İnsanoğlu mağara duvarlarına resim yapmaya, bir çok amacının yanında, iki şeyi önemseyerek başladı;
Birincisi; yaptığım şey, nesnenin doğadaki biçimine benzemeli…
İkincisi; yaptığımla duygu ve düşüncemi aktarabilmeliyim…
Antik dönem filozofları, birinciye “mimesis”, ikinciye “katharsis” ismini verdiler. Elli bin yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimlere baktığımızda görüyoruz ki, mimesisi doğadaki nesnesini temsil edebilecek kadar beceriyle yapabilen insanlar çıktı. Baktığınızda ne güzel atlar veya aynı gergedan gibi olmuş diyebileceğiniz resimler çizdiler. Ama dikkat ediniz; onlara, “gergedan” demiyoruz, “aynı gergedan gibi olmuş” diyebiliyoruz ancak. Muhtemelen resimler ilk çizildiğinde, ressam ve izleyicileri de benzer düşünceye kapılmışlardır. Doğada bir gergedanla karşılaştıklarında, bulundukları yeri değiştirip, gergedanın öbür yüzünü de görebilmelerine rağmen, duvardaki resmin arka tarafını göremediklerini düşünerek, bu tahmini yapıyorum. Bu tahminim doğru olmalı ki, sanat tarihi, iki boyutlu yüzeyde, zahiri de olsa üçüncü boyutu gösterebilme çabasıyla doludur. Bakınız tam burada bir düşünme faaliyeti başlıyor: “Benim iki boyutlu bir yüzeye çizdiğim şey, üç boyutlu dünyadaki gerçeğine ne kadar benziyor?” Aklına bu soru takılmış olanlardan bazıları, daha ileri düzeyde düşünmeye devam ederse, “gerçek nedir” sorusuna da bulaşabilirler. Bulaşmıştırlar da…