Mehmet ÜNAL | Söyleşi (28. Sayı)

1951 yılında Çanakkale’de doğdu. Bakırköy Halk Evi’nde tiyatroya amatör olarak başladı. LCC Tiyatro Okulu’nda eğitim aldıktan sonra, yine oradan ayrılan grupla birlikte tiyatro eğitimini geliştirmeye çalıştı. 1976 sonbaharında, kendi deyimiyle: “Aşkının peşinden” Federal Almanya’ya gitti ve oraya yerleşti. Orada tiyatro yapma olanağının kısıtlı olduğunu anlayınca, fotoğrafa olan ilgisini yoğunlaştırdı, Türkçe ve Almanca yayınlanan günlük, haftalık veya aylık dergi ve gazeteler için serbest olarak çalışmaya başladı. Ünal, özellikle, portre fotoğrafçılığında, gerek ülkemizde gerekse Almanya’da saygın bir yer edinmiştir.

Bazı söyleşilerinizde, fotoğrafa yönelmenizdeki en büyük etkenin Almanya’ya gitmeniz ve orada yaşadığınız iş sorunları sonucu olduğunu söylüyorsunuz. Daha öncesinde fotoğrafa ilginiz yok muydu?

Almanya’ya göç etmeden önce “tiyatro adamı” olarak yetiştirilmiştim. “Tiyatro adamı” bizim anladığımız kadarıyla, ‘tiyatroda her işi yapan kişi’ olarak anlaşılıyordu. Başrol ya da kıçrol düşünülmeyen bir kişilik…

1970’li yılların başında, vizörü karanlık olan Rus malı makinem vardı. Bununla sadece anı fotografları çekiyordum. Daha ileri düşüncelerim yoktu. Ancak İstanbul sokaklarında gördüklerimi çekmekten geri durmuyordum. Karanlık odam bile vardı. Yine de tiyatrodan başka bir şey düşünemiyordum. Eğitimim bana, tutkunun ne anlama geldiğini, öyle olmam gerektiğini benimsetmişti.

F. Almanya’ya gittiğimde, öncelikle tiyatrolarda iş aradım. Ancak dil bilmemek bir engel olarak sebeplendiriliyordu. Oysa ben, hangi dil olursa olsun, rolümü ezberleyebileceğime emindim. Ancak orada bu düşüncenin geçerli olmadığını saptadım. Başka işler aramaya koyuldum. 750 firmaya (her türden iş için) dilekçe gönderdim. Bir firma işe alacağını muştuladı Orada bir gün hammal olarak çalıştım. Daha fazla dayanamadım.

Bu arada eşim bana, üzerinde 50 mm objektifi olan bir fotograf makinesi almıştı. Çevremde, önüme gelen her objenin fotografını çekiyordum. Dışarıda bastırdığım fotograflar hoşuma gitmeyince, minik bir karanlık oda düzenledim. Eski bilgilerim, yeni bilgilerle harmanlanınca ve malzeme çeşitliliği bollaşınca, ortaya çıkan ürünler çevremde ilgi görmeye başladı.

Her gün dil okuluna giderken, okuduğum Türkçe gazetelerden birinde, “Muhabir aranıyor” başlıklı bir haber gördüm. Hemen telefon ettim. O gün okulu astım ve gazeteye gittim. Şef editöre: “Bu civarların en iyi foto-muhabiri benim” dedim. İnandı, ya da inanmış rolü yaptı ama işe alınmıştım. Parça başı foto-haber üretecektim. İki hafta içerisinde haberlerimle baş sayfaya geçtim. Türk işçilerinin çalışma ve sosyal yaşamlarının her sahnesine girmeye başladım.

İşte 35 yıl sürecek bu macera böyle başladı.

Almanya’ya gitmek size başka ne gibi yenilikler kattı?

Ben 27 yaşında Almanya’ya göç ettiğim için, benliğim burada biçimlendi. Dil öğrenmem, Alman şair ve düşünürlerini kendi dillerinde okumam, doğal olarak beni derinden etkilemiştir. “Yenilik” olarak bir şey tespit edemiyorum. Kişisel yoğrulmamın burada, İstanbul’da olması, büyük kazanım. Gerek yaşam tarzımla, düşünce tarzımla buradaki yaşamı orada sürdürdüm. Artı olarak dili kazandım. Orada yaşadığım zorluk ve kolaylıkları burada da yaşıyordum. Dünya görüşümde bir farklılık olmadığı için fotograf görüşümde de bir farklılık yaratmadı. Yaşam tarzım, okumak, gezmek, yemek-içmek, dost edinmek, güncel olaylara karşı hassas olmak, yaşamla iç içe olmak, vb. tutkularımda hiçbir değişiklik yaratamadı…

Fotoğrafa başladıktan sonra herhangi bir eğitim aldınız mı, bulunduğunuz yere nasıl geldiniz?

Sadece kendi kendimi eğittim. Kendi olanaklarımla büyük bir kütüphane oluşturdum. Almanya’da pek güzel ve gelişmiş olan kütüphane sistemini, orada çalışanları bıktıracak (aslında seviniyorlardı, neticede iyi kullanıcıydım) derecede kullanıyordum. Öte yandan tiyatro çıkışlı olmamı başlıca neden olarak söylemem gerek, “Yap-boz sistemi” ile öğrenirim, “artık bitti” diyebilmem güçtür. Çünkü tiyatroda “emprovizasyon” öğrendim. Araştıra araştıra sonuca varmayı pek severim.

Eğitim kurumlarında bir çerçeve konuluyor. Birisi anlatıyor, diğerleri öğreniyor. Ben buna razı olamam. Hatta kendim eğitimci konumunda olsam bile, oraya gelenlerle bir sonuca varmayı, kendime hedef olarak alırım. Bu konuda epey tutucuyumdur. Başka sisteme inanmam!

Yabancı bir ülkede, bir sanat dalında var olmaya çalışmak nasıl bir durum? Hayatınızda tiyatro devam etseydi, fotoğraf da olur muydu? Fotoğrafı; kendini ifade etme olarak kabul edersek, kendinizi ifade şekliniz tiyatro mu fotoğraf mı olurdu?

Bu konu için söylenecek çok şey olsa da, kafaları karıştırmadan yanıtlamayı denemeliyim. Zor durum! Alman fotograf camiası ve fotograf editörleri tarafından sürekli “Türk fotografçı” olarak tanımlanıyordum. Bu hoşuma gitmiyordu. Öncelikle bana “Türkleri” içeren konuları öneriyor, sanki başka bir konu çekemezmişim gibi davranıyorlardı. Nedenlerini yazmadan önce, ülkemden de bir örnek vermek istiyorum. Burada da “Türk fotografı” tanımlaması kullanılıyor. Bu da sakat bir yaklaşım. Fotograf, fizik ve kimyanın bir araya getirilmesi ile oluşuyor. Bilimin milliyeti olamayacağına göre, “Türk fotografı” (veya başka) demek bana abes geliyor. Fotografçı, yaşadığı ülkeye göre bir norma giriyor. Milliyeti onun kendisine, fotografına bir derinlik getirmiyor, kazandırmıyor. Yaşadığı, öğrendiği, biçimlendiği kültür onun yörüngesini çiziyor. Hele hele, ülkemizde fotografta isim yapmış “büyük ağabeylerimizin” bu ipte cambazlık yapmaya girişmesi, çekilmez bir ortam!

Sorunuzun ikinci bölümüne şu yanıtları verebilirim: Orada, fotografa yoğunlaştıktan sonra tespit ettiğim konulardan en başlıcası tiyatroyu bırakmamam idi. Tiyatroda bir öykü anlatılır. Ben bunu fotografa devretmiştim. Fotograflarla öykü anlatmaya başladım. Bu nedenle, benim yaşamımda tiyatro-fotograf ikilisi hep mevcut olmuştur. Asıl meselem: Yaşamla ilgili öyküler anlatmak. Dolayısı ile ikisine de hâlâ aşığım!

Çekilen her fotoğraf tarihe düşülen bir not ise, sizin arşiviniz bu anlamda önemli bir belge niteliği taşıyor mu? Bu arşiv için özel bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?

Benim arşivimin hangi değerde olacağı zamanla ortaya çıkacak. Çok doğaldır ki, ben çekimlerimi yaparken, tarihten bazı sayfaları süslemeyi düşünüyordum. Özellikle 35 yıldan beri Federal Almanya’ya Türk göçünü çekerken, bunu düşünüyordum. Sosyal belgeselci olduğum için, “Göç fenomeni”nin bir parçasını çektiğimi düşünmeyi sürdürüyorum. Bence, ülkemizden Almanya’ya göç tarihsel bir olay. Yerküremizde göç olayı, günümüzde daha da güncel. Ancak, yeryüzünde Türkiye’den Almanya’ya göçün ayrı bir yeri var. Yeryüzünde ilk kez, ülkelerarası bir antlaşmanın sonucu “kitlesel göç” gerçekleşti. Şimdilerde sadece Almanya’da üç milyon Türk vatandaşının yaşadığından söz ediliyor. Başlangıçta, göç veren ülke ile göç alan ülke pek memnunlardı. Birisi için “iş gücü” olarak algılanan bu kitlenin, ki yıllar sonra onların “İNSAN” olduğu anlaşılacak; bazı Alman entellerin: “İş gücü çağırdık, insan geldi” demelerine neden olacaktı. Göç veren ülke için de bu insanlar “döviz makinesi” olarak algılandı. Bazı araştırmacıların sözleri bunlar. Katılmamak elde değil.

Tüm bunları göz önüne alırsak, ben kendi işlerimi, Almanya ve Türkiye’nin, ortak “sosyal tarihimizin” bir bölümü olarak algılıyorum. Her iki ülkenin tarihi için gerçekten çok önemli. Geçen yıl, Almanya’ya göçün 50. yılıydı. Otuzbeş yıldan beri çektiğim göçmen Türk işçilerden bir sergi yaptım. Daha gelişkin olabilirdi, şayet içinde bulunduğumuz zamandaki Almanya ve Türkiye hükümetindeki kültür sorumluları, bunu kendi meseleleri haline getirmek isteselerdi. Sonuç olarak 50 yıl sonra, “Türk işçilere” sadece ve sadece “döviz yumurtlayan tavuklar” gibi baktıkları görüşü bir kez daha tasdik edilmiş oldu. Kısa kesmeliyim…

“Her Yerde Yabancı Olmanın, Ne Demek Olduğunu, Sen Bilmezsin!” ve “Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz” konulu çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Buna benzer başka çalışmalarınız oldu mu? Bundan sonra da sosyal içerikli konularda mı çalışacaksınız?

O, Almanya’da gerçekleştirdiğim ilk sergimdi. Pek sevildi. Bu bana cesaret verdi. Onu diğerleri takip etti. Son olarak da, bu konuyla ilgili olan 35 yıllık uğraşımın sentezi “Memleket Almanya” (Heimat Deutschland) sergimi gerçekleştirdim. Bu sergi Almanya’da hâlâ devam ediyor. On kadar kentte sergilendi ve 7-8 kente daha gideceği bildirildi. Ülkeme hâlâ gelemedi. Sebep ise “Paramız yok”! Herhangi bir kültür kurumu benden daha az gelire sahipse, onlara bu sergiyi hediye edebilirim. Evet, sosyal içerikli konular hep tercihim oldu. Artık başka tercihlere girmek istemiyorum. Bu konular benim için iyidir. Gerçi zamanımızda bu duruşa kem gözle bakılıyor. Bunu; bu tür bakanların veya yorumlayanların özürü olarak değerlendiriyorum. Ya da aslında “sosyalleşmek” istiyorlar da beceremiyorlarmış gibi bir durum söz konusu… Ancak hiçbir şey tek başına gelişmiyor. Yaşadığımız ortamdaki ekonomik-politik-sosyal-kültürel durum bu görüşleri etkiliyor. İnsanı etkiliyor. Süregiden yaşamın içerisinde “anarşik düşüncelere” yer verilmiyor. (Sadece erki elinde tutanlar tarafından değil.) İnsanlar, dillendirmelerine karşın, kendisinden olmayan düşüncelerin yaşamasını istemiyor. Hele, hele ülkemizde, politik-sosyal-kültürel tartışmalar bile, hâlâ futbol maçı tarzında tartışılıyor. Karşıt da olsa, tartışırken birbirlerinin söylediklerine prim vermiyorlar… kısa kesmeliyim..

Uzun soluklu projeler ne kadar vaktinizi alıyor?

Bir projeye başlarken, ne kadar süreceğini saptayamam. Ancak, kendimden şu örneği verebilirim: Bir proje önce kafamda, beynimde oluşmalı. Konuyu beyinde çözemezsem fotograf çekemem. Öykü anlatamam. Fotografla öykü anlattığına inanan ben, öncelikle bunun bir başının, bir ortasının ve bir sonunun olması gerektiğini düşünürüm. Sergilenen fotograflar birincisinden sonuncuna dek, benim anlatmak istediğim gibi izlenmeli düşüncesinden hareket ederim. Sergiyi asarken de böyle tasarlarım. Bu yaklaşım, bazılarına “klasik” gelse de, benim için geçerlidir. Bazı projelerimin, sadece düşünce kısmı 5-10 yıl sürmüştür. Bu süre bittikten sonra, gerisi sadece ve sadece “teknik uygulamadır”. Gene de fotografları çekerken, kan ter içinde kalırım. Sırtımdan terler akar. Çünkü portre çekiyorum. Şakası yok! Bir kare ile, karşındaki insanın tümünü anlatmak gibi bir dert var. Milyonda bir bile yanlışlık yapmamak gerek! Hele; portresini çekeceğin insana haksızlık etmeyi “günah” sayarım!

Çalışmalarınız “portre” ve “işçi fotoğrafları” üstünde yoğunlaşmış diyebilir miyiz? “Evet” ise neden?

İşçi fotografları çekmek, kendimle ilgilidir. Babam inşaat ustasıydı. İşinin zorluğuna birebir tanık oldum. Birinci ve başlıca neden geldiğim sosyal katmandır. İkinci neden ise, Almanya’ya gittiğimde, Türk göçmenlerin orada gördüğüm çalışma ve yaşam koşulları olmuştur. Buraya, izine geldiklerinde, dış görünümleri yanlış bilgiler içeriyor: Temiz giyimler, otomobiller, vesaire… ama orada “en altta” çalışıyor, yaşıyorlardı. Bu duruma karşı sorumluluk taşımak istedim. Nedeni beni kişisel olarak da ilgilendiriyordu. Herkes oraya gitmeye can atıyordu. Demek ki onların bu durumunu bilmediklerinden, daha önce (benden önce) çekilen fotograflarda başka bir duygu işlenmişti. 35 yılda beş ayrı proje ile, yaşamlarının tüm bölümlerini çektiğimi düşünüyorum. Ben bu kadarını yapabildim.

Portre çekimleri insanlarla yakın olmanızı gerektiriyor. Nasıl bir iletişim içine giriyorsunuz bu süreçte? Uzaktan, tele vb. ile yapılan çekimler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tele objektifim oldu, ama kullanamadım. Beceremedim. İki üç kez satın aldım, tekrar sattım. Tele objektif ile portre çekenler HIRSIZDIR! Hırsızlık bir cürümdür! En güzel portrelerimi 50 mm objektifimle çektiğimi düşünürüm. Çoğunlukla portresini çekeceğim insana önce selam veririm, halini hatırını sorarım. Makinemi hemen göstermem. Onun bana, benim de ona güvenmemiz gerekir. Sohbet iyi giderse, bazen hiç fotograf çekmem. Sohbet, benim için fotograftan daha önemlidir. Karşıma aldığım, beni karşısına alan, benimle konuşan insan önemlidir. Fotograf değerini yitirir. Zaten fotografa bu denli değer yükleyen tek kişi vardır, o da, fotografçının ta kendisidir. Çok önemli işler yaptığına inanır. Ben de inanırım, ama öncelikle karşımda duran insana saygılı olmak isterim. Fotografını çekeceğim kişi ile o, anlatması güç iletişimin olduğuna inandığım portrelerim iyi olmuştur. Diğerleri “anı fotografı” bile olamamıştır.

Çalışmalarınız siyah beyaz ve analog? Neden? Dijital teknoloji ve fotoğrafa etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyah-beyaz ve/veya analog, meselesi üzerine tartışmalar gittikçe azalıyor. Kendisine fotograf makinesi aldığım onbir yaşındaki torunuma, ikisi arasındaki farkı nasıl anlatabilirim? Bilemiyorum,onun bu tür bilgilere gereksinimi olup olmadığına bile karar veremiyorum. Hatta “gereksiz bilgilerle” neden kafa yormalı, diye düşünüyorum. Bence dijitalin getirdiği tek kötülük şu: Eskiden fotograf aygıtlarını kullanmak için, belli bir derecede fizik ve kimya bilgisine sahip olmak gerekiyordu. Yeni teknoloji, yeni fotograf aygıtları, öğrenilmesi gereken fizik bilgilerinin bir kısmını gereksiz kılıyor. Artık, yüz yıl önceki KODAK reklamı gibi “Sen Düğmeye Bas, Gerisini Bize Bırak!” tam anlamıyla uygulanıyor. Bütün mesele bu kadar. Ama, aynı o tarihlerdeki gibi, tehlikeli!

İÇERİKLİ, öyküsü olan fotograf çekmek, çekebilmek konusunda bir değişiklik olmadı. Ve pek değişeceğini de sanmıyorum. ANA MESELE BU! Düğmeye basmak kolaylaşsa da, herkes fotograf çekiyor olsa da, ortalıkta “fotograf” yok! Ben dahil, öyküsü olmayan insan, fotograf çekemez. Sadece deklanşöre basar, bir takım görüntüler elde eder. O kadar! Diğer bir konu: Fotograf eskisi kadar neden değer bulmuyor? Böyle bir soru aklımıza gelmiyor? Neden tartışılmıyor?

Evet, bunu da tartışmak, ele almak gerek. Peki, sizin için “Mehmet Ünal’ın gözleri” diyorlar. Buna ne diyorsunuz?

Bu tanımlamayı, bir kitabıma önsöz yazan, artık aramızda olmayan, Yazar Fakir Baykurt yapmıştı. Kendisi de öykücü olduğu için, bu tanımlamayı “yakıştırdığını” söylerdi. Hatta “biraz da öykü yaz!” diye heveslendirirdi. Yazdıklarım ve hatta yayınlananlar da oldu…

Böyle bir tanımlamaya sevinirken, aynı zamanda büyük sorumluluklar da sırtıma bindi. Sanatta, özellikle fotografta, bu gibi bir sonuca ulaşmak, bir duruş kazanabilmek önemlidir. Bence duruşu olmayan fotografçının da ne yaptığı meçhuldür. Şimdi ise bunu korumanın zorluklarını yaşıyorum…

Fotoğrafa nasıl bakıyorsunuz? Onu önemli kılan nedir sizce?

Bu konuda yanıtlarım uzun olabilir. Yukarıdaki yanıtlarımın bir kısmı da buna dönüktü. Yaptığım her şeyin insanlıkla ilgili olmasını isterim. Zaten insanoğlu, dünyada varolduğundan beri, ilkelliğine son verememiş… İtişip kakışmalar, savaşlar sürmekte… Bu olayların içerisinde fotografa önem yüklemek zor geliyor.

40-50-60’lı yıllardaki savaşlardan bazı fotografların, savaşı sonlandırdığına tanık olmuştuk. Günümüzde, her olayın fotografı çekilebiliyor; ancak insanları harekete geçiren bir fotograf nedeniyle, bir kötülüğün sona erdiğine şahit olamıyoruz. Savaşlar, baskılar, ölümler sürüyor… vicdan mı azalıyor, nedir?

Umarız azalmıyordur. Gelecekteki projeleriniz ya da hayallerinizden bahseder misiniz?

İki yıldır, bana biçim veren kentte, Istanbul’da yaşıyorum. En az yirmibeş konunun çekilebileceğini not almışım, hiç birine başlayamadım. Nedenlerini de açıklayamaz oldum. Hele ülkemizde insanlarımızın bu işi basite alması, daha da acı veriyor. Son zamanlarda web siteme bakan bazı insanların “moda sorusu”: “Bu fotografları siz mi çektiniz?” Ben bu sorunun neden türediğine yanıt veremiyorum…

Hayallerimin, insanlığın hayallerinden farkı yok. Acıları engelleyelim; BARIŞ içinde, huzurla, hep birlikte, rengine, ırkına, dinine, dünya görüşüne aldırış etmeden yaşayalım.

Friedrich Nitzsche:“UÇURUMLARI SEVENİN KANATLARI OLMALI” der.
Kanatlarımızı takarsak, belki insanlığa faydalı fotograflar çekebiliriz!


Kontrast Sayı 25, Eylül-Ekim 2011

Bizi paylaşın..