Özgün ÖZER | “Fotoğraf Kültürü” ve “Ahlak Bilgisi” (34. Sayı)

Bundan belki yüz ya da iki yüzyıl evvel bir saniyenin herkes için bir saniye olduğu zamanlardaki etik (ahlak) yaklaşımlar hakkında bilgi vermek, oldukça kolay bir iş olurdu. Ancak Einstein’ın “sevgilinizin elini tuttuğunuz bir saniye ile sıcak bir sobanın üzerinde oturduğunuz bir saniyenin aynı olmadığını” matematiksel olarak ispat etmesiyle tüm dünyamız gibi, sanatımız ve ahlakımız da göreceliliğin etkisine girdi.

Toplum tarafından bireye aşılanan, toplumsal ahlak güç kaybederken; her bireyin kendi doğrularına kendine göre karar verdiği, bireysel ahlak anlayışı ön plana çıkmaya başladı. İki dönem karşılaştırıldığında; toplumsal ahlak kuralları, toplum tarafından sayılan ve konu hakkında bilgili insanlar tarafından hazırlanan kurallar olduğundan, toplumun daha “az bilgili” kısmının bu kurallara harfiyen uyması beklenirdi. Bu durum bireye konu hakkında harfi harfine ne yapması gerektiğini dikte ettiğinden, birey konu hakkında bilgi sahibi olmasa dahi, ahlaki açıdan “doğru” davranabilirdi. Tabii bu yapı, kuralları oluşturan kitlenin yozlaştığı durumda büyük dramlar yaratabildiği gibi (ortaçağ da kilise ya da ulemaların insanların birbirlerini din için öldürmelerini “doğru” kabul etmeleri gibi) özgür düşüncenin ve gelişmenin önünde bir engel olabiliyordu.

Bireysel ahlakta ise, sınırlamaların kalkmasına ve gelişmenin önünün açılmasına rağmen; bu sefer de her bireyin kendi kararlarını doğru verebilmesi için konu hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerekmektedir. Durum böyle iken, yapılabilecek en doğru hareket, her bireyin kendi fotoğraf kültürünü geliştirmesi ve fotoğrafın ahlaki ikilemleri hakkında bilgi sahibi olmasıdır.

Fotoğrafla “İlgili Görünen” Ahlaki Sorunlar

Konu fotoğraf ve etik olduğunda dünya çapında ilk akla gelen konulardan biri, Kevin Carter’a 1994’te Pulitzer kazandıran ünlü akbaba ve çocuk fotoğrafıdır. Konuya aşina olmayanlar için açıklamak gerekirse; olay, Carter’ın 1993 yılında Sudan’a giderken yolda, Afrikalı bir çocuk ile karşılaşması ile başlar. Çocuk bir yardım merkezine ulaşmaya çalışmaktadır. Ancak açlıktan ve/veya hastalıktan bitkin düşmüş ve ilerleyecek durumu kalmamıştır. Bir akbaba çocuğun başında beklemektedir. Carter, dramatik sahneyi fotoğraflar, fakat (kendi tabiri ile) “çocuğa yardım etmek kendi işi olmadığı” için çocuğu orada bırakır.

Fotoğrafın Times gazetesinde yayınlanmasının ardından, yüzlerce okuyucu çocuğun akıbetini sorar. Gazete, çocuğun durumunun belirsiz olduğunu çünkü fotoğrafçının yardım etmediğini açıkladığında, Carter dünya çapında büyük tepkiler alır. Bu tepkilerden en ünlüsü St. Petersburg Times gazetesi tarafından yayınlanan “çocuk acı çekerken doğru kareyi almak için objektifini ayarlayan bir adam da, karedeki diğer bir akbabadan başka bir şey değildir.” açıklamasıdır.

Fotoğrafın Carter’a Pulitzer kazandırmasına rağmen, akabinde başlayan dışlama kampanyası, 1994 yılında fotoğrafçının çocukken oynadığı bir parka çektiği aracında,egzozunu tıkayarak intihar etmesi ile sonuçlanır. Yazdığı intihar notunun bir kısmı şöyledir: “Bunalımdayım… ne bir telefon… ne kiramı ödeyebilecek para… ne çocuk yardımı… ne borçlarım için para… para!!! … ölümlerin ve cesetlerin ve öfkenin ve nefretin… açlıktan ölen ve yaralı çocuklar, tetiği ile mutlu deli adam, çoğunlukla polisin ve katil cellatların canlı hatıraları ile lanetlendim… şanşlıysam Ken’e katılacağım.” (Ken Oosterbroek, 1994 yılında Afrika’da bir olayı fotoğraflarken kaza kurşunu ile öldürülen bir foto muhabirdir. Carter’ın arkadaşıdır. İkisi Bang-Bang Club olarak isimlendirilen fotoğrafçı grubunun üyelerindendir.) [1]

Baştan sona dramatik olaylarla dolu olan bu konu hakkında sayısız makale, kitap, hatta tez bulunmasına rağmen, bu noktada; kral çıplak denilmesi gerekmektedir. Öyle ya da böyle Carter’ın neden yardım etmediği ya da etmesi gerekip gerekmediği tabii ki etik (ahlak felsefesi)’nin bir sorusudur. Ancak, olayın özüne bakılırsa konu fotoğrafla ilgili değildir. Çünkü hikâyedeki esas problem, kişinin fotoğrafı çekmesi değil; çocuğu ölüme terk etmesi, bunu açıkça itiraf etmesi ve hareketinin arkasında durmasıdır. Bu durumda yaptığı şey, mesleki görevini tam olarak yerine getirmek, ama insani görevini yerine getirememekten öteye gitmez. Öyle ki şu an bile Irak’ta, Afganistan’da ya da Afrika’da kaç askerin, mesleklerini yerine getirirken açlıktan ölen çocukların yanlarından geçip gittikleri düşünüldüğünde, aslında Carter’ın yaptığının o kadar da marjinal bir hareket olmadığı görülebilir.
Gerçekte bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği bir ortamda, durumu hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir çocuğu kucağınıza alıp taşımak; bir makaleyi okurken bunu hayal etmeye göre, oldukça fazla cesaret gerektirdiğini gözden kaçırmamak önemlidir. Yine de her koşulda fotoğraf çekmesi çocuğu kurtarmasına engel değildir. Çok sade bir şekilde olayın, fotoğrafçının çocuğu kurtarması ile sonuçlandığını düşünelim. Bu durumda fotoğrafçı, hem fotoğrafçılık görevini yerine getirerek oradaki insanların çektiği sıkıntıyı belgelemiş ve insanlığa sunmuş olacaktı, hem de “insanlık görevini” yerine getirmiş, belki de bir kahraman olacaktı.Her durumda Carter, foto muhabirlik görevini yerine getirmiş ve tüm Dünya’ya Sudan’daki insanların durumunu sayfalarca metinin anlatamayacağı bir şekilde aktarmıştır.

Fotoğrafçı Kimliği ve Etik Sorumluluklar

Bu noktada fotoğraf konusunda ortaya çıkan bir diğer etik problem, “Fotoğrafçı” kimliğinin tanımlanmasıdır. Fotoğraf, bir görsel iletişim aracı olarak geniş bir kullanım alanına ve çok farklı türlere sahiptir. Fakat bu farklı işleri yapan kişilerin hepsi de fotoğrafçı olarak anılmakta ya da kendilerini bu şekilde isimlendirmektedir. Resim söz konusu olduğunda, bir manzaranın resmi, polisin çizdiği robot resim, gerçekötesi bir tablo ya da bir makinenin teknik resminin aynı şey olmadığı bilinmektedir. Bu farklı işleri yapmak için farklı kurumlarda çeşitli seviyelerde eğitimler verilmekte ve bu okullardan mezun olan bireyler, aldıkları eğitime göre, resmi olarak tanımlanmış sıfatlar taşımaktadır. Dolayısı ile “ben ressamım” demek ile “teknik ressamım” demek arasındaki fark oldukça belirgindir.

Aynı şekilde, bir manzara fotoğrafının, adli tıp fotoğrafının, ışıkla boyamanın ya da MR görüntüsünün farklı fotoğraf türleri olduğu yurt dışında olduğu gibi, ülkemizde de bilinmektedir.

Ancak ülkemizde henüz ne böyle bir resmi yapılanma ne de böyle bir kültür gelişmediği için, sorunun çözümü bireyin kendine karşı olan dürüstlüğüne, vicdanına, özetle bireysel ahlakına kalmaktadır. Bu aşamada, birçok insanın kötü niyetten çok, bilgisizlik nedeni ile birbirlerini yanılttıklarını düşünmekteyim. Örneğin, “bir yıl kendi kendine fotoğraf öğrendikten” sonra kendini fotoğrafçı ve fotoğraf öğretmeni ilan eden bir bireyle karşılaştığınızda, genellikle içtenlikle fotoğraf konusunda her şeyi bildiğine emindir ve 3 haftada sizi de fotoğrafçı yapabileceğini iddia eder.

Öte yandan, bu kişiye “üniversitelerde; 4 yıl lisans, 2 yıl yüksek lisans ve ardından 4 yıl doktora olmak üzere, toplamda 10 yıl eğitim alabileceği ancak bu noktada dahi tüm fotoğrafı bilemeyeceği” hatırlatıldığında yaptığı hatanın farkına varabilmektedir. Bu noktada iyi niyetli olan, fotoğraf konusunda eğitim almayı sürdürürken, kötü niyetli olan ise kandırabildiğini kandırmaya devam etmektedir.Her durumda resmi kurumlar duruma el atıncaya kadar, bu konulardaki koruyucularımız; karşınızdaki insanın vicdanı, dürüstlüğü ve kendi aklımızdır. Öte yandan, nasıl ki kendi kimliğini belirleyememiş, kendini tanımlayamamış bir bireyin, ahlaki bir duruş sergilemesi beklenemez ise, daha fotoğraf adına kendini tanımlayamamış bir bireyin de, fotoğrafta etik bir bakış açısı oluşturabilmesi mümkün değildir.

Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Görüntünün Aitliği

Fotoğraf konusunda en ezeli ikilemlerden biri; “görüntünün aitliği” noktasında başlar. Benmerkezci bakışla, bir yandan temel olarak “benim görüntüm bana aittir” diye düşünülebilir, fakat aynı bireyin “gördüklerim bana aittir” fikrini savunduğunu da görebilirsiniz. Bu durum, fotoğrafın fotoğraflanma ve sergilenme sürecinde, diğer sanatlardan farklı olarak, sorun yaratmaktadır.

Örneğin: “Otobüste gidiyorsunuz ve bir hanım kucağında bebeği ile karşınızda oturuyor. Hemen yanında, yaşlı bir bey. Adam ve çocuk göz göze geliyorlar. Çocuğun mavili yeşilli, çakır gözlerinde korkusuz, salt bir merak var. Adamın gözlerinde ise şefkat, anlayış ve hüzünle karışık bir duygu denizi.” Yukarıdaki paragrafı yazmanızda etik ya da resmi hiç bir engel yoktur. Bu anlamda sanatçılar gördüklerinden esinlenmekte sonuna kadar özgürdür. Aynı özgürlüğe kurgusal fotoğrafçılar da sahiptir ve bu anlamda, kurgusal fotoğraf diğer sanat dallarına yakın özellikler taşır. Ancak iş esinlenmiş olduğunuz konunun tekrar yaratılmasına geldiğinde sorunlar ortaya çıkar. Keza diğer sanat dallarında esinlenilen görüntü, sanatçının yaratıcılığı ile tekniğin harman olması sonucunda esere (ya da ürüne) dönüşür. Fakat fotoğrafta esinlenilen görüntünün tekrar yaratılması pek söz konusu değildir. Yaratılmaya çalışılsa dahi (yani yukarıdaki paragraftan yola çıkarak, bir kadın, çocuk ve yaşlı adam bir otobüse yerleştirilse dahi), aynı duygu yapısının oluşturulması çok güçtür. Bunun yanısıra, çok kuvvetli bir yapaylık hissiyatının oluşması oldukça muhtemeldir. Fotoğrafın bu dalında olası çözüm, realist bir anlatımdan kaçıp; esinlenilenleri sembolizm, şematizm ya da gerçekötesi bir anlatımla sunmaktır.

Esas aitlik sorunuyla foto muhabirlik ya da sokak fotoğrafçılığı gibi konusu doğrudan insan ile ilintili ve orijinal görüntüyü anlatım amacıyla kullanan fotoğraf dallarında karşı karşıya kalınmaktadır. Görüntünün aitliği, ahlaki sorumluluklarla birlikte gelmektedir. Gören kişi olarak kuşkusuz ki görüntü size aittir. Ama karşınızdaki de görüntüye kaynak kişidir, yani gördüğünüz onun görüntüsüdür. Yani ortaya çıkan ürün aslında konu ile fotoğrafçı arasında bir bağıntı ve ortak sonuçtur.Problemin bu yanı, fotoğrafın çekiminden çok, paylaşılması, yani sergilenmesi aşamasında karşınıza çıkmaktadır. Ancak bu konuya, mevcut kanunlar belirli oranda düzenleme getirmiştir. Bu anlamda, sorun, etiğe bırakılmadan düzenlenmiş durumdadır. Konu olan kişi ya da objeler, fotoğrafın anlatımında temel unsurları oluşturuyorlar ise, konu olan kişinin ya da konu olan objenin sahibinin de, fotoğraf üzerinde hakkı oluşmaktadır. Öte yandan, sizin normalde fotoğrafladığınız bir kadraja giren ya da kadrajda kendi kimliği ile var olmayan kişilerin, fotoğraf üzerinde hakları bulunmamaktadır.

Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Fotoğraf Çekme Adabı

Tüm kültürlerdeki ahlaki kuralların ve insan haklarının temelinde, karşınızdaki insanın yaşamsal haklarına saygı göstermek vadır. Ancak, birey fotoğraf makinasının ardına geçtiğinde ve tüm çevresi onun için bir konuya, bir objeye dönüştüğünde, bu kuralı unutabilmektedir. Çoğu zaman fotoğraf çekenin kendisini çevresinden bağımsız (hatta belki üstün), harici bir gözlemci gibi hissettiği olmuştur. Hatta bu his birçok fotoğrafçısının (savaş fotoğrafçıları gibi) hayatına malolmuştur. Buradaki mesaj çok açıktır. Fotoğraf çekmek bireyi toplumsal hayat açısından ayrı bir konuma taşımaz. Dolayısı ile nasıl ki telefonla konuşan, sigara içen ya da yürüyen birisinin diğer insanları rahatsız etme hakkı yok ise; fotoğrafçının da, fotoğraf çekerken etrafını rahatsız etmeye hakkı yoktur.Bu açıdan bakıldığında, “insanlar neden fotoğraf çekilmekten rahatsız oluyorlar ki” diye düşünülebilir. Rahatsızlığın sebebi, insanın ilkel içgüdülerinden kaynaklanmaktadır. Doğada bir canlının diğer canlı tarafından izlenmesi genellikle av olduğu durumlar için geçerlidir. Dolayısıyla bir varlığın kişiyi izlemesi, özellikle de sinerek izlemesi, güdüsel olarak kişinin kendini güvensiz hissetmesine ve rahatsız olmasına neden olur.

Bu tavırdaki fotoğrafçı, karşısındakine iki doğal seçenek bırakmış olur. Konu olan kişi ya rahatsız olarak bölgeyi terk edecektir (tıpkı doğadaki birçok otçul gibi) ya da kendi bölgesini koruyan vahşi bir hayvan gibi saldırgan bir tepki verecektir. Kişinin vereceği tepki, kişinin çağdaşlık seviyesi ile ilgilidir. Ama her tepki yaratanın, etki olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

İnsanları rahatsız etme kaygısı, fotoğrafın aitliği sorunsalı ile birleştiğinde, özellikle amatör fotoğrafçı açısından “sokakta, ortak kullanım alanlarında nasıl fotoğraf çekilmeli?” sorusu ön plana çıkmaktadır. Sorunun en basit cevabı, en temel ahlaki yaklaşımlardan olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi yapma” ilkesi olarak görülebilir. Ama bu basit cevap dahi sizi yanlış yönlendirebilir. Keza bir davranışı sizin kabullenebilir olmanız, karşınızdakinin de kabullenebileceği anlamına gelmez. Bu sorunsalın görünen üç çıkışı vardır: İlki; fotoğrafçının, karşısındaki bireyin kişilik haklarını geri plana atmak pahasına fotoğrafından ve anlatımından feragat etmemesidir. Diğer bir deyişle, sanatından ve anlatmak istediğinden ödün vermemek adına, karşısındakinin hakkını çiğnemektir. Bu benmerkezli davranışın, vicdani sorumluluğunun yanında, kanuni sorumluluğunun da olduğu unutulmamalıdır. İkinci yol olarak; net alan derinliği ya da ışık (siluetleştirme) gibi parametrelerle konu edilen birey kimliksizleştirilebilir ve onu bir kimlik yerine sembol ifade eder. Böylece kişilik haklarına saldırılmamış olur. Kişinin fotoğrafının kullanılmak istendiği durumda ise, kendisinden izin istenebilir. Ayrıca, bunu gerçekleştirirken bireylerin rahatsız olmasını engellemek adına, fotoğrafçı, gizliden gizliye fotoğraf çekmek yerine, daha açık ve çevresine güven veren bir vücut dili kullanabilir (Bu benim de daha kabullenilebilir ve seçkin bir çözüm olarak gördüğüm bir yöntemdir). Bu yöntemler, bir kısım anlatım aracından ve konudan feragat etmek anlamına gelebilir ama fotoğraf adına vicdanınızı daha rahatlatacağı kesindir. Hatırlanmalıdır ki, fotoğrafçının duygu yapısı, çektiği fotoğrafa doğrudan etki eder. Dolayısı ile yaptığı işten çekincesi olmayan bir fotoğrafçının fotoğrafları, her anlamda daha başarılı olacaktır.

Son yol olarak ise (çoğu fotoğrafçının ne yazık ki yaptığı gibi); bu ikilemden kaçmak amacıyla, bu konulardan kaçınmaktır.

Birey olarak hangi yolu seçerseniz seçin, yaptığınız davranış bu etik problemin çözümü olmayacak ancak, sizin sanatsal kimliğinizi tanımlayacaktır.

Fotoğrafın Konusu ve Etik

Yurdumuzda fotoğraf üzerine en çok yapılan ahlaki tartışma, fotoğrafın konusu hakkındadır. Bu tartışma, evrensel sanat anlayışının dışındadır. Bir sanatçı, başkalarının haklarına saldırmadığı sürece; bir çiçeği, eski bir arabayı, çatalı ya da insan bedenini anlatım aracı olarak kullanabilir.

Yakın bir zamanda, Portekiz’deki bir arkadaşımın bahsettiği bir sergi, bu özgürlüğe güzel bir örnek oluşturmaktadır. Sanatçı sergisi için, “asap bozucu” haberleri gazetelerden kesmiş ve sonra bu haberlerin üzerine, büyük hacetini yaparak fotoğraflamıştır. Bu noktada, fotoğrafların sergilenmesinin ahlaki açıdan sorgulanması, tam aksine fotoğraf sanatı açısından etik değildir. Çünkü sergide esas sergilenen, toplumu üzüntüye, öfkeye sevk eden olaylar karşısında ortaya konan ilkel ama içten tepkidir. Burada atlanılmaması gereken, sadece, sanatçının sunacağı eserleri seçme hakkı olduğu kadar, izleyicinin de göreceği eserlerin içeriğini seçme hakkının olduğudur. Örneğin, birey olarak, bahsettiğim sergiyi konu ve duruş olarak ilginç bulsam da; izleyici olarak görmeyi tercih etmem. Bunun nedeni ise, görsel hafızam yüzünden günlerce gözümün önüne “dışkı” görüntüleri gelmesi riskini almak istemeyişimdir.

İzleyicinin özgür iradesi dışında görmeyi istemediği bir sahnenin kişiye dikte ettirilmesi, kuşkusuz ki estetik ve psikolojik anlamda tecavüzdür.Sergi ya da fotoğraf sunusunun içeriğinin izleyici tarafından genel anlamda bilinmesi izleyicilerin haklarını korumak adına önemlidir.

Son Deyiş: Fotoğrafçının izleyebileceği Etik bir yol

Günümüzün sosyolojik yapısı göz önüne alındığında, fotoğraf hakkındaki etik ikilemlerin çözülmesi, yine fotoğrafçıya düşmektedir. Burada, fotoğrafçıya kesin kurallar dikte etmek, sanat açısından kısıtlayıcı ve yaratıcılığı engelleyicidir. Kişinin kendi etik çizgisini oluşturmak için ise, fotoğraf konusundaki bilgisini ve görgüsünü olabildiğince arttırması gerekmektedir.Bu noktada fotoğrafçı, kendi etik yaklaşımını oluşturmak için aşağıdaki kodu izleyebilir:

* Fotoğraf hakkındaki fenomen olayları okumalı ve bunun fotoğraf ile ilişkisini kurmalı, kendi adına dersler çıkarmalıdır.
* Gelişen bilgisi ve kültürü içinde, kendini fotoğraf adına sürekli tanımlamalı ve çalışmaları ile fotoğraf kimliğini yansıtmalıdır.
* Fotoğrafın temel sorunsallarını tanımalı ve kendi adına cevaplarını kendi içinde çelişmeyen bir şekilde vermelidir.
* Bütün bu aşamaları aştığında, fotoğrafının konusu hakkında tereddüt etmeden çalışmalı, ancak sunuş noktasında, izleyici kitlesinin “etik” ya da “estetik” değerlerini taciz etmemeye özen göstermelidir.

Bir diğer gereklilik ise, fotoğrafçının toplumdan kopmaması açısından, bu fotoğraf kültürünün topluma iletilmesidir. Bu noktada fotoğrafla ilgilenen kişilere yine büyük görev düşmektedir.

Kaynak:
[1] S. MacLeod. “The Life and Death of Kevin Carter”, Time magazine, 12 Eylül 1994.

Özgün ÖZER 
Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013

Bizi paylaşın..