Diana BLOK
Fotoğrafçı / Eğitimci
www.dianablok.com
Benim bu soruya ilk tepki olarak vereceğim cevap, kesinlikle evet. Lâkin, çok karmaşık ve yüzlerce yıllık insanlık tarihini içinde barındırdığından bu konunun derinliklerine inmenin kolay olmadığını düşünüyorum.
Kadın bakışı, erkek bakışı ve her ikisini de barındıran androjen bakışı diye bir şeyin var olduğuna inanıyorum. Bu son dediğim 10 yıl içerisinde hızla gelişen bir bakış, yine de halen son derece nadir bulunan bir şey. Hepimiz oldukça görsel açıdan şartlanmış durumdayız. Gerçek bir bireyin gözlerinden orijinal bir bakış kazanmak için, kendi geçmişimiz ve hayat koşullarımızdaki bu şartlanmayı sorgulamak gerek.
İlk başlarda, 40 yıl önce bir fotoğrafçı olmaya karar verdiğimde, bir kadın olarak genelde erkeklerin mesleği olan bir meslek seçtiğimi hiç düşünmemiştim. Diğerlerinin arasında kadının temsili konusundaki rahatsızlığımı ve kafa karışıklığımı tahlil ve ifade etme dürtüsü hissettim. Bu beni içinde günlük haberleri ve geleneksel mitolojileri araştırdığım, güzelliği ve vücudun kusurlarını, cinsiyet rollerini ve sezginin kuvvetini sorguladığım öz portreler çekerek fotoğrafik deneyler yapmaya yönlendirdi. Fotoğraf makinesi bunun için mükemmel bir aletti.
Davranışlarımı, cinsiyet kimliğimi ve ifade özürlüğümü kısıtlayan inanç sistemleri, fotoğraf aracılığıyla bir şekle büründü. Güzellik kodları ve kadınlık, rahatsız edici belli model ve formlarla sınırlandırılmıştı. Geleneksel olmayan cinsel kimlik ve cinsiyet imgelerini temsil eden rol modeller çok azdı.
Hollanda’daki Rietveld Sanat Akademisi’ndeki (1977) ilk günümde bir öğrenci olarak tüm fotoğrafçılık öğretmenlerinin erkek olduğu gerçeği ile yüzleşmiştim. Böyle bir yaklaşımla öğrenim göremeyeceğim fikri benim için netleşmişti. Bu sebeple ilk günün ardından oradan ayrıldım ve fotoğrafçılık alanında herhangi bir akademik çalışmadan bağımsız olarak çalışmaya devam ettim. Bu bana kendi ilgi alanım olan konuları, yani cinsellik, şehvet, cinsiyet, kimlik ve aile yapılarını son derece kişisel bir düzeyde keşfetmek için fırsat tanıdı.
70’lerin sonlarında ve 80’lerin başlangıcında kadınlar profesyonel fotoğrafçı olma isteklerini dile getirmeye başladılar. Pek çoğu kendi kendini eğitmişti ve yeni bir bakış açısı geliştirmekte çok önemli katkılarda bulundu. Bizler dünya çapındaki farklı sanat okullarında ve master programlarındaki ilk kadın öğretmen kuşağı olduk. Şimdi, 40 yıl sonra çok daha fazla kadın fotoğrafçı ve öğretmen var. Bunun yanında bizim bakış ve algılayışımıza olan ihtiyaç konusunda daha iyi bir farkındalık var.
Fotoğraf, dünyamızın bir aynasıdır. Anlamlı fotoğrafın konusu günümüzde giderek daha çok politik, insani ve sosyal konularla ilgili olmaya başladı. Kısıtlama ve genişletme el ele, yeni teknolojiler ve bizim iletişim biçimimiz sayesinde her zamankinden daha fazla kadın buna dâhil olmaktadır. Hatta cinsiyet bir raddeye kadar yeni medya aracılığı ile gizli kalabiliyor.
Birkaç yıl önce, Hollanda’daki Royal Academy of Fine Arts’da çalışırken verilen bir dersi hatırlıyorum. Hintli fotoğrafçı Dayanita Singh konuşmak üzere davet edilmişti. Fotoğrafçılık Bölümü Koordinatörü’ne, dinleyicileri nasıl bir fotoğraf makinesi kullandığını sormamaları için uyarmasını özel olarak istemişti. Anlaşıldığı kadarıyla bununla ilgili olan e-posta kaybolmuş ve zamanında dinleyiciler uyarılamamıştı. Dersin sonunda bir fotoğrafçı el kaldırıp ona nasıl bir fotoğraf makinesi kullandığını sordu. Singh kızgın şekilde bir soruyu sorana bir de koordinatöre baktı ve bir an duraksadıktan sonra cevap verdi: “Klitorisimle fotoğraf çekiyorum”
Bu genelde erkeklerin sorduğu, kadınlar tarafından pek sık sorulmayan sıkıcı soruya verilmiş unutulamayacak kadar sert bir cevaptı. Pek çokları görünüşe göre hala fotoğrafı “fotoğraf” yapanın arkasındaki göz ve ruhtan ziyade makinenin kalitesi olduğunu düşünüyor.
2000 yıldan beri erkek bakışıyla biçimlendirilip kontrol edilen geleneksel kadın bedeni temsili, hala pek çok kadın tarafından hissedilen bir zorluk. Bunlar bizim görme ve hareket etme biçimimizi şekillendirdi. Bunların gerçek olduğuna inanmak şiddetli bir ayrımcılığa, hastalığa ve tüm dünyadaki kadınların huzursuz olmasına sebep oldu. Umarım içinde yaşadığımız bu gelgit dalgası halindeki tasvirlerin arasında “androjen bakış”ın gelişmesi, çoğalıp yayılması için daha fazla düşünce ve farkındalık oluşur. Eğer fotoğrafçılar gerçek güzelliğin ve değişimin elçileri olacaklarsa, her birinin içindeki cinsiyet rollerinde daha büyük bir merhamet ve içsel denge olmalı.
Brezilya, 21-2-2015
Çeviri: Zeynep Hamurdan
•
Gözde Mimiko TÜRKKAN
Sanatçı / Fotoğrafçı
www.mimiko.net
Başlangıçta John Berger’in “Erkek-nesne-aktif” ve “Kadın-obje-pasif” ve Laura Maulvey’nin “Male gaze” (erkek bakışı) kavramlarına karşılık, kendi “Kadın bakışımı” ortaya koymama yarayan bir araçtı fotoğraf benim için. 2008’de gerçekleştirdiğim “Baktım sana dönüp baktığımda baktın mı bana” adlı lisans bitirme projemde yazdığım üzere, “Kendi ‘kadın bakışımın’ arayışında olduğumu da söyleyebilirim; ancak bakış açım dünyaya, dolayısıyla bana hâkim olan “Erkek bakışı” ile çarpıtılmış gibi geliyor. Benim ‘kadın bakışım’, benzer bir şekilde erkeklerden birer arzu objesi yaratmama mı neden oluyor? Belki hayır; ama erkeklerden obje yaratma süreci, erk sahibi olma ve onların benim üzerimde olduğu gibi, benim de onların üzerinde güç sahibi olmamın bir yolu olabilir.”
Bu bakımdan fotoğraf cinsiyetler arası olduğu kadar, başka birçok çekişmenin yansıdığı bir egemenlik oyun alanı aynı zamanda.
Diğer yandan cinsiyetimiz, kimliğimizin parçalarından bir tanesi ve cinsiyet de kendi içinde biyolojik, sosyal, psikolojik gibi çok çeşitli etkenlerin bir araya gelmesinden oluşan (ve hatta değişken) bir yapı. Kimliğimiz ise her hareketimizde izini bırakan, bizi biz yapan şey. Bu sebeple fotoğraf aracına veya pratiğine de kaçınılmaz olarak onu kullanan kişinin kimliği sızıyor.
Böyle düşündüğüm kadar, basmakalıp ve klişe bir kadın-erkek, nesne-obje, bakılan-bakan, pasif-aktif, zıt çiftlerine takılıp kalmamak gerektiğine inanıyorum. Tıpkı biyolojik cinsiyetimizin, cinsiyet kimliğimizin yalnızca bir kısmı olduğunu hatırlamamız gerektiği gibi. Dolayısıyla, “Kadın bakışı” (veya erkek bakışı) altında, o cinsiyete ait bireylerin üretimlerini toplayarak bir panorama elde etmek veya genel bir kanı oluşturmak son derece yanıltıcı olacaktır.
Cinsiyet kimliklerinin bu izlerini, belli bir cinsiyet tarafından sahiplendirilmeye çalışmanın yanıltıcılığına karşılık, bireysel seviyede fotoğrafın eser sahibi hakkında birçok ipucu vermesi de bir o kadar heyecan verici. Belki de bu sayede, cinsiyet anlayışımız ve kavramımız da değişime uğrayabilir ve bireysel farklılıklara karşı daha açık ve duyarlı oluruz.
•
Hülya EMEÇ
DİHA Foto Muhabiri
[email protected]
Fotoğrafı kime sorarsanız sorun, size “ânı yakalama” olduğunu söyleyecektir. Fakat popüler olan bu cevabın ötesinde, fotoğrafın “an” meselesinin çok çok ilerisinde olduğunu ısrarla belirtmek gerekir. Fotoğrafı sadece “an” içerisine hapsetmek, her şeyden önce fotoğrafa aykırıdır. Fotoğrafın, diğer tüm sanat dallarının oluşum noktası olduğunu ve sanatın ilk kıvılcımının fotoğrafla başladığını da eklemek isterim. Farklı bir deyişle fotoğraf, her tür sanat alanının “ilk adım” aşamasıdır. Bundan hareketle, göz ve düşüncede beliren her şey öncelikle bir kadrajdır. Söz konusu kadrajın ne kadar estetik olduğu ya da olacağı, tamamen fotoğrafçının hayal ve görme gücüyle ilgilidir. Dünyanın, yazılmış en basit hikâyesini okurken bile, beyinde devamlı akışkan bir fotoğraf dizisi oluşur. Ödüllü filmler, ilk olarak birer fotoğraf karesi idi. Mevsimlerin doğa içerisinde göstermiş olduğu değişimler birer fotoğraf karesi değildir de nedir?
İlkin elit çevrelerde karşılaştığımız fotoğraf, bugün cebimizde taşıdığımız basit bir telefonun içerisine bile yerleştirilmişse, fotoğraf çekiminin artık evrensel bir boyut kazandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki evrenselleşmiş fotoğrafta, acaba cinsiyet söz konusu olduğunda da aynı şeyleri söylemek mümkün müdür? Hayır! Çünkü erkeğin egemen olduğu, mevcut toplumsal karakter içerisinde kadın, bir objektif karşısında hemen utanarak, çekinerek yüzünü saklıyorsa, fotoğrafın büyük bir çoğunluğunun hala “erkek” olduğu, su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
‘Postmodern kültür’ adı altında bir tüketim kültürüne malzeme olarak sunulan fotoğrafçılıkta, belirleyici olan tüketim kültürünün geleneğin ve inancın fotoğraf üzerindeki etkisini ortaya koymuş olmasıdır. Kendi kültürünü reddetmek üzerine kurulu olan model bakış açısı, bundan dolayıdır ki, modern insan için kadın bedeni, sürekli ilerleme ve fethetme aracı olarak fotoğrafla resmeder. Bugün Türkiye’de şampuan, araba, tekerlek ya da en basit bir ürünün tanıtımı kadın üzerinde yapıldığı gibi, kadını ya da insanı esas alan bir objektiflikten söz edilmesi mümkün değildir. Tarihsel ve sosyolojik olarak da olaya bakıldığı zaman fotoğrafın bu şekliyle kabul edilmesi olanaksızdır. Kadını, doğayı fethetme aracı olarak ele alan zihniyetin bu manada çekeceği bir fotoğraf objektif ve tarafsız olamayacaktır. Bu haliyle siyasal iktidarların kendini kelimelerle ifade edemediği düşüncelerin fotoğrafa yansımasıdır. Fotoğraf hala sistem odaklarının egemenliği altındadır.
“Fotoğraf, cinsiyet kimliğini içeren bir pratik midir?” sorusu modern bakış açısı içerisinde büyük paradoksları hatta zaman zaman trajedileri de ortaya çıkarır. Çünkü aidiyet kaygısıyla bakan, geleneğini, tarihini, kendi düşünce dünyasını, mana boyutunu bilen, içinde yaşadığı modernite ve yabancılaşmanın idrakinde olan birisi bu görüntüdeki bütünlüğü ve doğallığı algılar; kadın, hayvan, toprak ve tabiatın uyumunu, bozulmamışlığını, kendini muhafaza edişini hisseder ve görür. Fotoğraf sahip olma güdüsüyle değil de özgürleştirme aracı olarak kullanılmalıdır. Nitekim aksi durumda çekilen fotoğraf, kendine ait bir fotoğraf değil de kendi aidiyetine ait bir fotoğraf ve bakış açısı olacaktır. Mesele bu kısır döngüyü kırabilmektir. Kadın, ne zaman ki, dünyanın tüm coğrafyalarında, tüm farklı toplum katmanlarında, gerek kahkahalarını, gerek çelişkilerini, gerekse de aşklarını kadraja taşıyabilirse ya da kadına böylesi bir zemin hazırlanırsa, o vakit fotoğrafın içerisindeki hâkim soğuk erkek rengi kaybolup, kadının ihtişamlı gök kuşağı renkleri ortaya çıkacaktır.
•
Pınar GEDİKÖZER
Fotoğrafçı
[email protected]
Fotoğraf hissettiklerimi dile getirmenin, fark ettiğim detayları göstermenin bir yolu. Benim tanıklığımın ifadesi; hayatın, “ben” süzgecinden geçip ulaştığı tat. “Ben” süzgecinin içinde bir dolu şey var. Üzerinde yaşadığım coğrafya, içinde büyüdüğüm kültür, ailem, hayatıma giren insanlar, öğrendiklerim, sezdiklerim, özlemlerim, korkularım, kafa karışıklıklarım, isteklerim, toplum içinde çoğunlukta veya azınlıkta oluşum…
Malzemesi, formu, çerçevesi belli olan bu yapıyı nasıl kullanacağım bana kalmış. Kadın veya erkek olabilirim, kadın bedeninde ama erkek hissiyatında olabilirim ya da mümkün olabilecek tüm kombinasyonları deneyimleyebilirim, güdülerim beni bir yönden bir yöne çekebilir. Bunların bir önemi olmadığını düşünüyorum. Asıl değer taşıyan, bu süreçler ve değişkenlerle karşılaşıp, yaratmaya cesaret edip edemeyeceğim.
Türkiye’de ve dünyada sanatçı olarak var olabilmek kolay değil. Kendi dilini bulmak, kendini anlamaya çalışmak; cesaret, özgürlük ve zaman gerektiriyor. İnsanın kendi ile karşılaşması, kendini farklılığıyla, aynılığıyla kabul etme çabası için gerekli bu cesaret. Canının yanacağını bilerek yol almak, korkmak ama yine de devam etmektir cesaret. Süreç, insanın gözünü ve kalbini keskinleştiriyor, önündeki perdeleri aralıyor. Yaralara rağmen ayakta kalabilmek insana yürüyüşüne devam etmesi için güç veriyor.
Toplumun büyük bir kesiminde, kültürün dayattıkları sanki en doğruymuş gibi algılanıyor. İçinde şekillendiğim bu toplumda, erkeklerin kadınlara nazaran daha özgür olmaları, daha az korkutulmaları, daha az yargılanmaları, kendilerini bir hak sahibi, bir karakter ya da bir sanatçı olarak daha cesaretle ortaya koymalarını sağlıyor.
Her nesil, kendinden sonraki nesle öğrendiklerini aktarırken, her zaman akılcı bir şekilde sorgulamadığı için, bugün hala kadınlar veya toplumda ikinci sınıfta görülen herhangi bir kesim, erkeklerden daha büyük mücadeleler ile hayata başlıyor. Yetki verilmemiş sorumluluklar zinciri vuruluyor sırtlarına. Dayatmalara, etiketlemelere ve biçilen standart rollere karşı ayakta kalmaya çalışıyorlar. Kendini görmek, ses çıkarabilmek, sesini başkalarına duyurabilmek, kendi yolunu açmak cesaret istiyor.
Tüm bunların ışığında, evet, tabi ki fotoğraf bir pratik olarak, karakterin şekillenmesinde en önemli etkenlerden biri olan cinsiyet kimliğini de sonuna kadar içeriyor.
•
Sebla Selin OK
Öğretim Görevlisi
Marmara Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü
[email protected]
Fotoğrafın cinsiyet kimliğini “de” içeren bir pratik olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflar, hem fotoğrafçının hem de izleyicinin deneyimi ve bilgisinin üzerine aktarıldığı araçlardır denebilir. Bir fotoğrafı yorumlarken ya da okurken, fotoğrafçının varlığını görmezden gelmek, görüntüyü de fotoğrafçıyı da tek tipleştiren, fotoğrafın oluşma süreçlerini yok sayan bir anlayıştır. İnsanların durumlarla, olaylarla ve kişilerle ilişki kurarken aidiyetlerinden tamamen soyutlanarak ilişki kurması beklenemez. İnsanların ait oldukları cinsiyet, toplum, etnik vb. kimlikler de varlıklarının anlamına şekil veren değerlerdir. Bu bakımdan, bir ilişki ve iletişim aracı olan fotoğrafın hem fotoğrafçı hem de izleyici açısından kimlik içeren okumalara da açık olduğunu düşünüyorum. Ancak bu demek değildir ki fotoğraflarda her durumda cinsiyet kimliği ön plandadır ve fotoğraflar cinsiyet kimliğinden yoksun bırakıldıklarında anlamdan da yoksun kalırlar. Bu başka bir şey söylemek olur ve bu anlayış pozitif ve negatif anlamda ayrımcılıklara da yol açabilir. Fotoğraflar baskın ve belirgin bir biçimde cinsiyet kimliğinin temsil edildiği nesneler olabildikleri gibi, bu anlamda bir aidiyetin izini süremeyeceğimiz bakış açıları da barındırırlar.
Bu nedenle belki de hem fotoğrafçı hem de izleyici için önemli olan ve imlenmesi gereken fotografik görüntünün cinsiyet kimliğini içeren bir pratik olması değildir, cinsiyet kimliğini “de” içeren bir pratik olmasıdır.
•
Senem SİNEM
Fotoğrafçı
www.senemsinem.com
[email protected]
Bu sorunun sadece kadınlara soruluyor olması dahi, bu alandaki süre giden eşitsizliğe işaret etmekle kalmıyor, bir bakıma bu eşitsizliği yeniden üretiyor. Gönül isterdi ki, bu soru yalnızca kadın fotoğrafçılara değil erkek, kuir ve trans birey fotoğrafçılara da yöneltilsin. Eşitliği, yaşamın her alanındaki tüm pratiklerde –yani bir soru sorarken bile– hemen şimdi hayata geçirmek gerekir.
Cevaba gelince, öncelikle nesnesi, öznesi, üretim araçları, süreçleri ve ilişkileri ile cinsiyet kimliği içermeyen bir pratiğin olmadığını belirtmek gerekir. Kültür, sanat, politika, spor, bilim, vb. hayatın her alanındaki tüm pratikler cinsiyet kimliği içerir. Doğal olarak, fotoğraf da çekim aşamasından fotoğraf nesnesinin çoğaltımına ve sergilenmesine/yayınlanmasına dek her aşamasında cinsiyet kimliği içeren bir pratiktir. Dahası fotoğraf, cinsiyet kimliğini içermekle kalmaz, güçlendirebilir, yeniden üretebilir, dönüştürebilir, açık edebilir veya gizleyebilir de.
Aslında, nesnelerde cinsiyetsiz değildir (bu durum, birçok dilde nesnelerin başına gelen ve dişi ya da erkek olduklarını imleyen tanımlıklardan da anlaşılabilir). Fotoğraf nesnesi de, her bakımdan ideolojiyle biçimlenmiş, hatta en ideolojik edimlerden biri olduğunu iddia edebileceğimiz ‘Bakış’ ı içeren bir ürün olması nedeniyle cinsiyet sahibidir. Kişinin nereye, neden ve nasıl baktığı; bu bakışla neleri gördüğü ya da neleri hiç algılamadığı veya görmezden geldiği; tüm bunların ise fotoğraf nesnesinde ne şekilde temsil edildiği ya da dönüştürüldüğü fotoğrafçının cinsiyet kimliğiyle yakından ilgilidir.
Erkek bakışı, kadın veya kuir bakışına göre daha pervasızdır çünkü erkek bireyler, genel olarak, çocukluktan itibaren dilediğince bakmak, gönlünce dikizlemek ve kendi arzusunda ötekinin tepkisinden korkmadan göz göze gelmek için yetiştirilir. Kadın ve kuir bireyler ise dış dünyaya daha kapalı, daha kontrollü, kısıtlanmış ve tedirgin büyütüldüğü için bakışları da –eğer bilinçli bir meydan okuma çabası ya da tam tersine, erkek bakışını hiç sorgulamadan yeniden üretmek gibi bir tercih yoksa- bu nitelikleri içerir.
Keza fotoğraf kamerası da erkek iktidarının temsilcisi eril bir nesnedir çünkü Camera Obscura’dan bu yana fotoğraf kamerasının mekanik/dijital teknolojisi ağırlıklı olarak erkekler tarafından geliştirilmiştir. Zaten teknik, mekanik, teknolojik alanlar da genelde erkeklerin hâkimiyetindeki eril uğraşlar olarak kabul edilir. Bu nedenle diğer cinsiyetlerin böylesi bir eril nesneyle yalnız kaldığında onu nasıl kullanacağı çok önemlidir.
Fotoğraf kamerasını iktidar sahibi olmak için bir araç haline mi getirecekler yoksa bakışıyla, üretim sürecindeki nesne, mekân, kişilerle kurdukları ilişkilerle kendi kimliklerini görünür kılmayı, her an, her eylemlerinde yaşamayı mı tercih edecekler? Örneğin, savaş fotoğrafçısı bir kadın, savaşı yücelten, askerleri kahramanlaştıran, zafere odaklanan ve silahları seksileştiren fotoğraflar mı çekecek yoksa savaşın içinde hayatta kalma mücadelesini ve yaşamı yücelten, acıları yansıtan, tüm korkuları ve zaaflarıyla askerleri insanlaştıran, silahları gücün değil güçsüzlüğün aracı olarak gören fotoğraflar mı çekecek?
•
Serra AKCAN
Nar Photos
[email protected]
Öncelikle cinsiyet kimliği derken neden bahsettiğimizi açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Biyolojik, fizyolojik, genetik cinsiyetimiz dışında kendimizi ait hissettiğimiz cinsiyet kimliğimiz vardır. Toplumsal cinsiyetimizi belirleyen bu kimlik ile ekonomik, politik, sosyal, cinsel hayatımız biz istesek de istemesek de şekillenir. O zaman soruya cevabımız “Evet, fotoğraf da hayatın diğer alanlarında olduğu gibi cinsiyet kimliği içeren bir pratiktir” olacaktır. Çünkü heteroseksüel, lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks bireyler hayatı birbirinden farklı yaşarlar ve hayata farklı bakarlar. Bu soruya bir kadın fotoğrafçı olarak cevap verirken, toplumsal cinsiyet eşitsizliği meselesine girme ihtiyacı duyuyorum. Çağlar boyunca kadınlara ve erkeklere farklı biçilen rollerden, yüklenen sorumluluklardan, onların yapabileceklerine ya da yapamayacaklarına göre ev içi ve kamusal alan olarak ayrılan işlerden, bu yüzden iki cinsin toplumsal hayata katılma biçimlerinin ve o hayattaki temsiliyetlerinin farklılaşmasından söz etmem gerekecek. Çalışma hayatından siyasete, eğitimden sanata kadar her türlü kamusal alanda cinslerin farklı temsiliyeti toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturur. Bu eşitsizlikten dolayı kadınlar ve erkekler mağdur durumdadır. Fakat var olan erkek egemen sistem her zaman erkeğin yanındadır. Konudan sapıyor gibi görünsem de bunlardan bahsetmeden bir kadın fotoğrafçının pratiklerini konuşmanın yanlış olacağını ya da eksik kalacağını düşünüyorum. Uzatmadan meselenin iki aşamasını geçerek devam edeyim, eğitim alarak ve meslek edinerek ona dayatılan rollerin bir kısmını kabul etmeyip kamusal alana çıkan kadından bahsedeyim biraz. Kocalı ve çocuklu ise öncelikli olarak onların bakımını sağlamalı, evi idare etmelidir, yoksa neyi nasıl yaparsa yapsın kabul görmez. Hem erkek gibi çalışmalı ve düşünmelidir hem de kadın gibi görünmeli ve davranmalıdır. Evlenmemiş ve anne olmamış ise zaten neyi nasıl yaparsa yapsın eksiktir. Evli ya da bekar olsun, kendisini ailesine, iş arkadaşlarına, yaşadığı topluma kabul ettirmelidir. ‘Başarılı’ olmak istiyorsa doğduğundan bu yana ona öğretilmiş kadınlık rollerinden bir kısmını unutmalı, bir kısmını devam ettirmelidir. Nerede nasıl davranacağını, konuşacağını, neyi yapıp, neyi yapmayacağını bilmeli, buna göre bazı hayat pratiklerini değiştirmeli, bazılarını korumalıdır. Hem kafası bir erkeğinki kadar net olmalı ve öyle çalışmalıdır hem de duygusallığını korumalıdır.
Şimdi en başta verdiğim “Evet” cevabımla çelişebilecek bir yerdeyim, bu yüzden konuya sorularla giriş yapıyorum. “Erkek gibi düşünen, çalışan, üreten kadın fotoğrafçının pratiği erkek fotoğrafçınınkinden farklı mıdır? Olduğu gibi düşünen, çalışan, üreten heteroseksüel, lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks bireylerin pratiği diğer fotoğrafçılarınkinden farklı mıdır? Farklı ise bu pratiklerden hangisi neye ve kime göre kabul görür?
Kadın fotoğrafçı olmanın avantajları mı dezavantajları mı fazladır? Bu avantajlar/dezavantajlar üretilen işlere ne kadar yansır? Kadın fotoğrafçıların işlerine, bir erkek fotoğrafçının işlerine bakıldığı gibi bakılmalı mıdır, bakılmamalı mıdır?” gibi kafamda bir sürü soru ile bir kadın fotoğrafçı olarak fotoğraf çekme pratiğimi gözden geçiriyorum… Pratiğini batıdan aldığımız bu medyanın diline, kamera arkasına geçip bir ‘taraf’ olma seçimine, neyin fotoğrafını çekersek çekelim eni sonu kendi gerçeğimizi ya da yalanımızı söylediğimiz meselelerine, elimizde silah gibi tuttuğumuz aracın ‘erkek’siliğine girmiyorum bile…
Virginia Woolf’un şu sözünü fotoğrafa uygulamak geçiyor içimden…
“Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle nasıl idare ederiz?”
•
Silva BİNGAZ
www.silvabingaz.com
Aidiyetlerin farklı etkileri üzerinden kadın fotoğrafçılığına bakış
Eğer fotoğrafçılığı bir eylem ve yapma hali ve bunu destekleyen tüm arka planlarıyla ele alacak olursak, cinsiyet bunu hayatın içinde olmazsa olmaz bir gerçeklik olarak etkiler. Dolayısıyla cinsiyetsiz bir sanatın olamayacağı yani üretimimizde bundan bağımsız olamayacağımız önermesi bana daha yakın gelen bir durumdur. Burada, sanatın içinde cinsiyetin kaçınılmaz olduğu ifadesinden anlamamız gereken bana göre; kadın sanatçıların özellikle gender üzerine üretilmiş bir iş yapması değil, en genel anlamda aidiyetlerimizin farkındalığının ve bunları sorgulamanın başta kadın fotoğrafçılar olmak üzere tüm fotoğrafçıların kaçınılmaz gerçekliği olduğu bilgisidir.
Kadın fotografçıların 200 yıllık fotoğraf tarihindeki etkilerinin kıtadan kıtaya ve ülkeden ülkeye çok farklı geliştiğini biliyoruz. Ait olunan coğrafya, etnik ve dinsel kimlikler, nasıl feminist duruşu farklı aidiyetler üzerinden de tarifleme ihtiyacını duyuyorsa, aynı durum kadın fotoğrafçıların fotoğraf tarihinde belirleyiciliğinin ölçüsünü de gösteriyor. Karşılaştırmalı bir örnek verecek olursak; Kuzey Amerika fotoğrafçılığında kadınların baskın bir şekilde fotoğraf tarihini etkilediğini ve Amerikan feminizmiyle direkt olmasa da dolaylı çakışmaları olduğunu görürken, Asya veya Afrika fotoğrafçılığında ise etiğe, düşüne ve geliştirilmiş değerler sistemine kaçınılmaz bir şekilde bağlı olan feminen fotoğrafçılığın içselleştirilmiş bir toplumsal yaygınlıkla değil, bireysel çıkışlarla kendini ifade ettiğini görürüz.
Feminist aktif politakının içerisine esas itibariyle 1990’ların sonuna doğru girdiğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla fotoğrafa başlamamla feminist örgütlerde aktif olarak çalışmam aynı döneme denk geldi. Şu anda feminist politikanın içinde aktif olarak yer almasam da fotoğraf yolumu keskinleştirirken feminizm ve onun çevresindeki görüşlerim, fotoğrafçılığımı etkileyen önemli bir faktör. 1997’den 2001’e kadar gittiğim her yerde hemen hemen sadece kadınların fotoğrafını çektim diyebilirim. Aslında bu dönemde fotoğrafçı-sanatçı kimliğimdense feminist-aktivist kimliğimin oluşturduğu bilinç daha ön plandaydı. Bu fotoğrafları 2000’de ve 2001’de “Evde Değilse Nerede (She is not at Home Where)” adında bir slayt gösterisiyle sundum. Bu çalışma benim bir fotoğrafçı olarak ilk uzun soluklu işim olan cinsiyetçiliğe maruz kalmış Iraklı bir kadın göçmen ve çocuklarının hikâyesini anlattığım “Beyan” isimli çalışmamın yolunu açtı. 2006’da ise Paris’te “Avrupalı Kadınlar” adı altında Avrupa’dan farklı ülkelerin fotoğraf sanatçılarıyla beraber EU-Women adı altında ortak bir fotoğraf kitabı yaptık.
•
Sinem DİŞLİ
Fotoğrafçı/Görsel Sanatçı
www.sinemdisli.com
Şüphesiz ki fotoğraf tüm diğer üretim alanları gibi cinselliği de yansıtır. Fakat sadece cinsel kimliği merkeze alan pozitif ayrımcılığa da şüphe ile baktığımı itiraf etmek zorundayım. Kimlik hareketi olarak kodlanan toplumsal muhalefetin indirgenmesi, örneğin bilhassa kadınlara adanmış günlerin ısrarla çiçeklerle kutlanması, kadının hassas olanla temsil edilmesi, hala kırılgan ve korunmaya muhtaç bir varlık olduğu düşüncesinin bir ön kabul olduğunu yansıtıyor. Bireyi bölüp parçalara ayırmak, onun bütünsel varoluşunu yadsıyıp içinde bulunduğu kültür ve sosyal dinamiklerden ayırmak, özgürlüklerin eşitliğine giden bir yolu kanımca tıkamaktadır. Tıpkı kadın emeğinin değersizleştirilmesi; ona yüklenen rollerin artısıyla özgürlüğünün doğru orantılı olduğunun yanılsaması gibi. Cinsiyetin sosyal anlamını ve sembolik operasyonunu, hem tarihsel süreç içindeki sanatsal yaratım ve bu tarihselliği temsil, hem de temel bir anlayış olmadan kavramak mümkün olmayacaktır. Nasıl ki bu nereden geldiğimizle de ilişkili bir sorunsalı doğuruyorsa da: Türk fotoğrafçı olarak tanımlanmaktansa, “Fotoğrafçı ve Türkiye’de doğmuş büyümüş” demek arasında bile bir farklılık vardır. Kelimelerin sırası, tonu dahi içlerinde hangi düşünceyi merkeze alıp almadığımızı gösteriyor. Biz öncelikle bulunduğumuz toplum içinde bir bireyiz. Nasıl bir fotoğrafçı olduğumuz ya da yaptığımız iş, nereli olduğumuza göre ya da cinsiyetimize göre tutumumuzu yansıtıyor olabilir ya da bugün bir kadın fotoğrafçı kadına olan şiddeti işliyor olabilir, fakat bir tercih olarak işlemiyor da olabilir. Israrla söz konusu kişiyi kadın fotoğrafçı olarak değerlendirmek, hiyerarşileri yeniden üretmekten başka bir sonuç getirecek mi?
Temel olarak cinsiyetimiz tüm diğer özelliklerimiz gibi, kaçınılmaz olarak üretilen işe yansır. Tabi ki göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek, erkek egemen toplumların kadınları bilim ve sanat alalından izole edilmiş olduğu ve buna karşı hareketlerin doğmuş olduğudur. Bu da feminizmle başlar. Fakat unutmayalım ki 20.yy.’ın sonralarında feminizmin yükselmesi aynı zamanda soyut sanatın birçok kadın sanatçı tarafından kucaklanması, zamansal olarak tarih içinde tesadüf değildir. Cinsel kimlik tartışmalarının boğduğu ortamdan bağımsızlaşmak ve yaratmak, kişiyi sanatçı olarak var etmek fırsatını doğurmuştur. Tahmin ediyorum ki, uygarlık diye adlandırdığımız toplumsal yapının yüzünü görmemiş kabilelerin, egemen toplumlar tarafından tek taraflı yazılmış, kadınlardan ya da eş cinslerden tamamıyla arındırılmış sanat tarihinden haberleri bile olmamıştır.
Bugün erkek egemen bir toplumda, fotoğrafçıların ürettikleri işin ne olduğundan bahsetmeden, sırf kadın oldukları için bir araya getirmek sanatçıların kadın olabileceğini de vurgulamaktan başka bir kapı aralayabilir mi?
New York, Ocak 2015
•
Cemre YEŞİL
Fotoğrafçı/Görsel Sanatçı
www.cemreyesil.com
[email protected]
Günümüzde diğer tüm sanatsal pratikler ne kadar cinsiyet kimliği içeriyorsa, fotoğrafın da o kadar cinsiyet kimliği içerdiğini düşünüyorum. Kişinin kendini ifade edebildiği ya da etmeyi tercih ettiği mecra her ne olursa olsun, ortaya çıkan eser şüphesiz ki -cinsiyeti de dâhil olmak üzere- yaratıcısına dair birçok iz taşır. Bir yazar, bir ressam ve bir fotoğrafçı arasında bu bağlamda herhangi bir fark olmadığını düşünüyorum.
Fotoğraf pratiğinin tarihine baktığımızda kadının, hayatın birçok alanında olduğu gibi burada da ikincil olduğunu görürüz. Nitekim geçmişte, fotoğraf pratiğinin bir ‘makine’ kullanımı yetkinliği gerektirdiğinden dolayı daha maskülen bir algı yaratmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bir yandan da bu soruya cevap vermeye çalışırken klişeleşmiş söylemlerden sıyrılmaya çalışıyorum ama kendimi birinden kurtarsam, öteki klişenin içinde buluyorum. Bunun başlı başına bir şey demek olabileceğini de düşünür oldum. Fotoğrafta kadın gözünden, kadın ruhundan, kadınsal bir duyarlılıktan, annelikten, doğurganlıktan ve kadına atfedilmiş (ve atfedilmemiş) daha birçok kavramdan bahsetmek tabi ki mümkün; aynı şey erkek için de geçerli şüphesiz. Bu bağlamda, evet fotoğraf cinsiyet kimliği içeren bir pratik; ancak en başta da dediğim gibi fotoğraf pratiğinin cinsiyet kimliği içerme kapasitesinin diğer tüm sanatsal pratiklerden bir farkı olduğunu düşünmüyorum.
•
Sevim SANCAKTAR
Sanatçı
www.sevimsancaktar.com
www.reccollective.org
Fotoğrafın cinsiyeti olup olmadığından çok, medium araçsallaştırılarak ortaya konan cinsiyetçi yaklaşımlardan bahsedebiliriz.
Farklı kültürel yapılar içinde kadın ve erkeğin daha rahat ulaşabileceği yapılar mevcut. Müslüman ülkelerde kadının özel alana daha rahat girebilmesi avantaj yaratan bir iletişim ortaya koyabiliyor ve bu avantajlı durumların üretimi ne yönde etkilediğinin ise tartışabileceğimiz apayrı bir konu olduğunu düşünüyorum.
Ama burada, üretimin cinsiyetçi bir perspektiften okunma çabası bizi yanılgıya düşürür; çünkü bu okuma, mecra üzerinden toplumsal cinsiyet rollerinin kadın ve erkeğe biçtiği roller ile sınırlı kalmamalı.
Örneğin; günümüzde birçok kadın fotoğrafçı savaş bölgelerini izliyor ve fotoğrafları dünyaya servis ediliyor. Amerikalı fotoğrafçı Lara Logan’ın 2011 yılında Tahrir Meydan’ındaki gelişmeleri izlediği sırada saldırıya uğramasının ardından, kadın fotoğrafçıların çatışma alanlarına gönderilmesine tepki gösterilmişti. Yayın kuruluşlarının kadın fotoğrafçıları o bölgelere göndermesi eleştirilmişti. Burada tepkiye sebep olan, aile içi rollere daha ‘uygun’ görülen kadının bir erkekten daha ‘korunmasız’ kabul edilişi mi? Çatışma alanlarında çalışmanın, kadın fotoğrafçının da tercihi olabilmesinin tuhaf oluşu mu?
Kadın olarak, toplumun içindeki varlığını sosyo-politik bir mesele olarak ele alan sanatçılar ve mücadeleleri 1960’lardan itibaren güçlendi. İdeolojik, kültürel, estetik ve erkek egemen anlatıların daha eşitlikçi ve cesurca bir yaklaşımla yeniden tanımlandığı bir sürecin içindeyiz. Dolayısıyla bir fotoğrafçının fotoğraflarından çok, sadece kadın olduğu için çatışma alanlarında çalışmasını yadırgayan; kadınların üretimlerinde ‘kadınsı bir dokunuş’ arayan; erkeği sanatçı – kadını ilham perisi olarak modelleyen bir yaklaşımı cinsiyetçiliği ile yorumlamak daha doğru olacaktır.
Kontrast Sayı 46, Mart-Nisan 2015