İpek DUBEN | Söyleşi (54. Sayı)

Çalışmalarınızda çok etkili bir yöntem ile üstü örtülen egemenlik ilişkilerini ortaya çıkardığınızı görüyoruz. Kullandığınız fotoğraflar, yerleştirmeler ve kişilerin kendilerini anlatmaları kişileri birey olarak ortaya çıkarma, hem bir belge hem bir sübjektif ifade ile anlamanın başka yollarına olanak sağlıyor. Kalıplara sıkışmış, stereotipler oluşturan bir belgesel fotoğraf anlatımı yerine nasıl bir anlatma yöntemi ile yaklaşılmalı?

Tarih boyunca savaş, açlık, etnik temizlik, soykırım ve doğal felaketler nedeniyle evlerini yurtlarını bırakarak bilinmeyen bir yaşama, geleceğe doğru göç etmeye zorlanan milyonlarca insan var. Farewell My Homeland (2004) projesine başladığımda Bosna’da Müslüman nüfusun katledilmesi 1999 yılında tüm şiddetiyle yaşanmıştı. Bosna haberleri ile birlikte 20. Yüzyıl boyunca dünyanın her tarafındaki zorunlu göç olaylarını gazete, dergi, kitap ve internette bulduğum belgelerle Farewell My Homeland projesinde sanata dönüştürdüm. Farewell My Homeland bir sanat kitap ve multimedya yerleştirme olarak sergileniyor. Aynı belgelerle daha küçük boyutlu Nomad (2010), Refugee (2011) gibi sanat kitapları da yaptım. Bu çalışmalarım 1912 Balkan Harbi’nden başlayarak in via incognita (2018) sergisinde gösterildiği gibi 2018 yılına kadar Afganistan, Hindistan, Bulgaristan, Bosna, Rusya, Ermenistan, Arnavutluk, Suriye, Libya, Liberya, Irak, Ruanda, Çin, Almanya gibi ülkelerden kara ve deniz yoluyla göç etmeye zorlanan özellikle Müslüman, Yahudi ve Hrıstiyan grupları kapsadı.

Çalışma konularınıza nasıl hazırlanıyorsunuz? Nelere dikkat ediyorsunuz?

Ben insanların hoşuna gitmeyen, bilmek, görmek ve duymaktan kaçındıkları meseleleri sergilerken izleyiciyi içine çeken mekan ve atmosfer yaratmak istiyorum. Örneğin; Farewell My Homeland yerleştirmesinde izleyici 4 ayrı mekandan geçerek kitabı izlemek durumundaydı. İlk olarak girdiği mekanda parlak floresan ışıklar göz kamaştırıyor, dikenli tellerin sarmaladığı çatma tahta duvarlar sınır muhafızlarının kontrol kulübelerini anımsatıyor. Ürkütücü atmosferden sonra karanlık bir koridora giren izleyici ışığın ve dikenlerin şiddetinden sıyrılarak üçüncü mekan olan gri odaya giriyor. Sınırları dolduran kalabalıkları, sonu gelmeyen umut ve endişe dolu yüzleri içinde barındıran kitabı alçak bir masanın üzerinde, tavandan inen sönük ampulün ışığında ve odanın sessizliği içinde tek başına izliyor. Rahat bir koltuktan her sayfaya dokunarak , teker teker izleyebiliyor. Koltuğunun yanında yerde kitabın çantası duruyor. Bir an için göçmen olan izleyicinin kendine ait tek mülkü olan çanta. Son mekan, karanlık bir koridor. Duvarda boydan boya gece mavisi floresan bir ışık “one billion years” yazıyor.

Bize ‘‘Farewell My Homeland’’ ve “Şerife” çalışmanızdan bahseder misiniz?

Farewell My Homeland sanatçı kitabını yerleştirme düzeni dışında tek başına sergilediğimde yine izleyiciye olayın trajik yükünü hissettirmek durumundayım. Belgeleri ve malzemeyi bu amaç doğrultusunda seçiyorum. Kullandığım görsel belgelerde sadece iki görüntüye odaklanıyorum; kaçmak zorunda bırakılan kalabalıkların sınıra giden yollarda yürüyüşleri, bekleyişleri ile korku, endişe ve umut dolu portreler. Seçtiğim malzemeler de bu niyetle seçildi. Şiddet ve acıyı gösteren belgeleri hiç müdahale etmeden saydam, hassas suni ipek bezler üzerinde el baskısı yöntemiyle gerçekleştirdim. Bu şekilde sert gerçeklerle kırılgan ruhları zıtlıklar yaratarak vurgulamak istedim. İnce saydam bezlerin kenarlarından boşalan iplikler anıların akışı gibi sarkmaya bırakıldı. Görüntüler saydam sayfalarda üst üste yığıldıkça göç yolunun tahammül edilmez boğuculuğunu ve kaybolan yüzleri hissettirebildi. Kitabın dikenli telden kapağı, içinde barındırdığı acıtan hikayelere gönderme yapıyordu.

ŞERİFE 1980-81
Şerife 1960’larda başlayan köyden kente göç hareketinin içinde köyünden İstanbul’a gelen bir kadın. Kocasından ayrı, tek çocuğu oğlunu kentte okutmak isteyen Şerife 1980’ler boyunca kız kardeşimin evinde çocuğuna bakan ve ev hizmetinde bulunan tipik bir kadın olarak ilgimi çekmişti. Poz vermekten çekinen Şerife, onun sessiz ve adsız halini gösteren elbiseler dizisinde ikonlaştı.

Sizin işlerinizde ve günümüz sanatında adalet, hak arama, itiraz, anlama, anlatma, azınlık hakları, eşitsizlik, önyargılar gibi dünyamızın temel meselelerini görüyoruz.
Sanatın bunları konu etmesine ne dersiniz?

Türkiye’de etnik, dinsel, cinsel alanlarda ötekileştirilenler üzerine, Onlar/They (13 ekranlı video enstalasyon 2015); Türkiye ve ABD’de aile içi şiddet ve namus cinayetleri üzerine, LoveBook – LoveGame (sanat kitap ve rulet oyunlu ikiz enstalasyon 2001) gibi başka projelerimde de, vurgulamak istediğim mesajı ve yaşatmak istediğim duyguyu iletebilmek için aynı yöntemle çalıştım. Belgesel fotoğrafa müdahale etmeden onu sanata dönüştürürken malzemenin nitelikleri, ses, ışık ve mekan düzeni benim için çok önemli oldu. Ben sanatın insana duygudan, ruhtan, akıldan dokunan bir şey olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla insanları hissettirme ve özdeşleştirme yoluyla etkileyebileceğimize inanıyorum. Bunu da en iyi sanat yapar diyorum.

Haksızlığa, şiddete, ayrımcılığa uğrayanları göstermek fotoğraflamak her zaman temsile dair de etik bir kriz içerir. Doğru bir anlatım için nelere dikkat etmek gerekir? Ahlaki bir sorumluluk içerir mi?

Dikkate alınması gereken bir nokta da bu işin etik yanı. Olayları ve kişileri içeren fotoğraf, metin, film ve video alıntıları gibi belgeleri sanat malzemesi olarak kullandığımızda tabii ki belgeyi dönüştürüyoruz, kişisel yorum yüklüyoruz. Her koşulda belgenin haysiyetini göz önünde tutmak, korumak zorundayız. Örneğin, kişisel hayatların anlatıldığı Onlar/They galeri, müze ve eğitim kurumları dışında, kazanç amaçlı programlarda, TV’de ve sinemalarda gösterilemez.

Çalışmalarınızı daha çok nasıl paylaşmayı tercih ediyorsunuz? Sergileme, fotokitaplar, sosyal medya, birlikte büyük organizasyonlar ya da tek başınıza mı?

Şimdiye kadar işlerimi galeri, müze ve fuarlarda sergiledim. Sanata sansür uygulamayan toplumlarda kamusal alanda eleştirel işler yapılıyor. Bu hareketin canlandığı dönemler oluyor. İçinde yaşadığımız zaman böyle bir süreç. Türkiye’de biraz zor.

Sanatı ve görüşleri nedeni ile de göç etmek zorunda kalan sanatçıların sayısı çok. İlk aklınıza gelenler?

Sansür mağduru sanatçılar çok var, hatta ülkesinden ayrılmak zorunda kalan sanatçılar… Şu anda en çok tanınan Ai Weiwei gibi.

İpek Duben’in Kontrast Dergi 54. sayıda yayımlanan portfolyosuna buradan ulaşabilirsiniz.

Bizi paylaşın..