınırlar içinde bile olsa icra edip zanaatınızı insanları memnun ederek paraya tahvil ediyorsanız, siz bir fotoğrafçısınız. Bu ne bir iltifat ne de bir küçümseme, basit, gerçekçi bir tanım; duygusal olmaya da gerek yok.

Fotoğrafla yüzeysel ilişkisi olanların nezdinde ise fotoğrafçı sözcüğünün ne yazık ki kirli bir sözcük olduğunu, çakmak gazcısı, işportacı, selpakçı, ayakkabı boyacısı gibi -hadi bilemedin bir gömlek daha iyi-algılandığını görüyoruz.

Yani birileri yerlere göklere sığdıramıyor, kimileri yerin dibine sokuyor. Oysa fotoğrafçılık orta yerde duruyor. Yerini belli etmek için ‘fotoğraf sanatçısı’ gibi ucube tamlamalara hele hiç gerek yok. Ben bir fotoğrafçıyım ve meslekte geldiğim noktada, arkamdaki arşivle, artık bu sıfatı istesem de, yani mesleği bıraksam bile değiştiremem; zaten niyetim de yok.

Altan Bal, “Kamyocular” ve “Bekâr Odaları” gibi önemli belgesel fotoğraf projelerine imza attı. Ayrıca bir grup arkadaşı ile kurdukları “fotoroportaj.org” ile birçok belgesel fotoğraf projesini bizlere ulaştırarak, fotoğraf ortamımızın bu alandaki ihtiyacına bir nebze olsun cevap vermiş oldular. Altan Bal da konumuzla ilgili olarak Orhan Cem Çetin ve Murat Germen’in düşüncelerine yakın bakış açısıyla dikkat çekiyor:

Yıllar önce bir arkadaşımla, yarım bırakacağımız bir projeye başlamıştık. Fotoğraflarını çektiğimiz insanlara ses kayıt cihazı uzatıp ‘Bu fotoğrafları izleyenlere ne demek istersiniz?’ diyorduk. Hemen hemen kimse teklifimizi reddetmedi. Ta ki 22-23 yaşlarında, üzerinde Supermen tişörtü olan arkadaşa kadar. Bu arkadaşımız bizim teklifimizi, gözlerinde ‘Ben sizin ne dolaplar çevirdiğinizi biliyorum!’ bakışlarıyla, ‘Olmaz, ben de fotoğrafçıyım’ diye cevaplamıştı…

Fotoğraf çeken herkes, fotoğrafçıdır benim için. Tıpkı film çeken herkesin sinemacı olması gibi… Ya da belirli sıklıklarla resim yapan herkes ressamdır benim sözlüğümde. Biliyorum, son günlerde, ‘ben fotoğrafçıyım’ cümlesi diğerlerinden daha çok geliyor kulağımıza. Bu da fotoğrafın ne kadar demokratik bir iletişim aracı olduğunun kanıtı olarak görülmeli.

Ben kendimi nasıl mı adlandırıyorum? Benim fotoğrafçılığımın iki adı var galiba: bazen fotoğraflarla belgesel projeler yapıyorum, bazen de ticari fotoğraflar çekiyorum.”

İnternet ortamındaki fotoğraf paylaşım siteleri, hem çok eleştiriliyor hem de üye sayıları her gün hızla çoğalıyor. Bu ortamların, fotoğrafın bu kadar sevilmesinde ve yaygınlaşmasındaki rolü büyük. Ayrıca, bu ortamlar sayesinde fotoğrafa yeni başlayanlar, kafalarındaki sorulara hemen cevap bulabiliyorlar; teknik ve anlatım açısından,fotoğraflarına gelen farklı yorumları değerlendirebiliyorlar. Bu açıdan bakıldığında, fotoğraf paylaşım sitelerinin olumlu yanları yadsınamaz. Ancak, internette bu ortamlarda şöyle biraz dolaştığınızda görüyorsunuz ki herkes fotoğrafçı, herkes ahkâm kesiyor. Aman o ne yorumlar, aman o ne kavga gürültüler; bir yanda alkışlar, bir yanda yerden yere vuranlar; herkes uzman, herkes her şeyi biliyor. Günün fotoğrafçısı oldunuz mu tamam, artık sırtınız yere gelmez. Fotoğrafçı olmak böyle bir şey mi? Bir kaç senede fotoğrafçı oluverenler, fotoğrafın ustalarına karşı pek sitemli; yeri geldiğinde de bayağı afili eleştiriyorlar onları. “İyi de bu fotoğrafı ben de çekebilirim” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Ama birçok fotoğrafçı kabul etmiyor günün ya da ayın fotoğrafçısı gibi sıfatları; pek prim vermiyorlar böyle fotoğraf ortamlarına. Günün fotoğrafçısı olmak iyi hoş ama birilerinin gözünde fotoğrafçı ol(ama)mak da var işin ucunda…

Merih Akoğul, hem akademik kimliği, hem de dur durak bilmez üretkenliği ile fotoğraf dünyamızın önemli isimlerinden. Fotoğrafçı kimliğine sanatın tüm dallarına olan yoğun ilgisi ve edebiyat yazıları da eşlik ediyor. Akoğul, fotoğraf söyleşileri ve fotoğraf yazılarında her zaman okumanın, araştırmanın, çok yönlü ilgi alanlarına sahip olmanın, fotoğraf çekmek kadar ve hatta daha fazla önemli olduğunu vurgulamaktadır. Fotoğrafçı olmak konusunda diyor ki:

Bence herkes fotoğrafçı olabilir. Çünkü kendini fotoğrafçı hissediyordur. Çevresi de ona fotoğrafçı gibi davranıyordur. Zira, hepimizin çevresinde kendisini -olmadığı kadar- iyi hissettiren insanlar vardır. Bu durumda, kişi fotoğrafçı davranışları göstermek durumundadır. Üstelik var olan güzel işini de fotoğraf adına ihmal etmiştir. Bu arada iyi bir dijital makine almış, iki dönem kursa gitmiş, son günlerde fotoğraf adına önemli adımlar atmıştır. Emekli olunca bir fotoğraf stüdyosu açmak, nü ve reklâm fotoğrafları çekmek istiyordur. Fotoğraf makinesi alacak ve hangi fotoğrafının daha iyi olduğuna karar veremeyen dostları hep ona gelmektedirler. Hatta geçtiğimiz günlerde ders vermesi için teklifte bile bulunulmuştur. Belki bir dershane / fotoğraf merkezi bile açabilir. Babadan kalma daireden kiracıyı çıkartır, dersleri de kendi verir; böylece giderler azalır. Neden olmasın…

Bence sorun fotoğrafçı olmakta değil, iyi fotoğrafçı olmakta… Her konuda olduğu gibi fotoğrafta da ‘iyi’ fotoğrafçı sayısı azdır. Kaç iyi doktor, kaç iyi avukat, kaç iyi marangoz, kaç iyi ressam biliyorsunuz? Fotoğrafçı sayısı da bu dallardan daha fazla olmayacaktır.
Ah, bir de ben kendimi; halı sahada gol attığımda meşhur bir futbolcu, bir desen çiziktirdiğimde büyük bir ressam, gitarı tıngırdattığımda pop star, iki fotoğraf sattığımda da büyük bir işadamı gibi hissedebilseydim çok daha mutlu olabilirdim.

Eskiden herkes amatördü. Şimdi fotoğraf makinelerinin 3 inch’lik ekranlarında fotoğraflarını gören kimse ben amatörüm demiyor. Şimdi herkes büyük usta, herkes erbap, herkes hoca… Ne diyelim ‘Uğurlar ola!’”

Kimi “tekniği iyi bilmeyen fotoğrafçı olamaz” diyor, kimi “fotoğrafçı aynı zamanda sanatçıdır” diyor. Birinin “fotoğrafçı” dediğine, diğeri “hadi oradan” diyor. Öyle fotoğraf tarihi kitaplarına falan geçmek de fayda etmiyor. Robert Capa’yı mezarında rahat bırakmadık; “Düşen Asker” isimli fotoğrafı kurgu mu, gerçek mi; o büyük fotoğrafçı dediğimiz adam, üçkâğıtçı mı değil mi diye bir grup tartışırken; bir başkası “Yahu bırakın bunları; fotoğrafın ardındaki ideoloji, hangi amaçla çekildiği, neyi anlattığı önemli” diyor. Bir grup fotoğrafçı İstanbul’un Balat’ında, başka bir grup Ankara’nın Ulus’unda çocukların peşinde… Elinde fotoğraf makinesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya giden herkes 3-5 ayda proje üretirken, o koca objektifleri sokaktaki tanımadıkları insanların üstüne sorgusuz sualsiz doğrulturken, bir başka grup, etik, sorumluluk, ideoloji, insana saygı gibi birçok kavramı arkasına almayan fotoğrafın, fotoğraf olamayacağını savunuyor.

Fotoğraf amaç mı, araç mı?

Fotoğraf pek çok kişi için amaç iken, kimileri için sadece bir araç. Farkında mısınız, bizi kendisine on saniyeden fazla baktıran, hatta dinlenip dinlenip tekrar baktığımız, hafızamızın derinlerinde demlendikçe anlamı derinleşen fotoğrafların ardındaki fotoğrafçılar, fotoğrafa gelene kadar zaten söyleyecek sözü olan kişiler. Fotoğraf, onların söylemek istediklerini söylemek için seçtikleri yöntemlerden sadece birisi. İlker Maga’nın deyişiyle “Sadece fotoğraftan anladığını ya da sadece fotoğrafla ilgilendiğini söyleyen insan, aslında hiçbir şeyden anlamıyor demektir.” [3]

“Neden fotoğraf çekiyorsunuz?” sorusuna verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu gerçekten? Çevremizde birbirinin aynı olan ne çok fotoğrafla karşılaşıyoruz, değil mi? Belgesel fotoğraf alanındaki çalışmalarının yanı sıra, “Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj” isimli kitabı ile belgesel fotoğrafın ne olduğu tartışmalarını sağlam bir zemine oturtan Özcan Yurdalan’a göre, fotoğraf anlatmaktan çok anlama aracı; fotoğrafçının da anlatmak için önce anlaması gerekiyor. [4]

Fotoğrafçının anlatacak bir şeyleri olması da yetmiyor, anlatabilmesi de önemli. Çünkü anlatmak istediklerimizi anlatamadığımızda “aynı” oluyor fotoğraf. Üstelik birkaç fotoğrafla anlatmak da yetmiyor. Fotoğraf, var oluşumuzun, dile getirmek istediklerimizin, hayatı anlamlandırma ve daha güzel bir dünya düşümüzün araçlarından biri olabilir; ama tek başına tüm bunları başarmasını da bekleyemeyiz ondan.

Özcan Yurdalan, fotoğrafçıların sorumlulukları konusunda, “Ele alınmasını istediğimiz konularda yaşanacak değişimin, iki fotoğraf ile üç fotoğrafçının işi olmadığını keşke hepimiz bilsek. Kamusal alanda sorumluluk almadan, siyasal faaliyetten uzak durarak, toplumsal eylemlere katılmadan, örgütlü mücadele vermeden, fotoğraf makinesiyle mucizeler yaratma, ne problem varsa hepsini bir çırpıda çözüverme hevesine kapılmasak keşke; fotoğrafı da şişirmesek” diyor.

Teknoloji, fotoğrafın da doğasını değiştirdi; ezber bozan bazı gelişmeler, fotoğrafçı tanımını tekrar tekrar masaya yatırmamıza neden oldu. Neredeyse çekilmeden, aydınlık odada yeniden yaratılıyor fotoğraflar. Hani hep derler ya “Müthiş fotoğrafçı; çünkü iyi göz var adamda.” diye; ama şimdilerde körler, Evgen Bavcar gibi hiç görmeyen insanlar, fotoğrafçı olabiliyor.

“Fotoğraf sanat mı, değil mi?”, “Filmli makine mi, dijital mi?” tartışmaları önemini yitirdi. Bugün, “Fotoğrafla ne yapabiliriz?”, “Fotoğrafla nasıl sanat yapılır?”, “Fotoğrafın işlevi”, “Fotoğrafla neyi, nasıl anlatabiliriz?” konularını tartışıyoruz. Fotoğrafçının kim olduğu, kimliği bugün çok daha önemli bir hâle geldi.

Murat Pulat, 1992 yılından beri fotoğraf ile ilgileniyor. Bu süreçte farklı mesleklerde hayatını sürdürürken, yakın zamanda meslek yaşamını da fotoğrafa odakladı. Genç fotoğrafçılarımızdan Altan Bal ile fotoğraf eğitimi ve atölye çalışmalarının yer alacağı bir ortaklık kurdular. “Nefes” ve “Dikkat İnşaat Var” belgesel projeleri ile ismini duyuran Pulat, değişen fotoğraf ve fotoğrafçı tanımlarını şöyle değerlendirdi:

Olumlu tarafından bakarsak; fotoğraf makinesinin bulunuşuyla resim nasıl özgürleştiyse, dijital çağla da fotoğrafın özgürleştiğini söyleyebiliriz. Fotoğraf (neredeyse Tanrı’ya eş tutulan ve Tanrı’nın yarattığını birebir kopyaladığı düşünülerek çarmıha gerilen) gerçeğin birebir kopyası olarak tartışılmaz güvenilirliği olan bir araçtan (ki hâlâ hâkim ideoloji insanların zihnindeki görüntünün gerçekliği yanılsamasını kullanmakta), bugün kitleler için inandırıcı itibarını kaybetmiş başka bir araca dönüştü. Ama sırtındaki gerçeklik yükünü de yere bıraktı ve özgürleşti. Bu aslında fotoğrafçı olarak algımızı zorlayabilir (bugüne kadar çok inandırıcı olan bizlere olan güvenin kaybolması adına), kötü olan nasıl iyi olabilir ki diyebiliriz; bunun yanıtı da bir hayli eleştirdiğimiz teknoloji sayesinde. Ne kitle iletişim araçları üzerindeki kontrol ve baskı, ne de ‘embedded’laştırılan imgeler, özgür üretimi durduramıyor. Hâlâ bir yerlerde, suçlunun gözden ırak işlediğini düşündüğü suçunu ifşa eden fotoğraflar kendilerine yer bulabiliyorlar; en uç noktada fotoğraftan sayılmayan dijital çağın nimeti cep telefonu görüntüleri bile bize görünen / gösterilenden daha fazlası olduğuna işaret ediyor. Bundan bir adım daha ötesinde ise ansal hiçbir gerçekliği olmayan, bence ileride eleştiri mekanizmasında önemli bir yere oturacak, oluşturanın zihninin bir yansıması ve bize yine dijital dünyanın hediyesi Fine-Art fotoğraf var. Tüm bunlar bize ‘fotoğrafın’ gerçekliği, dijital olup olmaması, hangi ekipmanla çekildiğinden çok fotoğrafın ya da daha önemlisi onu sunanın bakış açısı, fotoğrafçının kimin tarafında olduğunun önem kazandığını söylüyor.

Fotoğraf, biz istesek de istemesek de dönüşüyor, değişmeyen tek şey sesini duyuramayanların sesini duyurma ihtiyaçları. Peki, çalışma yöntemi ne olursa olsun fotoğrafçı bu ihtiyaca cevap verebiliyor mu? Gerçekte esas soru bu değil mi?”

Fotoğrafçının kimliği ve sorumluluğu

Kitapları ve yarım asırlık fotoğraf geçmişi ile bugünün Türkiye fotoğrafında önemli yere sahip olan Gültekin Çizgen, tüm kitaplarında, fotoğrafçının kimliğinin önemini vurgularken sık sık şu ifadeye yer verir: “Fotoğraf, adeta tek başına kimliksizdir. Ona kimlik kazandıran fotoğrafçının duruşudur, birikimidir.” [5]

Evet, belki dünyada fotoğrafı çekilebilecek her şeyin fotoğrafı çekildi, belki Ara Güler’in İstanbul’u bittiği için o artık fotoğraf makinesi ile dolaşmak istemiyor olabilir; ama şimdiki fotoğrafçılar için yeni bir İstanbul, yeni bir dünya, yeni yaşamlar var. Kentler ve insanlar dönüşürken, söylenecek şeyler de dönüşüyor. Bu dönüşümün olumlu olduğu kadar toplumları körleştiren, onları bir örnekliğe dönüştüren olumsuz yanları da olabilir. Nazif Topçuoğlu “Fotoğraf Gösterir Ama…” isimli kitabında bu konuya değinirken, Martha Rösler’in şu sözüne yer verir: “Görüntülerin manipülasyonundan değil, kitlelerin manipülasyonundan korkun”. [6]

Dünyanın toplumları uyutacak değil, uyandıracak, farkına vardıracak, hatırlatacak fotoğraflara; dolayısıyla bunları söyleyebilecek fotoğrafçılara ihtiyacı var. Bu anlamda fotoğrafçının kimliği de bu dönüşümlerden payını alıyor.
Fotoğrafı, fotoğrafçının kimliğini arkasına alan bir yaratım olarak düşündüğümüzde, fotoğrafçıların farklı bir konumda görülmeleri kaçınılmaz. Bu mânâda fotoğrafçılara bir yandan sorumluluk yüklüyoruz, bir yandan da onları belki de hiç istemedikleri yüksek makamlara oturtmaya çalışıyoruz. Bu, aynı zamanda pek çok fotoğrafçının egolarını da besleyen bir durum. Ego, fotoğrafçı olmak konusunda önemli bir yere sahip, azı da çoğu da zarar. Çünkü yarın, egoları ile yaptıkları savaşın galibi olan fotoğrafçılar fotoğrafları ile hatırlanacaklar, egolarına yenilenler ise egoları ile…

Fotoğrafçılardan, çoğu zaman toplumun birkaç adım önünde olmalarını, topluma yol göstermelerini, dünyayı değiştirme yönünde adımlar atmalarını bekliyoruz. Omuzlarına sorumluluk yüklerken, anlatabilmek için her şeyi yapabilecekleri özgürlüğünü de veriyoruz onlara. Hele ki söz konusu sanatsa, adı “sanatçı” olan fotoğrafçı ne isterse yapar, diyoruz. Öyle mi geçekten? Fotoğrafçı, anlatabilmek için her şeyi yapabilir mi? İyi ama nereye kadar?

Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli romanında, roman kahramanı Tereza, Rusların Çekoslavakya’yı işgali sırasında, kendini bir foto muhabiri olarak buluverir ve işgalin çarpıcı fotoğraflarını dünya basınına gönderirken, Ruslara karşı yapılan direnişe katkıda bulunmanın, bunu dünyaya duyuruyor olmanın gururunu yaşar. Ancak, bir zaman sonra, gün gelir devran döner ve Ruslar, bu fotoğraflardan faydalanarak direnişçileri tek tek yakalarlar; mahkemede suçlarının kanıtı olarak bu fotoğrafları kullanırlar. Tereza bir daha eline fotoğraf makinesi almak istemez. [7]

Richard Avedon, Saigon’da yedi hafta geçirir; Amerikan bombaları tarafından zarar gören Vietnamlıları fotoğraflar. Çekimlerin sonunda, kaldığı otel odasında, çektiği fotoğrafları gözden geçirirken, hiç ummadığı duyguların içinde bulur kendini: Evet, Saigon’a savaşın çirkinliğini göstermeye, orada zarar gören insanların sesini duyurmaya gelmiştir. Hedeflediği fotoğrafları çekmiştir, fotoğraflar çok iyidir; ama bir o kadar da acı vericidir, görüntüler korkunçtur. O fotoğrafları çekerken yaşadıklarını, hissettiklerini fotoğraflara bakarken tekrar yaşar. Dünyaya bu fotoğrafları vermekle vermemek arasında çelişkiye düşer. Orada bizzat bulunmadığı sürece hiç kimse, ne o dehşeti ve o insanları, ne de Richard Avedon’ı, fotoğraflara bakarak anlayamayacaktır ki! Fotoğraflar, dünya basınına malzeme olmaktan öteye geçebilecek midir? Arkadaşı Susan Sontag’ı arar ve ona danışır; “Ben bunlarla ne yapacağım?” der. Sontag ona, onunla aynı çelişkileri yaşadığını, cevabın kendisinde de olmadığını söyler ve ekler: “İşte fotoğrafın gerçek ahlaki ve estetik yanı budur, yani bu sorulardır; cevabı yoktur, görecelidir.” [8] Fotoğraf tarihi, fotoğrafçıların bu türde hikâyeleri ile doludur.

Çerkes Karadağ, “Fotoğrafçı ile Diyaloglar” isimli kitabında, fotoğrafçının ve fotoğrafın durduğu yeri şu cümleleri ile ifade eder; “Fotoğrafçı, kesinlikle yalnızların, temsil edilmeyenlerin, sömürülenlerin veya kendini ifade etmekten yoksun olanların saflarında yer almalıdır! Her fotoğrafçı, genellikle bu hedefi göz ardı etmeden yola çıksa da kötü amaçlı kullanımlar, onun taraflı ve haklı bu çabasında zaman zaman başarılı olmasını engellemiştir. Uğruna savaştığımız birçok şeyin sözcüsü olmayı üstlenen fotoğrafı, sınırsız bir paylaşıma taşıyan da işte bu evrensel duruşudur.” [9]

Fotoğraf çekerken amacımız ne kadar iyi niyetli olsa da, iyi niyet yetmeyebilir. Fotoğrafçının sorumluluğuna dair Süha Derbent de bir söyleşisinde şunları söylüyor;

Aslında her fotoğraf, içinde bir taciz içeriyor. Fotoğrafa konu olan kişi, fotoğrafının çekilmesine izin versin ya da vermesin, fotoğrafta gösterildiği şekilde olmaktan memnun olsun olmasın, bu değişmez. Ben gördüğümü çekiyorum, izleyen de görmek istediği şekilde görüyor ya da anlıyor o fotoğrafı. Ben ne kadar duyarlılık göstersem de fotoğrafını çektiğim canlılar, örneğin bir kaplan, bakalım öyle görünmek istiyor mu? Bunu illa ki olumsuz anlamda algılama. Ama bunun tanımı tacizdir; çünkü bu eylemde fotoğrafçı hükmedendir, onun gördüğü ve göstermek istediği olur, fotoğraftakinin buna müdahale etme şansı yoktur.” [10]

Fotoğraf deklanşöre basmakla çekilmiyor

Çok soru sorduk, bir kısmını kendimiz cevapladık, bir kısmını fotoğrafın ustalarına cevaplandırdık; ama asıl cevaplar her fotoğrafçının kendisinde. Çünkü anladığımız kadarı ile fotoğrafçı olmak öyle öğretilebilir bir şey değil, yaşayarak öğrenilebilecek bir şey. Üstelik bir ömür veriliyor da yine de fotoğrafçı olunmuyor, olunamıyor. “Olma” yolunda bir ömür harcanıyor; sonucun değil sürecin önemli olduğu bir deneyim… Fotoğrafçı tanımı da sınırları net çizilebilen bir tanım değil. Deklanşöre basmakla fotoğraf çekilmiyor demek ki? Soru sorduğumuz herkesin hemfikir olduğu nokta, çok çalışmak gerektiği; ama daha da önemlisi, fotoğrafçı dediğimiz kişinin öncelikle bir kimliğe sahip olmasının gerekliliği. Bu kimlik de fotoğraf makinesi sahibi olmakla değil, sanat ve bilimin farklı dallarında yıllarca kazanılan birikim ve deneyimle ediniliyor.

Fotoğrafçı, en başta “kendi olmak” zorunda; çünkü fotoğraf ancak fotoğrafçısı kadar gerçek olabiliyor. Arto Tunç Boyacıyan’ın dediği gibi, “Kendinize karşı dürüstseniz, fotoğrafınız gerçek olur.” [11]

Fotoğrafçı, farklı bir şeyler söyleyebilmek için zaten farklı olmak zorunda; içinde yaşadığı dünya ve topluma yeni bir şeyler söyleyebilmeli. Öyle sorumluluk sahibi olmalı ki fotoğraflarına konu olan insanların, nesnelerin ve olayların bir gün bu fotoğraflardan umulmadık biçimde zarar görebileceğini asla unutmamalı. Tüm bunlara sahip olan fotoğrafçıyı şıp diye gözünden tanımamız da mümkün değil. Çünkü onlar zaten pek ortalıkta görünmüyorlar; “buradayım” diye bağırmıyorlar; işlerini yapıp kenara çekiliyorlar ve takdiri izleyiciye bırakıyorlar.

İlker Maga’nın dediği gibi;

Klasikler bağırmazlar.
Klasikler insanı ısırmazlar.
Ustalar insana yavaş yavaş nüfuz ederler…” [12]

Dipnotlar
[1] Çerkes Karadağ, Görme Kültürü, sf. 18
[2] Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri Ara Güler, sf. II
[3] Fotoğrafçıya Fısıltılar, İlker Maga, sf. 9
[5] Gültekin Çizgen, 101 Kompozisyon 101 Yorum, sf.16
[6] Nazif Topçuoğlu, Fotoğraf Gösterir Ama…, sf.43
[9] Çerkes Karadağ, Fotoğrafçı ile Diyaloglar, sf.19
[10] www.fotoritim.com/yazi/sule-tuzul–fotografin-sessiz-ve-tavizsiz-kedisi-suha-derbent-ile-soylesi
[11]Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sf. 43
[12]Henri Cartier Bresson, Karar Anı, Hazırlayan: İlker Maga, sf.138

Kaynakça:
[4] Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj
[7] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
[8] Liz Wells, The Photography Reader

Hazırlayanlar:
ŞULE TÜZÜL, ELÇİN POLAT, ŞİRİN AYDIN

Kontrast Sayı 15, Ocak 2010 / Fotoğrafçı Ol(ama)mak

Bizi paylaşın..