Serkan ÇOLAK | Söyleşi (54. Sayı)

“Ülkeden Uzakta” çalışmanızı bize anlatır mısınız?

Her göçün ardında, perde arkasında farkedilmeyi ve anlatılmayı bekleyen hikayeler bulunur. Yeni yaşamlar kurulmaya çalışırken, bir şekilde hayatın pratiği içinde de yeni döngüler gerçekleşmeye başlar. “Ülkeden Uzakta” çalışması bu döngünün bir parçasına işaret ediyor. Türkiye’de 18 yaş altında 1 milyon 660 bin Suriyeli çocuk bulunuyor ve eğitim çağında olan yaklaşık 1 milyon çocuktan yine yaklaşık 600 bini eğitim alabiliyor. Kesin rakamları kimseler bilmiyor, her şey yaklaşık, her şey tahmini… Bu çalışma 2016 tarihinde bir okulun bahçesinde yapıldı. Gönüllü bir öğretmen, okulda resmi kaydı olmayan 80 den fazla Suriyeli çocuğa okuma yazma öğretmeye çabalıyordu. Bu çaba beni çok etkilemişti. Önce sınıfın içinde bir çalışma yapmayı düşündüm, birkaç derse girdim fakat sınıf çok kalabalık olduğu için hem hareket alanı kısıtlanıyor hem de kamera çok dikkat çektiği için öğretmenin işi zorlaşıyordu. Bu ‘Suriyeliler’ sınıfındaki öğrenciler, ’Türkiyeliler’ sınıflarındaki öğrencilerle aynı anda teneffüse çıkmıyor, giriş çıkış saatleri farklılık gösteriyordu. Teneffüslerde birlikte zaman geçiriyor, bir futbol topunun peşinde koşuyor ve bazen de bilindik çocuk oyunları oynuyorduk. Ardından okul bahçesinin duvarlarına, bir imaj çalışması olarak, manzara resimleri yapılmaya başlandı. Manzara resimlerinin olduğu duvarın karşısına bir sehpa kurarak, isteyen çocukları aynı açı ve mesafeden fotoğrafladım. Çünkü onların da bir ülkesi ve ülkelerinde güzel manzaralı dağları, nehirleri vardı. Ama artık yok.

Çalışma konularınıza nasıl hazırlanıyorsunuz? Nelere dikkat ediyorsunuz?

Çalıştığım bütün konular en yakınımda olup biten, sürekli tanık olduğum olaylar. Ki zaten anlattığım hikayeleri anlatmış olmak için değil anlatmak zorunda olduğum için fotoğraflıyorum. Her gün bu çocukların yeni bir yaşam kurma, yeni bir dil öğrenme isteklerini örselenip aşağılandıklarında yüzlerinde oluşan ifadeyi, gözlerinin içine bakıp konuştuğunuzda sizi anlamasa da gülümsemesini gördüğünüzde, gördüklerinizi anlatmak zorundasınız. Hele ki fotoğrafçıysanız bu sizin sorumluluğunuzdur. Çalıştığınız her konunun kendine özgü hazırlık aşamaları vardır. İyi bir araştırma yapmanız gerek, ayrıca gözetmeniz ve uymanız gereken etik kurallar mevcut. Ülkeden Uzakta’yı çekerken çocuklarla asla savaşı konuşmadık, geldikleri yeri konuşmadık. Baban nerede, ne iş yapıyor diye sormadım örneğin. Çünkü ailesinden birilerini kaybeden çocuklar vardı mutlaka ve yeterince travmatik durumlarla karşılaşmışlardı. Geçmişten değil gelecekten bahsettik. Hayallerinden, umutlarından… Dediğim gibi çalıştığınız her konunun kendine ait hassasiyetleri ve çalışma planları var.

Göçmenler konusu sıcak ve hassas bir konu. Bazen ana medyada yer alamayacağını düşündüğümüz ciddi meselelerin başka mecralar ve özellikle sanat yoluyla dile gelmesi sizce anlamlı mı?

Sanatın her alanı gibi fotoğrafın da bir anlama ve anlatma ihtiyacından yola çıktığını düşünürüm. Bu anlatımlar ana akım medyanın popülist yayın anlayışlarında çoğu zaman kendine yer bulamaz, gündem ve kamuoyu baskısı oluşturamaz. Bazen de şaşırtıcı şekilde tam tersi olur.

Suriyeli bir Kürt çocuğu olan Aylan Kurdi’nin cansız bedenini gösteren fotoğraf tüm dünyada bir süre gündem oldu, mültecilerle ilgili bazı adımlar atıldı. Ama hala Ege Denizi’nin soğuk sularında çocuklar boğuluyor, aileler parçalanıyor, yeni bir ülke, yeni bir yaşam umutları kaybolup gidiyor. Ya da Lewis Hine çocuk işçileri anlatan fotoğraflarıyla, çocuk haklarıyla ilgili yasalarda köklü değişiklikler yapılmasını sağlamıştı. Fakat dünyada hala her ülkede çocuklar emek sömürüsüne maruz kalıyor. Demek ki bazı şeyleri değiştirmek için fotoğraftan fazlasına ihtiyacımız var.

Kendi adıma, fotoğrafla ilgili böylesine köklü değişim, dönüşüm düşüncelerim olmadı. Gerekli toplumsal dinamikler ve altyapı oluştuğunda, harekete geçtiğinde bir şeyler değişecek, fotoğrafla ya da fotoğrafsız. Fotoğraf, bu gibi durumlarda ateşleyici bir özellik taşıyabilir ve ikonikleşebilir.

Fotoğrafçının ise yaşadığı çağın tanığı olduğunu ve bu tanıklığın getirdiği sorumlulukla hareket ettiğinde ‘anlam’ oluşacağını, oluşturacağını düşünüyorum.

Günümüz sanatında adalet, hak arama, itiraz, anlama, anlatma, azınlık hakları, eşitsizlik, önyargılar gibi dünyamızın temel meselelerini görüyoruz. Sanatın bunları konu etmesine ne dersiniz?

Dünyanın temel meselelerinin sanatın da temel meseleleri olduğunu düşünüyorum. Sanat ya da sanatçı, cam bir fanus içinde bulunduğu çevreden, dünyadan azade değildir.

Göçmen fotoğrafları da vahşet, felaket, şiddet fotoğrafları gibi diğer fotoğraflardan farklı olarak ahlaki bir sorumluluk içerir mi?

O ahlaki sorumluluk fotoğrafçı için hep vardır. Fotoğrafının öznesi olan kişilerin, bu fotoğraftan dolayı herhangi bir şekilde zarar görmeyecek olması gerekir.

Özellikle göçmenler, haklı olarak kamera karşısında yer almak istemeyebiliyor. Ortak bir çalışma yaptığımız dönemde, Suriye’den gelen bir aile, özellikle evin anne ve babası, fotoğraflarda yüzlerinin görünmemesini istemişlerdi. Çünkü onlar, bir gün evlerine geri dönmeyi umuyor ve bu fotoğrafların yayınlanarak mevcut rejim tarafından görülme ihtimalini de düşünerek kendilerine zarar gelmesinden korkuyor ve fotoğrafçı arkadaşlara kısıtlamalar getiriyorlardı. Çalışma süresince bu kurala dikkat edildi.

Yakın zamanda ‘Mülteci haberi yaparken dikkat etmemiz gereken beş şey’ başlıklı bir yazı okudum. Bir maddede şöyle diyordu; ‘Mültecilerle konuşmadan, onların fotoğrafını çekmeden önce mutlaka izin alın. Görüntülerinin medyada çıkacağını net olarak anlatın. Baskıcı bir rejimden kaçıyorlarsa korkuyor olabilirler ya da geride bıraktıkları akrabaları olabilir ve bu yüzden fotoğraflarının ya da görüntülerinin medyada çıkmasını istemeyebilirler. Ayrıca konuşurken kibar ve hassas olun, karşınızdaki insanların çoğunun travma yaşadığını unutmayın.’ diyordu. Buna kesinlikle katılıyorum.

Bazı fotoğrafların belli bazı olayları ikonlaştırması, temsil etme becerisi, olaylara insani bir yön verme potansiyeli, sivil halk için işlevi, daha fazla demokrasi için kullanılabilecek bir hak arama malzemesi olması, o fotoğrafları çeken kişilerin taşıdığı sorumluluğu arttırır mı?

O sorumluluğu omuzlarında hissetmeyenler öyle fotoğraflar çekemezler.

Özensiz fotoğraflar görüntülerin temsil ettiği iddia edilen şiddeti arttırır mı? Vahşet, şiddet, çaresizlik, mahremiyet ihlali ile görüntülerinde aşırılık şiddetin pornografisine yol açar mı?

Yaşadığımız çağ her şeyin normalleştirildiği, savaşın canlı yayınlarda takip edildiği, ölümün sıradanlaştığı ve görüntünün yozlaştığı bir çağ. Haber sitelerinin dikkat çekmek için attığı başlıklardan tutun da yayınladıkları videolara kadar her şey duyarsızlaştırılmış yığınlara hitap ediyor. Duyarlı olduğunu düşünenler ise sosyal medya üzerinden birkaç duyarlı cümle ekleyerek fotoğrafı, videoyu paylaşıp dolaşımına istemsizce de olsa yardım ediyor. Daha da kötüsü şiddet, vahşet içeren görüntüleri izlemekten keyif alan yığınlardan bahsediyoruz. Ki bu tam da Sontag’ın bahsettiği şiddetin pornografisine çıkan kapı. Zamanın ruhu bu. Ve bu zamanın ruhu karanlık, kirli. Uzak durmak gerek.

Kalıplara sıkışmış, stereotipler oluşturan bir belgesel fotoğraf anlatımı yerine nasıl bir anlatma yöntemi ile yaklaşılmalı?

Belgesel fotoğrafta biçimden öte öz, önem taşır. Öze sadık kalarak farklı anlatım yöntemleri kullanmakta bir sorun görmüyorum. Son dönem Türkiye fotoğrafında da bunun örneklerini sık sık görüyoruz. Fakat bu yine de ince bir çizgi, biçim içerik dengesini iyi kurmak gerekir. Klasik belgesel fotoğraf anlayışında çalıştığınız konuya yakın olmak, tüm yönleriyle neden sonuç ilişkisi içinde konuyu ele alıp anlamak ve sonrasında anlatmak hala en geçerli ve doğru olan yöntemdir diye düşünüyorum. Tam olarak anlamadığınız ve hakim olmadığınız bir konuyu başkalarına doğru şekilde anlatamazsınız. Fotoğrafçının, anlamak için çaba ve zaman harcaması gerekir. Sonrasında bunu anlatmak için doğru yöntem ve tekniği bulabileceğini düşünüyorum.

Çalışmalarınızı daha çok nasıl paylaşmayı tercih ediyorsunuz? Sergileme, fotokitaplar, sosyal medya, birlikte büyük organizasyonlar ya da tek başınıza mı?

Bütün mecraları kullanmaya gayret ediyorum. Fakat son zamanlarda belgesel nitelikli işleri sosyal medyadan uzak tutmaya çalışıyorum. Son altı aydır da fotokitap üzerine epey mesai harcadığımı söyleyebilirim.

Sanatı ve görüşleri nedeni ile de göç etmek zorunda kalan sanatçıların sayısı çok. İlk aklınıza gelenler?

İlk aklıma gelen Ahmet Kaya’dır. Şöyle bir söz vardır. ’Bir gün herkes mülteci olmak zorunda kalabilir.’ Belki de sıra bizdedir, kimbilir…

Bize son dönem çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Özellikle son bir yıldır, bunca zamandır başkalarının yaşamlarını anlatırken kendi yaşamımı, yakın çevremi hep ıskaladığım, görmezden geldiğim hissine kapılarak bu yönde bir çalışma yapmaya karar vermiştim. Daha içe dönük ve eski fotoğraflarımın da yer aldığı On The Road adını verdiğim bir kitap üzerine altı aydır çalışıyorum. Şubat ayında, ilk baskısı 500 kopya olarak çıkacak. Bu aynı zamanda ilk kitap çalışmam olacak. İzmir’de MahzenPhotos kolektifinden Sinan Kılıç’la birlikte yürüttüğümüz ve bağımsız bir kültür sanat mekanı olarak adlandırdığımız No 238‘de sergiler, sanatçı konuşmaları ve farklı alanları da kapsayan atölyeleri ‘düzensiz periyotlar’ halinde yürütmeye çalışıyoruz. Bunun yanında bir belgesel fotoğraf atölyesi sonuç aşamasına geldi. Yine ilkbaharda mülteci çocuklardan oluşan birkaç fotoğrafçı çocukla birlikte, onların gözünden bir anlatım yöntemi geliştirmeyi deneyeceğim.

Serkan Çolak’ın KONTRAST 54. Sayısında yer alan portfolyosuna buradan ulaşabilirsiniz.

Kontrast Sayı 54, Yaz 2019

Bizi paylaşın..