“Kente karşı da suç işlenir mi, kent canlı mı?” diye sorabilirsiniz. Bana kalırsa kentler de canlı organizmalardır. Doğarlar, yaşarlar, yaşatırlar ve artık yaşanamaz yerlere dönüşünce de ölürler. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Ölüp toprağın derinliklerine gömülmüş pek çok kent var. Eğer kentler ölmeseydi arkeologlar işsiz kalırdı…
Tabii kentlerin ölüp kaybolması için pek çok sebep var, bunların bir bölümü, deprem gibi doğal sebepler. Bazen de biz yaşadığımız şehirlerin boğazını sıkıp onu öldürmeye çalışıyoruz. Tıpkı Nasrettin Hoca’nın bindiği dalı kesmesi gibi, biz de içinde yaşadığımız kentin yaşanmaz bir yer olması için adeta yarışıyoruz. Yaşadığımız kente, kentlere, ülkemize ve ne yazık ki gidecek başka bir yerimiz olmadığı halde, dünyamıza karşı suç işliyoruz.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Fotopya’nın bu suçları belgelemek üzere düzenlediği yarışmaya gelen fotoğraflar, kente karşı işlenen suçların çarpıcı örnekleri ile doluydu.
Ben burada sizlere, beni de etkileyen iki örneği teknik ve içerik olarak okumaya çalışacağım.
İlk fotoğrafın önce içeriğine bakalım. Suç o kadar belirgin ki bakar bakmaz sizi çarpıyor. Solda yığılmış çöpler bir taraftan denize karışıyor. Denizin bile rengi kirli sarıya dönüşmüş. Uzakta kent biraz mahcup bir suçluluk duygusu içinde kendi felaketine korku ile bakıyor. Kendisini yaratan insanların, hoyratça kendisini ölüme doğru sürükleyişlerini çaresizlikle izliyor gibi. Karamsarlığı gri bulutlar tamamlıyor. Fotoğrafta sadece rengarenk çöpler mutlu görünüyor. Fotoğrafın tümü bir çaresizlik çığlığı gibi.
Teknik kısmına gelince; soldan denize nerede ise 45 derecelik bir eğimle inen çöp yığını fotoğrafa hareket katıyor. Ufuk çizgisinin yerleştirilişinde belirgin bir kararsızlık var çünkü fotoğrafın altı, yani deniz de fotoğrafın üstündeki kara bulutlar kadar önemli kompozisyon için. Uzaktaki şehrin çöp yığını kadar parlak ve büyük olmayışı perspektiften kaynaklanıyor ama bu da anlamı tamamlamak için gerekli. Bence fotoğrafın tek kusuru ufuk çizgisinin belli belirsiz sağa doğru eğik oluşu.
İkinci fotoğrafta ise, dijital fotoğrafın tüm imkanları kullanılarak sonumuzun ne olacağı adeta yüzümüze vuruluyor. Ön planda, keskin yükselip alçalmalarla köprü bizi sanayinin korkunç yüzüne taşıyor. Tarihi köprü daha insanca ve doğaya uyumlu. Ulaştığımız yerde görünen fabrika ise adeta bizleri yok etmeye çalışan bir canavar gibi boydan boya uzanıyor. Köprüyü oluşturan taşların sıcak ve doğal görüntüsüne karşı fabrikanın, boruları, kazanları, bacaları medeniyetin, çevreyi kirletmek olmaması gerektiğini hatırlatıyor. En arkada ise ümitsiz bir bekleyiş içinde gibi duran kent.
Bu fotoğraf, fotoğrafın sadece çekilerek değil yapılarak da oluşturulabileceğini gösteriyor bize. Fotoğrafçı, görüntü düzenini oluştururken kompozisyonu da sağlam kurmuş. Ön plandaki köprünün dinamik, hareketli ve aydınlık görüntüsüne karşılık arka plandaki fabrikayı daha koyu ve farklı kıvrımlarla bize sunarken şekillerin zıtlığı ile duygusal kontrastı vurgulamış. Arka plandaki artık iyice uzakta kalan şehir dokusu ise büsbütün çaresiz bir bekleyiş içinde.
Biz yarattığımız bu dehşet senaryosu içinde adeta kaybolmaya mahkumuz. Üstelik bu sadece bizim ülkemize has bir sorun da değil. Bütün dünyada çarpık kentleşme ve bunun sonucunda ortaya çıkan sorunlar acil çözüm bekliyor.
Kente karşı işlenen suçlar evrensel suçlardır bana göre ve aslına bakarsanız, topluma ve insana karşı işlenmiş suçlardır…Biraz düşünürsek kente karşı işlenen suçlarda hepimizin biraz payı olduğunu görürüz, hepimiz kentimize karşı suç işliyoruz. Şarkıdaki gibi, “…masum değiliz, hiç birimiz”
Bizden sonra bu dünyada yaşayacaklara daha yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için hepimizin gayret göstermesi dileğiyle…
Kontrast Sayı 36, Temmuz-Ağustos 2013
Halil Nadir EDE