Özcan YURDALAN | İki Alemin Seyri (28. Sayı)

-I-

Fotoğrafın teknik bir çoğaltma aracı olarak hayatımıza girmesi biraz zaman aldı.

Biricik kopyalar halinde ortaya çıktığı ilk günlerde, daguerrotip fotoğraflar tam da Osmanlı gazetesinin tanımladığı gibi “bir cilveli ayna”ydı. Eline alıp oynatınca, efsun gibi, büyü gibi, içinde suretler belirip kayboluyordu. Ağırdı. Puslu, derin, tuhaf bir takım katmanların arkasına hapsedilmiş olan suret, daguerrotipin üstüne doğru ışık düşünce olanca cazibesiyle ortaya çıkıyordu.

O ilk fotoğrafların ve fotoğrafın o efsane çağının üstünden çok zaman geçmemişti ki… Fotoğrafın teknik bir çoğaltım aracı olarak hayatımıza girmesiyle birlikte ideolojiler, iktidarlar, akıl kurma ve zihniyet yaratma mekanizmaları, bu muhteşem aracın imkânlarını keşfetmekte gecikmedi. Hemen sonra, W. Benjamin “Fotoğrafın Kısa Tarihi”nin üstüne “Teknik araçlarla yeniden üretim (çoğaltma) çağında sanat” diye lafa girince, işin sırrı da büyüsü de kaybolup gitti.

Sonra zaten, bugünlere geldik; toz toprak içindeki bu günün göz gözü görmez hallerine; etrafında olup bitenleri göremeyenlerin geleceği görmekteki aczine… Hâlbuki biz, fotoğraf aracılığıyla bakmaya çalışıyorduk. Hem fotoğrafçılar olarak, yaşadığımız hayata, topluma, kendimize, bedenimize ve ruhumuza fotoğraf çekerek bakmaya hem de, birilerinin bir yerlerde, bir vakitler çektiği fotoğraflara bakarak, onların hayatı hakkında fikir edinmeye çalışıyorduk.

-II-

Bir vakitler fotoğraf çekmek ve fotoğraf bakmak daha önce yaşanmamış bir deneyimdi; çekenler çoğaldıkça bakanlar da arttı; görüntüler çoğaldıkça etraflarında kendilerine ait, bir başka atmosfer oluşmaya başladı. Yeni bir âlem kuruluyordu. Çekenler, bakanlar ve hem çekip hem de bakanlar iç içe geçip el ele tutuşarak bu yeni âleme adım attılar. Önce herkes için yabancı bir ortamdı burası ve içine her gireni, yarattığı yanılsamalar sayesinde “gerçek” olduğuna kolayca ikna edebiliyordu.

Görüntülere inanmak için, görüntüler arasında yaşamak yetmeyeceği için, her kişinin, aynı zamanda, görüntü olması gerekiyordu. Oldu da. Olduk… Artık her birimiz, aynı anda, hem çeken hem bakan hem de görüntünün ta kendisi olandık. Sonra hep birlikte genişlettik, büyüttük, derinleştirdik bu âlemi, boyutuna boyut kattık.

Var olduğumuzu, hem şimdiki zamanda hem de gelecekte kanıtlamanın başlıca aracı olan fotoğraf, benim ben olduğumu ispatlayacak en önemli vesika haline geldi. Benim ben olduğumu “belgelemek” için sihir kudretinde bir tuhaf, küçük akis. Acemlerin dediği gibi, “akis”. Benim ben olduğumu kanıtlayan yansımam. “Ben” değil yani, surete bağlı olan, sureti sayesinde var olabilen bir şey. Gidilmiş, görülmüş, yapılmış, edilmiş ne varsa hepsinin “gerçek” olduğunu kanıtlayan hayal, suret, akis, fotoğraf… Görüntülerin dünyası; varlığımızı sadece onun içinde yaratabildiğimiz kurmaca âlem…

-III-

Şimdiki zamanlarda, anasından doğanlar, iki dünyaya birden geliyor, bir çırpıda iki âlemin birden kapısından geçiyorlar. Bir, olanca hazları ve cefalarıyla toplumsallığın dünyasına giriyorlar; bir de, görüntülerin dünyasına. İşin tuhafı, birinin sınırının nerede bittiği, diğerinin nerede başladığı belli değil artık; aralarındaki fark günden güne silikleşiyor.

Önceden çocukluk fotoğrafları, en fazla bebeklik fotoğrafları olurdu. Ama artık öyle değil. İki âlemli bu hayata gelmeye hazırlananlar daha ana karnındayken görüntüleniyor. Ama asıl, anasından doğarken fotoğraf çektirenlerin sayısı hızla artıyor.

Doğum anında çekilen bu fotoğraflar, görüntüler âlemine kabul ritüeli, bir tür giriş vizesi, vaftiz töreni. Önceden dünyaya gelenler, geleneklerle örülmüş irili ufaklı törenlerle karşılanır, adetler yerine getirilirdi ya artık bunlar yetmiyor; görüntülerin dünyasına da layıkıyla giriş yapmak gerekiyor… Bir akis, suret, görüntü, yansıma gerekiyor.

Lafın kubbesini dikerken “Bu dünya gerçek mi ki, yansımalarından ibaret görüntüler dünyası gerçek olsun” diye soru düşenler çıkabilir ki, onları, algılardan mürekkep bir başka âlemin labirentinde uzun bir yolculuğa uğurlamaktan başka bir şey gelmez elimizden. Biz, girdaplarında boğulup durduğumuz toplumsallığın, hızlandıkça anlamsızlaşan zamanın ve ellerimizin arasından kayıp giden hayatların çaresizliğiyle muzdaribiz; görülenler dünyasını seyrederken, bir taraftan da suretini çıkarmakla meşgulüz. Hepsi bu kadar, böyle bir seyir hali yani.

Özcan YURDALAN


Kontrast Sayı 28, Mart-Nisan 2012

Bizi paylaşın..