MAHLER’İN İZİNDE, ZAMANIN GÖLGESİNDE
Çok yönlü pratiklerle çalışan Hayal İncedoğan’ın beş yıllık birikimi üzerine Anna Laudel’de açılan “Zamanın Gölgesinde” sergisi zaman kavramını formalist ve fikirsel açıdan tartışmaya açıyor. Videodan, yerleştirmeye kadar birbirinden farklı disiplinler ile kurgulanan sergi, zamanın geçirgen ve değişken formunu soyut bir ayna timsali olarak sunuyor. Hayal İncedoğan’ın çarpıcı bir görsellik ve belirsiz anlar olarak sunduğu “Zamanın Gölgesinde” sergisi 19 Ocak 2020’ye kadar Anna Laudel’de görülebilir.
Melike Bayık: Sizi disiplinler arası üreten bir sanatçı olarak tanıyoruz. Güncel üretimleriniz ile beraber İstanbul’da uzun zaman sonra ilk kez bir kişisel serginizi izliyoruz. Anna Laudel ‘de açılan “Zamanın Gölgesinde” isimli serginizi form ve içerik açısından açıklar mısınız?
Hayal İncedoğan: Evet, bu sürede üretmeye devam etmiş olmama rağmen uzun bir aradan sonra bir solo sergi gösteriyorum İstanbul’da. Hem biçimsel hem kavramsal açıdan oldukça katmanlı bir sergiyle çıkıyorum izleyicinin karşısına yine. Sergi adından da anlaşılacağı gibi merkezine ‘zaman’ kavramını alan ve onunla kurduğumuz ilişkiyi anlamaya çalışan bir sergi. Özellikle kişisel olarak son yıllarda yaşadığım olaylarla zamana bakışımın değiştiğini fark ettim ve bunun üzerine düşünmeye başladım. Bu düşünceler çerçevesinde de etrafımda beni tarif ettiğini inandığım şeylerle bir kayıt ve arşiv tutarak bir sergi yapmam gerektiğine karar verdim. Elbette önce hafızamı yoklayarak sonra yine belli kitaplara, şarkılara ve tabi hatıralara rastlayarak gelişen bir süreç oldu.
Bu sergi bugüne kadar yaptığım diğer işlere benzemiyor; başka bir ritmi, başka bir enerjisi var.
M.B.: Sergi ismi hakkında sormak istiyorum. Neden “Zamanın Gölgesinde”? İsim nereden geliyor ve sergiye nasıl bir bütünlük, dil birliği sağlıyor?
H.İ.: Aslında sergi ismi hem bu sergiye hem bir sonraki sergiye referans veriyor. Çünkü bundan sonraki projeler de temel olarak ‘zaman’ ve ‘hafıza’ kavramlarıyla ilgili üretimleri barındırıyor. ‘Her kelime zıttı ile var olur’ prensibinden yola çıkarsak, ışığı en iyi tarif eden şeyin gölge olduğunu söyleyebiliriz. Ve gölge önce yeryüzüne ait varoluşu tanımlayan, tarif eden bir şeydir. Zaman ise temelde lineer yapısına inandığımız ama evrenin farklı yerlerinde hatta her birey tarafından farklı algılanan, mental ve sezgisel açıdan bambaşka seyreden göreceli bir konu. Dolayısıyla bilimden felsefeye kadar çok farklı noktalardan okunabilecek bu geniş skala içinde kaybolmamak biraz zor. Zamanın bizde ve hayatlarımızda bıraktığı izleri takip etmeye davet ediyorum bu sergiyle.
M.B.: Serginizin girişinde bir cümle bizi karşılıyor. Goethe’den alıntı olan bu cümle: “Size bir hikaye anlatacağım bu akşam. Bu hikaye size her şeyi aynı zamanda hiçbir şeyi hatırlatmalı…” Siz de burada aslında bir metafor ile izleyiciye kavramsal bir rota belirliyorsunuz. Sergi girişinde karşılaştığımız bu cümle serginin bütüncül, çok yönlü ve çok boyutlu yapısı içinde neye odaklanıyor?
H.İ.: Benim sergilerim çoğunlukla ortak bir insanlık hissiyatı üzerinden bir hikaye anlatmaya odaklı. Ve gerçekten paylaşmaya değer bir fikir olduğunu düşündüğüm zaman sergi yapmayı önemsiyorum. Goethe’nin bu cümlesini yıllar önce okumuştum, beni çok sarsmıştı. Bence belirgin şekilde zaman kavramını ve hafızayı imgeliyor. Ama bunu yaparken aslında okuyucunun beklentisini bir kenarı bırakıp kendi serüvenine odaklanmasını söylüyor. Bu yönden de kendisinden yıllar sonra yazılmış olan R. Barthes ‘ın ‘Yazarın Ölümü’ makalesiyle bir diyalog kuruyor bence. Çünkü izleyiciyi merkeze alan bir yapıdan söz ediyor bu cümleyle Goethe. Sergide daha çok, gösterdiğim imgelerle izleyicinin bilinçaltına müdahale eden işler var. Ve yine bu imgelerden yola çıkarak önce siz, bu boşluk ya da araf’ta kendi hikayenizi yoklayın ve içine girin diyorum. Dolayısıyla edebiyattan fazlasıyla beslenen bir sanatçı olarak serginin bu cümleyle böyle bir tematik ortaklığı olduğunu düşünüyorum.
M.B.: Serginizde çeşitli kavramsal bütünlüklerle beraber izlediğimiz aynalardan oluşan eserleriniz var. Kiminin üstünde bir ormanlık alan görüntüsü, kimisinde de kırık parçalardan oluşturulmuş daha geleneksel, bu coğrafyanın kültürüne ait motifler izleniyor. Öncelikle aslında aynayı bir malzeme olarak kullanmak ve yapıtlardaki bu çok boyutlu anlam ve kavram yaklaşımından bahsedebilir misiniz?
H.İ. Ben klasik resim eğitimi almış bir sanatçıyım ve temel malzemem tuval resmi. Ancak zaman içinde özellikle algıya dair düşünceler ve projeler geliştirdiğim için malzeme ve teknik açıdan birbirinden çok farklı işler ürettim ve üretmeye devam ediyorum. Elbette her yeni malzeme; tanıma ve üretim sürecine geçme açısından ciddi bir mesai istiyor sizden. Ayna işler ise aslında en zorlu olanları çünkü soyut düşüncenin ve üretimin tam tersi biçimde sizden analitik bir zihin ve bir mühendis gibi çalışmanızı talep ediyor. Dolayısıyla bambaşka bir üretim biçimi ve disiplini demek benim için. Ancak herhangi bir kitap, film, şarkı ya da işin sizi etkilemesi için öncelikle onunla yüz yüze gelmeniz, kendinizden bir parça bulmanız lazım. Ayna işler de buna yardımcı oluyor. İzleyici sergiyi gezerken kendi suretini gördüğü an ister istemez o işin bir parçası oluyor. Özellikle bu sergide hem biçimsel, hem kavramsal açıdan. Bu da benim ‘izleyiciye dokunduğum an’ demek oluyor. Ayna işleri bu yüzden seviyorum.
M.B.: “Zamanın Gölgesinde” serginizde iç içe geçmiş bir kurgu ile bütünleştirilmiş olan, “Echeveria” isimli özel bir sukulentten yola çıkılarak, doğanın bir yansıması, izdüşümü olabilecek bir videoyu oldukça katmanlı bir yaklaşım ile izleyiciye sunuyorsunuz. Gerek videonun kendi içindeki hipnotize geçişkenliği, gerek de yaprak formları arasındaki illüzyonistik soyutlama imgesi özel bir ses ile de bütünleşerek izleyiciyi videoya görünmez bir çekim gücü ile çekiyor. Bu videodan, üretim sürecinden ve videoda yer alan sesten söz eder misiniz?
H.İ.: Video iş üzerinde bir yıldır çalışıyorum. Uzun soluklu ve bugüne kadar kullandığım dilden farklı başka bir dili olan bir video seri çıktı bu süreçte ortaya. Oldukça zorlu, katmanlı ve bir kadrajın diğerinden ancak bilen bir gözün ayırt edebileceği küçük nüanslarla ayrıldığı, karar mekanizmasının ise benim için çok önemli ve belirleyici olduğu bir işti. Esinini geometriden ve doğuya ait kaynaklardan alan, kendi içinde belli bir matematik ve simetri taşıyan, müzik olmadan bile belli bir ritm ve denge oluşturması gereken bir işti. Biraz soyut geometrik işlerin mantığına benziyor ama hareketli görüntü olduğu için bambaşka bir dinamiği var. Müzik için besteci bir arkadaşımla çalıştık ve aslında pek de bu dünyadan olmayan başka türlü bir varoluş teması üzerine biçimlenmesini istedik. Daha çok atmosfer sesleriyle birlikte, senfonik bir alt yapı üzerinden şekillendi. Müzikler sevgili Engin Bayrak’a ait. Sergiyle aynı adı taşıyan bir single albüm çıkarıyoruz. Benim için çok büyük bir heyecan. Önümüzdeki günlerde tüm dijital platformlardan yayınlanacak ve herkes dinleyebilecek.
M.B.: Sergide izlediğimiz eserlerinizden birisi de “Adagietto”. Yapıtta yanılsamalar içinde altın rengi etkiler görünür durumda. Diğer üretimlerinizden altın renk pek mevcut değilken bu yapıtta bariz olarak izleniyor. Bu açıdan eserin kavramsal çerçevesinden ve üretim esnasında nelerden referans aldığınızdan söz eder misiniz?
H.İ.: ‘Adagietto’ isimli çalışma romantik müziğin önemli temsilcilerinden Gustav Mahler in 5. Senfonisi ve özellikle aynı adı taşıyan bölüm üzerine ürettiğim bir iş. Mahler’in eserleri özellikle varoluş ve ölüm temalarıyla ilişkilendirilir. Aynı zamanda orkestra şefi olduğundan oldukça görkemli bir müzik ve orkestrasyonla karşı karşıya kalıyorsunuz. Ve özellikle görsel düşünecek olursak ben Mahler’in müziğini daha çok bir soyut resim gibi tarif etmenin doğru olabileceğini düşünüyorum. Dinlediğiniz an müthiş bir imgesellik sunan ama bittiği an ezgi olarak hatırlamakta zorlandığınız, daha çok bütünde sizi sarıp sarmalayan görkemli bir müzik. Bu nedenle dinleyiciye bambaşka bir deneyim sunan eserler. Mahler’in yaz aylarında şehir dışında, nehir kenarında küçük bir kulübeye kapanıp ürettiğini biliyoruz. Bu nedenle doğanın içindeki detaylardan ve insanın doğanın içindeki konumlanışından beslendiğini söylemek mümkün. Aynı zamanda Gustav Klimt ile yakın arkadaşlar ve Klimt’in 1902 yılında tamamladığı ‘Beethoven Frizi’ isimli çalışmadaki altın zırhlı şövalyenin Mahler olabileceği söylenir. Bu bağlantılar nedeniyle bu çalışmanın altın rengi ve siyah renk skala aralığında gelişmesini istedim.
M.B.: Sergide çiçek motiflerinden oluşturulan bir diğer eseriniz ise neredeyse görünmez bir form ile hazırlanmış olan cam kutular içindeki çiçek siluetleri. Bu eserin kavramsal boyutundan bahseder misiniz? Serginin geneline, bütünlüğüne nasıl bir katkı sunuyor?
H.İ.: Bu yerleştirmenin ismi ‘Beni hatırlar mısın?’ Dilin içeriğine odaklanırsak bu cümle hem geleceğe dair bir istek cümlesi olabilir hem de sanki geçmişte yaşanmış ve hatırlamanız gereken bir şeyi ima ediyor olabilir. Aslında gördüğümüz her sanat eseriyle birlikte formatlanıyoruz. Yani artık asla onu görmeden önceki insan değil başka biri oluyoruz. Sanatın böyle dönüştürücü bir gücünün olması beni çok heyecanlandırıyor. Kutuların içinde gösterdiğim çiçek belli belirsiz göründüğünden daha çok bir imge olarak karşısına çıkıyor izleyicinin. Yine bilinçaltını ve hafızanızı zorladığınız, yokladığınız bir iş olmasını arzu ediyorum. Ve zamanın seyri içinde benzer çağrışımlarla bir şekilde yine hatırlamanızı.
M.B.: ‘Anemoia’ya adlı on tane olan beyaz neon eserinize odaklanmak istiyorum. Aslında bu eser beyaz bir duvar üzerinde farklı tipografilerle oluşturulmuş birbirinden ayrılan bir bütünlük içinde bir grup neon olarak izleniyor. Anemoia kelimesinden, sergiye eklediği yaklaşımından ve bu neonların beyaz üzerine beyaz olarak sergilenen formsal kurgusundan bahseder misiniz?
H.İ.: Anemoia, Yunancada daha önce deneyimlemediğiniz bir zamana duyulan özlem anlamı taşır. Bunu da daha çok bir sanat eseriyle tecrübe edebilirsiniz. Sergide sorgulanan temel kavramlardan biri zaman ve onunla kurduğumuz ilişki ve bu durumun değişkenliği üzerine. Bu sergiyle biraz kendi köklerimi araştırmaya ve onlarla temas kurmaya çalıştım. Bu coğrafyada yaşayıp ‘yabancı’ olmamak pek mümkün değil. Dolayısıyla daha çok aidiyet hissini sorgulayan bir iş. Beyaz duvar üzerindeki beyaz renk yazılar kavramın zaman boyutuna, farklı fontlar ise bu coğrafyadaki etnik ve kökensel çeşitliliği temsil ediyor.
M.B.: Serginin çoğulcu dili ile birlikte aynı zamanda oldukça kavramsal, teorik ve güçlü yönü de bariz biçimde izleniyor. Üretimleriniz esnasında yararlandığınız makaleler, kitaplar, filozoflar ya da sanat ve hayat arasında olan çeşitli konulara referans veren teoriler mutlaka var. Bunlardan söz eder misiniz? Sergi hayatın ya da sanatın içinden nelerden referans alıp, neleri var ediyor, görünür kılıyor?
H.İ.: Özellikle Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’ kitabı zorlu bir okuma olsa da sıkça başvurduğum bir başucu kitabı oldu bu süreçte. Worringer’in Soyutlama ve Özdeşleyim kitabı ise çiçekle aramda kurduğum bağı anlamaya, tarif etmeye çok yardımcıdır. Ama ilgisini kurmakta zorlandığınız şeyler bile olsa, açık zihinle baktığınızda mutlaka belli sorular sizi bir yerlere götürüyor.
Portre fotoğrafı: Uygar Özel
Sergi Fotoğrafları: Kayhan Kaygusuz
Söyleşi: Küratör ve sanat yazarı Melike Bayık