Bilinçaltımız ya da başka bir deyişle altıncı duyumuz, maalesef sürekli çalışıyor ve her şeyi depoluyor. Gördüklerimiz ve hatta bazen görmediklerimiz…
Nedir bu görmediklerimiz veya gördük zannettiklerimiz? Gördüklerimiz mi, yoksa seçim şansımız olmadan görmek durumunda kaldıklarımız mıdır onlar? Efendim, lafı çok gevelemeden konuya girmek gerekirse; görüntülere yerleştirilen “25. Kare” bir şehir efsanesi mi, yoksa gerçekten bizi etkisi altına almak isteyenlerin oyunları mı? Bu sayıda konumuz bu!
25. kare söylemi temel olarak; gerek bazı inanışları etkin kılmak, gerek reklam amaçlı, gerekse kötü niyetlerle, hareketli görüntüler arasına subluminal mesajların yerleştirildiği ve bilinçaltının bu yolla bazı fikir, düşünce ve inanışlara yönlendirilmesi çalışmasıdır. Peki, bu görüntüler madem gözümüzün önünden geçiyor ve biz bu kareleri neden gözlemleyemiyoruz?
İşte bu noktada, insan gözünün doğası yani, saniyede yalnızca 24 kareyi görerek algılaması, 25. Kareyi görmesi ancak görme duyusu ile algılayamaması olgusu karşımıza çıkıyor. Aslında, insan gözü gördüğü 24 kareyi de ayrı ayrı algılayamıyor zaten, ancak bunların arasında bir bütünsellik kurarak, devamlılığını sağlayarak bir sonraki hareketi içeren 24 kareye geçiyor. Subluminal reklam ve mesaj vermek isteyen kişiler, 24 kareye hareketin yavaşca değiştiği görüntüyü yerleştirip 25. kareye tümüyle farklı tek bir görsel yerleştirdiklerinde, işte bu son karenin ayrı algılanması beyin tarafından gerçekleştirilemiyor. Çünkü bilinçli görme aşamasında beyin saniyede yalnızca 24 kare algılayabilme yetisine sahip. Bu da, sinema da 24 kareden sonrasının yani 25. karenin direkt olarak bilinçaltına gönderildiğinin işaretidir o halde.
Televizyon teknolojisinde de durum benzerdir, ancak küçük bir teknik farkla: Televizyonda saniyede geçen görüntü 24 değil 25’dir. Hatta 3 boyut teknolojisinde saniyede 30 karelere kadar ulaşılır. Yani istenmeyen görüntüleri 25. kareye yerleştirmek şart değildir. 25-30 kare içerisinde herhangi birine yerleşecek bir kare aynı etkiyi yapabilmektedir. Söylenen o ki; göz bu görüntüleri göremese de saniyenin 3 binde biri gibi bir zaman aralığında, bu görüntü bilinçaltına ulaşabiliyor ve mesajlar halinde, o reklamı, diziyi, filmi hazırlayan kişinin vermeyi amaçladığı mesaj, 25. karelerle bilinçaltına gönderilmiş oluyor. Görme duyusu ile algılayamadığı zaman da maalesef, devreye altıncı duyumuz denen bilinçaltı giriyor.
Bilincimiz kendine ulaşan her tür malzemeyi kendi kazanımları ve değer yargıları doğrultusunda bir süzgeçten geçirirken, bilinçaltı ne yazık ki bu iş için fazla tembel davranmakta, herhangi bir ayıklama işine girişmeden, bilgileri doğrudan depoya atmaktadır.
Nöroloji uzmanı Dr. Mehmet Yavuz’un konuya ilişkin yapmış olduğu bilimsel açıklamaya göre: “Bilinçaltı, heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların eyleme dökülmesinden de sorumludur. Aynı zamanda da zihin, telkin ve imgeleme yoluyla iknaya müsaittir. Bilinçli zihnin aksine, sorgulamadan, tekrarlanan önerileri kabul eder, pekiştirir. Zira sıklık arz eden tekrarlar, içsel algılarımıza odaklıdır. Yani bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz, bilinçaltımız tarafından biçimlendirilir. Bundan dolayı, bilincin aksine bilinçaltını etkilemek hiç de zor değildir. Çünkü bilinçaltı, gerek görsel, gerekse işitsel yoldan gelen mesajları sorgulamaya bile gerek duymadan kabul eder, “Evet”, “Hayır” demez, bilinç gibi yargı belirtmez. Bu nedenle değişik metotlarla bilinçaltı etkilenecek olursa, çok daha çabuk ve kalıcı sonuçlar alınabilir. Bu yöntemlerle insanları bir istikamet doğrultusunda, farkında olmadan yönetmek ve idare etmek mümkün olabilmektedir.”
Sinemanın büyülü dünyasında bu kötücül 25. Kare de ne ola, diye düşünebiliriz elbet, ancak devasa bütçelerin döndüğü bir sektörde, belki de sürpriz değildir… Özellikle ilk çıkış noktasının reklamlar olduğu düşünülecek olursa. Ayrıca söylentiler bunun sadece görüntü dosyalarında değil, ses dosyalarında da yer alabileceği şeklinde genişletilmektedir.
1950’li yıllarda, Amerika’da yaşayan ünlü bir reklamcı, James Vicaroy, perdede flaşlar şeklinde beliren gıda görüntülerinin insanlar üzerinde tüketimi arttıran bir etki yaptığı yönünde iddiada bulunur ve bir deney gerçekleştirilir. Deneyde, film salonunda bulunan deneklere, film arasına yerleştirilen ancak gözün algılamasına imkan olamayacak sürelerde verilen karelerde “Coca Cola iç”, “patlamış mısır ye” şeklinde mesajlar gönderilir, deney sonucunda; patlamış mısır satışlarında %20 ve Coca Cola satışlarında % 57 oranında artış tespit edilir. 1960 yılı sonrasında Amerika’da yapılan detaylı araştırma ve çalışmalar bu düşünceyi destekler sonuçlara ulaşmıştır. Takıstoskop denilen bir cihaz sayesinde, reklamların bilinçaltını nasıl etkilediği konusunda bazı tespitler yapılmıştır. Burada düşündürücü olan, reklam sektörünün insanlara, ihtiyaçları olsun olmasın ürünlerini dayatmaya çalışmasıdır. Günümüzde; sinema ve reklam sektörlerinin her birinin pasta paylarının büyüklüğü ve 2013 yılı itibariyle teknolojide gelinen noktayı da hesaba katarsak, sanırım durum kaçınılmaz nitelikte olabilmektedir.
İşin boyutları bu kadarla da kalmıyor; maalesef, çocuklar için üretilen animasyon ve çizgi filmlerde cinsel içerik, şiddet, dini ve siyasi subliminal mesajların da varlığı varsayımlar arasında…
Peki mademki bu tür bir uygulama bizim kontrolümüzde olmadan bilincimiz dışında gelişiyor, o halde ne yapacağız? Sanırım en güzel yolu seyrettiklerimiz ve seyredeceklerimizdeki seçicilik olacaktır. Tükettiğimiz Tv programı veya sinema filmi bile olsa, bilinçli tüketici olmak işe yarar mı acaba?
Ülkemizde bilinçaltı reklamını önlemek için kanuni bazı girişimler mevcut ancak son tüketiciler olarak, teknolojiye bu anlamda karşı koymak oldukça zor olacak gibi görünmektedir. Her ne kadar bu tür uygulamalar yasalar ile sınırlandırılmış gibi görünse de her birimiz artık sanal dünyada yaşıyor sayılırız. Sanal hayatı sınırlamak elbette ki mümkün değil, size de sınırlama çabası yerine, farkındalığınızı arttırarak içinde yer almayı öneririm. Gözünüz açık olsun…
Kontrast Sayı 38, Kasım-Aralık 2013
Eda ÇALIŞKAN
[email protected]