Gültekin ÇİZGEN | Popülerlik Virüsü Üzerine (19. Sayı)

İlker Maga’nın ”İMece” başlığı altında yazdığı doyurucu ve ilginç yazıları keyifle okuyorum. ”Kontrast”ın Mart-Nisan 2010 sayısındaki ”Fotoğrafa Dair Bir Tartışmanın Güncelliği ve Teorik Durum” başlıklı yazısını da aynı keyifle okudum. Üzerine düşüncelerim oluştu. Yoğunluğumdan dolayı yazıya ancak elim değdi. Yine de fotoğrafımıza ”düşün” bağlamında bir katkısı olur diye göndermekten kendimi alıkoyamadım.

İlker Maga’nın Değinmeleri

Yazıyı hatırlayalım: İlker Maga, sokağa atılmış bir banyo küveti örneğinden hareketle, onun nasıl bir sanat objesi hâline gelebildiğinin yol haritasından bahsedip ”sanatçı” kavramını yamultan büyük basını eleştiriyor. Medyanın yalnız Türkiye’de değil, dünyada da nasıl bir yanıltıcı rol aldığına değinip, sanat ve sanatçının doğru tanımlanması gerekliliğine dikkat çekiyor. Ve pek çok kalitesiz ürünün aldığı pozisyondan dertlenip, sanatın doğru yapılanmasını diliyor. Donanımlı bir tarzda ele alınmış yazıya hiçbir itirazım yok. Her kelimesine katılıyorum. Ancak bu düşünce “gel-git’inin dışında, olaya farklı da bakılabileceğini düşündüm.

Büyük Medya

Evet, bugün tüm dünyada ve bizdeki sanat ortamında, medya kaynaklı bir akıl tutulması yaşıyoruz. Bu ortamın aktörlerinin baş sorunu, medyayla olan ilişkileri. Eğer bir etkinlik -sergi, yayın, gösteri, vs. türlerde olabilir- medyada geniş yer alıyorsa, bu önemli ve değerlidir; almıyorsa her şey nafile, yani geçersiz… Sonuçta yandı emekler, yandı paralar… Devran hanidir böyle kuruldu ve böyle işliyor. İlker Maga’nın da değindiği gibi dünyamızın iletişim çağındaki hâli böyle. Medya mekanizması nasıl işliyor? Önce onu düşünelim. Yazılı veya görsel medya alanı çeşitli yapılanmalar içinde. Televizyon kanalları, gazeteler, dergiler var. Bunların sanat sayfalarında haber, bilgi veya yorum olarak yer almak ve bunun üzerinde de gündemi etkilemek yolu var (Orhan Pamuk ve Fazıl Say örneklerini düşünelim). Bu ilişki, medyada yer alan yönetici kadrolar, sayfa sekreterleri ve muhabirlerle ilgili işliyor. Bugün herkes biliyor ki ülkemizde derinlemesine bir işsizlik var. Basın yayın okullarından çıkma kadrolar bu işsizlik alanının baş aktörleri. İstatistiklere göre en büyük işsizlik oranı bu sektörde. Dolayısıyla medyada yerleşik isimler dışındaki çoğunluk son derece deneyimsiz, ucuz işçi konumunda kişiler. Bunlar ne biliyorsa ve onlara ne söylenirse, onu yapıyorlar.

Bu, işin medya yönü. Peki, etkinliklerin sahipleri olan sanat erbabı devreye nasıl giriyor? Yaygın olarak kendileri tarafından hazırlanan yalan yanlış basın bültenleri veya röportaj ayarlanması kanallarıyla. Bunların ne kadarı ciddi bir analizden geçiriliyor? Bunu da tam bilemiyoruz ama sonuçtan hiç kimse mutlu değil.

Sonunda bunları izleyenler nasıl yararlanıyor ve sanat olaylarının ne kadar takipçisi olabiliyorlar? Bu soruların açılımı ayrı bir uzun yazının konusu olacağından, oralara şimdilik girmek istemiyorum. Ama bize bu konunun sonuç ve asal değeri olarak anlayabileceğimiz bir olgudan bahsedeyim: Dünyada 170 yaşını aşmış fotoğraf olayının sanat bağlamına nüfusu yetmiş milyonu aşmış ülkemizde ilgi gösteren profesyonel fotoğraf koleksiyoncusu, tek bir kişi. Adı da Nejat Türkmen. Fotoğraf sanatına verdiğimiz değer bu kadar.

Önce Medyatiklik mi, Yoksa Asal Değerler mi?

Elbette ilk yaslanacağımız gerçek, ”sanatın sanatçılar tarafından yapılmasıdır.” Bu yüzden fotoğrafta işler karışıyor. Çünkü fotoğraf yalnız bir sanat ürünü değil, aynı zamanda bir mesleğin de ürünü. Fotoğraf görsel çağın emrinde, her yerde. Hepimiz biliyoruz ki sanatı sanatçılar yaparken, bunu ürünle gerçekleştirir. Ürünün sanatlı bir şey olması, bunun arz talep zincirinde yerini alması üzerine bilgi, yayın eklenmesi gibi oluşumlar her ülkede farklı bir süreç gerektiriyor. Ancak bu trafiği yönlendiren taraf, hiç kuşkusuz öncelikle sanatçının kendisidir. Öncelikle medyatik biri mi, yoksa sanatın asal değerlerine bağlı biri mi olacağı seçimi, kişinin kendi sorumluluğuna yaslanır. Kanımca, iş asıl burada çatallaşıyor. Önümüze konan hazırlop modeller, her şeyi batı üzerinden düşünme kolaycılığı ve durumu, sanatçıyı da onu izleyenleri de çığırından çıkarıyor. Öyle ya, bu çağda herkes on beş dakikalığına çok ünlü olacak! Andy Warhol’un sözü herkesin kulağında küpe.

Süreç

51 yıllık kariyerim içinde, fotoğrafın ülkemizdeki temel yapısındaki değişimlere ve gelişimlere yakınen şahit oldum, pek çoğuna da katıldım. Bu süreç içinde devamlı ürettim ve paylaştım. Yarım yüzyıl önce fotoğrafın kuramsal yapısına dair ülkemizde neredeyse bir A4’ü dolduracak bilgi yoktu. Ortada gezinen yazılı doküman, D-76 gibi banyo formüllerinden ibaretti. Yavaş yavaş dergiler, kitaplar, albümler yayımlanır oldu. Bugün benim kitaplığımda bunlar büyük bir alanı kaplıyor. Ne güzel! Fotoğraf derneklerimizin sayısı 40’ı aştı. ABD’de üniversitelerin sayısı 4000 adet civarında iken ülkemizde 140’ı aşmasına seviniyoruz. Bunların 60 kadarında güzel sanatlar fakültesi var ve eğer rakam değişmediyse, 16’sında fotoğraf eğitim yapılıyor ve bunlar her yıl yüzü aşkın mezun veriyor. Bunların ne kadarı istihdam edilebiliyor, onu da bilemiyoruz. Yani sonuçta nafile kadrolar, nafile işler. Fotoğrafa dönük galeriler, merkezler büyük kentlerimizde açılmakta. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti yapılanması içinde ”Fotoğraf Geçidi 2010” programını yürüttüğüm için biliyorum, her an yüz binlerin bulunduğu Beyoğlu’nun göbeğinde sergilerin izleyici sayısı ayda 10.000’e ulaşmıyor. Eğer büyük bir etkinliği izliyorsanız, sanki fotoğrafla ilgilenmeyen kimse kalmamış gibi, herkesin boynunda gelişmiş bir kamera asılı; hele gençlerde. Ama tüm bunlar İlker Maga’nın değindiği büyük “medya yamukluğu”nu çözmüyor. “Neden?” diye düşündüğüm zaman, ben “süreç” ile birlikte felsefi “yerlilik” anahtarından hareket ediyorum. Eğer fotoğraf yapılanması içinde doğru felsefe yok ise, olaylar sadece görüntüden ibaret kalıyor. Ortaya çok görüntü çıkıyor ama fotoğraf nerede, fotoğrafça nerede?

Fotoğrafı elbette diğer plastik sanatlarımızın yaslandıkları sanat tarihinden soyutlayamayız. İşte buraya bir mim koyarak sözü sürdürürsek, ülkemizin temelde sanat özürlü bir ülke olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz.. Dünyadaki her türlü siyasal, ekonomik, teknolojik gelişmeye talip ülkemizin bugüne kadar tüm sanat alanlarında, yani edebiyat, müzik ve plastik sanat alanlarındaki tarihsel birikimi, kabaca 10.000 kişiden ibarettir. Şeker Ahmet Paşa’dan bugüne resim, Hamamizade Dede Efendi’den bugüne kadar müzik, Ahmet Mithat’tan bugüne kadar edebiyat alanındaki kişileri sanat tarihinden ansiklopedik olarak sayıp toplarsanız yaklaşık bu rakama ulaşırsınız. Herkesin anlı şanlı tarih diye bahsettiği süreçte ülkemizde sanatın oturduğu yer burasıdır.

Biliyoruz ki sanat, hayatın olmazsa olmaz bir parçasıdır. En azından hayat diye bildiğimiz içinde kaynadığımız büyük yaşam kazanının, asal bir ayağıdır sanat. Buradan baktığımız zaman Türkiye’de kim ”Merhaba Sanat, Merhaba Kültür” diyor, ölçüler işte ortada. Bu “vah vah”lığın temel nedenini elbette eğitime, ekonomik olanaklar gibi pek çok unsura yaslayanlar olabilir. Kuşkusuz bunların da önemi olabilir ama bence asıl neden felsefedir. Biz Türkler, işin özü ve sözünü çok fazla düşünmeden, Tanzimat’tan bu yana önümüze Batı’yı koyduk. “Muassır” medeniyet ölçüsü o adres. Evet, Batı etrafı kasıp kavururken farklı düşünmek de pek mümkün değildi. Onun için Sultan Abdülmecid, Şeker Ahmet Paşa’yı ”Git Batı resmini öğren” deyip, Paris’e gönderdi. Şeker Ahmet Paşa dönüşte elinde bir persperktif kitabıyla gelmiş. Aradan geçen yüzyıldan sonra bu işlerin sokma akılla olmadığının farkında olanlar çoğaldı. Her şey Batılı olmadan, o süreçleri yaşamadan Batılı gibi düşünmekle çözülmüyor. Çünkü köken – kökler farklı. Fakat biz sanat alanında hâlâ Batıyı takip ve taklitte ısrarlıyız.

Sonuç ve Sözün Özü

Kelimeleri fazla bunaltmayalım, öze gelelim. Sanatsal fotoğraf söylemi üzerinden düşünelim. Evet, bugün fotoğrafımızda derinden ilgilenen, ürün veren, bunları sergileyen, albümleştiren, yayımlayan, müzelere sokan düzinelerce seviyeli kadro var. Aman ne güzel! Ama küçük bir soru: “Bu arkadaşların yapıp etmeleri, ürünlerinin bizim dışımızdaki Batı üzerinden örneklenmesi dışında üslup, tarz yönünden özgünlükleri karşılaştırıldığı zaman duruşları nedir?” Acaba kaç kişi Cartier-Bresson, kaç kişi Koudelka, kaç kişi şu bu? Peki bizim şarkımızı söyleyen, ”İşte bizim dünyadaki duruşumuz budur” diyenler kaç kişi? Elbette bu macera kolay değil ama kaç yıldır sürüyor? Ulaştığımız sonuçlar ortada. Gerçek bir sanatçı, gerçek özgünlükteki kişidir. Öz ve biçim açısından karşılaştırmalı hesaplaşmaya girmeden, nasıl ve ne kadar bir mesafe alınabileceğini düşünenler, buraya baksın. Evet, evrensellik Avrupa’ydı. Aydınlanma ideali herkesi sarsmıştır. Ama bu iletişim çağında sapla saman çoktan karıştı. Bugün “özgünlük” düşünmeliyiz. O ortaya çıkmadıkça da tam anlamıyla bir sanat eylemi ve söylemi de ortaya çıkamıyor. O zaman da güçlü bir arz talep oluşmuyor. Her şey medyanın cehaletine kalıyor.

Herkesin para ve güç peşinde olduğu bu şizofrenik dünya yapısından bireyi koruyan, sadece sanat ve bilim kaldı. Bilim artık ekip ve çok para işi. Edison öleli çok oluyor. Sanat ise hâlâ bireysel bir oluşum. O zaman bu iş bireysel uğraş, bireysel çile ve bireysel tatminse medyaya ne ihtiyacımız var? Sanatçı güzelliği yaratan değil, keşfedendir. Eskinin içinden yeniyi bulan ve bunu kitlelere aşılayandır. “Yerlilik” üstünde çok durmalıyız, çok düşünmeliyiz. Ben özgün fotoğrafların kendi yolunu açacağına inanıyorum. Kitleler ancak “yerlilik” temelinde sanatla barışacaktır.

İyi fotoğraflar efendim.

Gültekin ÇİZGEN

Kontrast Sayı 19, Eylül-Ekim 2010

Bizi paylaşın..