Reha BİLİR | Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi? (19. Sayı)

Bugüne kadar sadece bir kez Kırkpınar güreşlerini izleyip, orada fotoğraf çekme şansım oldu. Oysa, fotoğraf aracılığı ile kültürel değerlerimizi tanıtmaya çalışan bir fotoğrafçı olarak daha çok gitmem gerekirdi. Belki Edirne’nin Konya’ya uzaklığı, belki Kırkpınar Yağlı Güreşleri sırasında fotoğraf çekebilmek için çok öncesinden izin alma zorunluluğu ve Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği – EFOD üyesi arkadaşları o karmaşa içinde zorda bırakmama düşüncesi ile çok fazla gidemedim Kırkpınar’a. Dediğim gibi, bugüne kadar sadece bir kez, o da 2004 yılında 21-27 Haziran günleri arasında yapılan 643. Kırkpınar Yağlı Güreşleri’ne gitme fırsatım oldu.

Bu tür etkinliklerde başarılı fotoğraf çekebilmek için sadece bir kez gitmek kesinlikle yeterli değil. Ortamı tanımak, havayı yoklamak, zemine alışmak gerekir. Hele ki pehlivanların samimiyetini yakalamak çok önemli. Belki de işe tâ başından başlamak, yani küçük pehlivanların yağa bulaştıkları ilk andan, başpehlivanlığa kadar geçen zamanın öyküsünü anlatmak gerekir fotoğraflarla. Yaşam şartlarını, beslenme alışkanlıklarını, destekçilerini, güreş öncesi hazırlıklarını fotoğraflayıp bir foto-kitap veya fotobelgesel hâline getirmek gerekir. En çok da EFOD üyesi fotoğraf dostlarına yakışır bu çalışma.

O gün Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği üyesi arkadaşlarla birlikte gitmiştik Sarayiçi’ne. Sabahın erken saatlerinde bastıran sıcak hava, günün kavurucu sıcaklıkla geçeceğini haber veriyordu. Davul sesleri, çığırtkanın gökyüzünde çınlayan sesi, izleyenlerin tezahüratları birbirine karışıyordu. Yağlı çimenler üzerinde ter döken sadece pehlivanlar değildi, fotoğrafçılar da kendilerinden geçmiş, parmakları deklanşöre yapışmış, sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Yani hem güreşçilerin, hem de fotoğrafçıların teri, çimene bulaşmış yağa karışmaktaydı.

Ben de, sadece kısa bir günde burada fotoğraf çekerek bir mucize yakalayamayacağımı biliyor ve kendimce farklı bir kare bulmaya çalışıyordum. Güreş alanı o kadar kalabalıktı ki; pehlivanların güreşleri, hakemlerin her ayrıntıyı yakalamak için harcadıkları çaba, fotoğrafçıların en iyiyi yakalama çabaları saha içinde bir kargaşa ile birbirine karışıyordu.

Yanılmıyorsam öğle saatleriydi, yani güneşin fotoğraf için en kötü olduğu zaman dilimi içindeydik. Gözüm iki pehlivanın güreşine takıldı. Diğerlerinden daha farklı, biraz daha işin ciddiyetini “ti” ye almış bir havaları vardı. Tam olarak güce dayalı bu ata sporunda olması gereken hoşgörüyü, eğlenceyi, dostluğu anlatan bir tavır sergiliyorlardı. Diğer pehlivanların fotoğraflarını çekerken sergiledikleri ciddi görünüm kaygısı, bu iki pehlivanda asla yoktu. Tam olarak benim arzu ettiğim gibi, modeli fotoğrafın içine çekebileceğim bir ortam oluştuğunu hissettim. İki güreşçi de hem bu güce dayalı oyunu kazanarak kapatmak, hem de benim yaptığım işe katkıda bulunmak istermişçesine poz veriyorlardı. İkisi de çok yoruldukları bir anda, birbirlerine dolaşmış, dinlenmeye fırsat yaratmak için kıpırdamadan durdular. Bu mola belki bir iki dakika sürdü. Ben de o arada çekebileceğim fotoğrafları çektim. Öyle ki, beden dili ile anlatmaya çalıştığım şekilde bile durarak poz verdiler. Elimi göğsüme koyup, fotoğrafımı paylaştıkları için teşekkür ettim. O anda, alttaki pehlivan da karşılık olarak, yumruk yaptığı sağ elinin başparmağını kaldırarak fotoğraf çekimlerimde başarı dileklerini gönderdi. Oysa fotoğrafa bakılırsa, bulunduğu duruma göre onun benden daha çok şansa ihtiyacı var gibiydi.

Güreşin sonunda güç gösterisi sergileyen bu oyunu kimin kazandığını hatırlamıyorum; ancak Kırkpınar güreşleri bittikten sonra bu pehlivanlara gönderdiğim fotoğraflarla yeni bir dostluk kazanıldığını üçümüz de biliyorduk.

Hep söylüyorum ya bu ülkede hoşgörü, kardeşlik, sevginin tomurcukları müzikle birlikte, yine sanat ve sporla çiçeğe dönüşecek diye. Bunu bir kez daha görmüş oldum.

Yazı ve Fotoğraf: Reha BİLİR

Kontrast Sayı 19, Eylül-Ekim 2010

Bizi paylaşın..