David BATE | Söyleşi – Derin Bakış (54. Sayı)

Eğitimci, sanat teorisyeni, sanatçı ve yazarsınız. Bu rollerinizin hangisi sizin için daha önemli?

1980’li yılların başında Polytechnic of Central London’dan Film ve Fotoğraf Sanatları bölümünden mezun olduğumda, bir sanatçı olmaya kararlıydım. Ancak, çalışmalarınızı destekleyebilmek için başka bir maddi destek olmadan bunu yapmak müthiş zordu. Dolayısıyla para kazanmanın yollarından biri de ders vermekti ve bana da örneğin ticari fotoğrafçılık alanında çalışmaktansa (ki bu alanda daha önceden tecrübem olmuştu), eğitimcilik yoluna girmek daha uygun geldi.

Yaşama zorluğu veya bir sanatçı olarak işe başlama ile ilgili başka zorluklar da vardı; ilki, İngiltere’de o zamanlar fotoğrafçılık için bir pazar bulunmamasıydı, ikincisi Thatcher düşüncesinin hâkim olduğu bir zaman olduğundan eleştirel bazı çalışmaların yapılması imkânsızdı ve üçüncü olarak müsait iş pozisyonları kısıtlıydı, gerçi ben yine de iş bulabilmiştim.

Londra’nın, o zamanlar fakir bir bölgesi olan Doğu ucunda, gençler için bir fotoğraf ve video atölyesinde yönetici olarak işe başladım ve burada genellikle zorlu bir geçmişi olan ve göçmen ailelerin çocukları oldukları için ayrımcılığa uğramış bu çocukların, her gün gördükleri görüntüler ve medya için belli bir anlayış geliştirmelerinin ne kadar önemli olduğunu anladım. Hem kültürün sosyal ve politik boyutlarını, hem de bu bireylerin kültürel uygulamalara katılmalarının fotoğraf aracılığı ile olabileceğini görebiliyordum. Bu tip konularda yazabildiğimden benden bunu yapmam istendi ve böylece hayatım bir çeşit karmaşık bir diyaloğa ve pek çok çeşitli konu arasında ilişki kurmaya dönüştü: uygulama olarak sanat, sanat tarihi ve eleştirel kuram ile popüler kültürün dinamikleri arasında. Bu farklı alanlar arasında iyi bir denge kurulabileceğini söylemek isterim ama bunu yapmak çok da kolay değildir. Temel çalışması ister sanatla uğraşmak olsun (bu belgesel esaslı bir fotoğraf projesi olabilir), ister yazmak veya eğitim vermek vb. olsun, teori ve pratik (Marks’ın deyişiyle praksis [1]) arasındaki ilişkinin herkes için en önemli dinamik olduğuna kesin olarak inanıyorum.

Yine de, elbette, bu sınırları aşmak (teori / pratik / öğretme) genellikle oldukça problemlidir: bazı insanlar beni yazan bir sanatçı, bazıları da sanatçı olmak isteyen bir yazar olarak düşünür. İnsanların oluşturduğu bu sınıflama, kurumların insanlara dayattığı sosyal sınırları yansıtıyor: ya bir şey veya diğeri olmalısınız. Örneğin sanatta ya eleştirmen yahut sanatçı, öğretmen yahut teorisyen vb. Ben hem sanatçı hem de yazar olan az sayıdaki insanın oluşturduğu gruba dâhilim. Belki de bu sınırların doğruluğu giderek azalıyordur, sosyal ve kültürel “esnek” bir ekonomiye [2] doğru ilerlerken, herkesin “yapabileceğini” yaptığı, pek de kesin olmayan karşı çıkışlara dönüşüyordur.

Sizi kavramsal fotoğraflarınız ve kitaplarınızla tanıyoruz. Bazı organizasyonların “kavram olarak göç”, “görüntü olarak göçmenler”, “kimlik olarak göçmen” başlıklı çalışmalarında yer aldınız. Bu çalışmalar hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

Uzun zamandır ‘diğeri’ sorunu ile ilgileniyorum. Bunun nedeni belki de işçi sınıfı kökenli olduğum için okumak üzere, hatta yüksek öğrenim yapmak için katıldığım ‘elit’ dünyada (ki tüm aile geçmişimde bu dünyaya giren ilk kişiyim) kendimi hep ‘dışarıda’ hissetmişimdir. Nedeni ne olursa olsun, kendimi bu konu ve meseleye, ayrıca (İngiliz) sömürgecilik tarihine ve bu tarihçeye ait çok açık edilmemiş konulara; kültürel çalışmalarda bahsedildiği şekilde ‘kültürel farklılıklar’ yahut günümüz medyasında adlandırıldığı şekliyle ‘çeşitlilik’ politikası ile ilgili konulara kendimi hep yakın hissettim. 1990’lı yıllarda İngiltere’de yükselen yabancı düşmanlığı üzerine pek çok fotografik proje yaptım ve ayrı sırada sömürgecilik sonrası bir bakış açısı ile sömürge fotoğrafçılığı üzerine yazılar yazdım. Bu nedenle, sanatçı ve fotoğrafçıların (bazı küratörler tarafından da desteklenen) yabancı düşmanlığının ve düpedüz ırkçılığın geri dönüşüne karşı çıktıkları son tepkilerine bir şekilde dâhil olmam doğaldır.

Gerçi günümüzün sorunları, İngiltere’nin tek pazar para birimine katılmak üzere olduğu 1990’lı yıllardaki söyleminden çok farklı. Günümüzde İngiltere’de ‘göçmen’ olarak görülen, genellikle ‘mülteci’ ile de kaynaştırılan diğeri imajı artık yalnızca ana akım medyada (TV, gazete, sinemada) değil aynı zamanda sosyal medya ve çeşitli farklı platformlarda da temsil edilmekte.

Dolayısıyla, artık bir kamera mikrofonu vb. ile yaklaşmak bu kadar kolaylaşmışken, göçmenlerin kendi sesini duyurmayı amaçlayan pek çok projede ben de yer aldım. Bunlar küçük sergilerdi, bazen web üzerinden de yayınlandılar. Benim katkım, kendim coğrafi anlamda bir göçmen olmadığım için, göçmenliğin nasıl bir duygu olduğunu düşünmek yahut o pozisyondan konuşmak ile oldu. Bunun en belirgin örneği İngiltere’nin güney kıyısındaki “Vardım mı?” sorusu ile birlikte verilen sınır görüntüsüdür. Kanımca, medyada görüntülerini sürekli izlediğimiz için göçmenlerin neye benzediklerini biliyoruz ama onların açısından ne görüldüğünü bilmiyoruz.

Bu yüzden göçmenler ile yapılan konuşmalar üzerine kurulan Göçmenler başlıklı serim, olayları onların bakış açısından gösteren görüntüler kurmayı amaçlıyor. Göçmen seyahatinin temel özelliklerinden biri belirsizliktir, nereye ve ne zaman varacağını bilmemektir. Hedefim sadece göçmenliğin bu yanını yansıtmaktı, öyle ki, izleyici geçici bir süre için de olsa kendini onunla özdeşleşmiş bulabilsin. Bu mütevazı bir projedir fakat hepimizin yaşamı günümüzdeki teknolojik ve sosyal değişim dallanıp budaklandıkça daha da belirsiz bir hale geldiğinden başımıza gelebilecekleri göz ardı ettiğimize inanıyorum.

Kasım 2018 tarihinde ülkemizde düzenlenen “Göçmenlerin Fotografik Gerçekliği” konulu bir panel ve atölye çalışmasında yer aldınız. Dergimiz için bu etkinliği değerlendirebilir misiniz?

Atölye çalışması benim için müthiş bir deneyimdi. Böylelikle yalnızca AFSAD’lı fotoğrafçıların tutku ve kendini adayışlarını tanımakla kalmadım, fotoğrafla uğraşan pek çok kişinin göç, mültecilik, yurttaşlık konuları, cemaat olma ve insani değerler üzerine ürettiği etkileyici ve ilham verici projeleri görme fırsatı buldum. O gün boyunca yaşanan etkileşimlerin yararlı olduğunu, fotoğraf konusunda orda tartışılan projelerin ötesine geçerek devam edecek yeni sorular fikirler yarattığını umut ediyorum.

Göç, güncel ve hassas bir konu. Ana akım medyada yer almayan bazı ciddi konuların sanat aracılığıyla ifade edilmesini anlamlı buluyor musunuz?

İnanıyorum ki, sanatın yapabileceklerinden biri baskın medya ve kültürün yansıtamadıklarını göstermektir. Sanat, gerçekten de politik olarak etkili bir alan değil (havanda su dövmek gibi), yine de kültür ve siyaset yönüne yansıyacak bir alan sunduğunu görebiliyorum. Bununla birlikte, aynı zamanda – ve benim görüşüme göre – temsil ‘usullerinin’ kendini çarpıttığı, meydan okuduğu ve hatta şiirsel olarak ilginç kıldığı bir yer. Başka bir deyişle, sanatın ana akım medyaya muhalif bir projeye indirgenmesi inanılmaz derecede indirgeyici olacaktır. Bu hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek başka ve daha etkili olan alanlar var. Sanat, kelimenin tam anlamıyla siyaset değildir, siyaseti içerebilir, ama sanatın amacı basitçe bir şeyi çürütmek değil, ‘önermeci’ olmalı, (burada analitik felsefeden bir terim ödünç alıyorum), yani bağımsız biçimde bir ‘önerme’si olmalı.

Günümüz sanatında adalet, talep, itiraz, anlayış, açıklama, azınlık hakları, eşitsizlik, önyargı gibi konular yer alıyor. Bunların sanat içinde yer almalarının çok kayda değer bir anlamı var: itiraz hakkı! Bu konuda neler söylersiniz?

Evet, söylemek istediğinizi anlıyorum fakat bu itirazların ifade edilmesi ve hoş görülmesi belli bir toplum ve rejime bağlı olarak değişiyor. Örneğin, eğer hedef belli bir kanunda politik bir değişiklik elde etmeyi hedefliyorsa sanat herhangi bir anayasal politika değiştirmekten ziyade değişiklik için duygusal bir durum yaratmakta daha etkin olabilir. İngiltere 1980 ve 90’larda genç siyahî İngiliz sanatçı ve fotoğrafçılarının bağımsız sanat galerilerinde kendilerini, topluluklarını ve sorunlarını temsil haklarınıgiderek artan şekilde ifade ettiklerini gördük. Bu galeriler hükümetçe ‘mesafeli bir biçimde’ finanse edilmekte olan sanat konseyince destekleniyordu. Bu durum, sonrasında sosyal bir dönüşümün parçası olacak bir dizi çatışma ve soruna yol açtı. Aynı etkiyi sanatta feminist girişimler içinde de görüyoruz. Gerçi feministler şu iki soru arasındaki farka hızlıca dikkat çekti: sanatta feminist girişimde bulunmak ne demektir ve kadın sanatçı olmak ne demektir? İkinci soru için cevap olarak düşünülen rahatlatıcı varsayım ilkine karşı çıkmakta.

Umutsuzluk, zor durumlar ve şiddet fotoğrafları kolayca klişe yaratıyor. İnsanların bu fotoğraflara bakıp duruma yabancılaşarak alışkanlık kazanmalarındansa etkilenmesi, harekete geçip çözüm araması nasıl sağlanabilir? Gerekli tepkinin verilmesi nasıl mümkün olur?

Bu karmaşık bir konu, kültürel biçimlerin estetiği konusunda eski Yunan trajedilerindeki katarsis geleneğinden popüler Hollywood sinemasındaki gündelik ‘kötülüğün banalliği’ (Hannah Ardent’in faşizmin bir öğesi olarak tanımladığı bir terim) konusuna kadar uzanan derin bir sorun. Sanatta bir taktik olarak yer alan ‘şok’ fikrinin, her ne kadar ilk defa yirminci yüzyılın başlarında karşılaşsak da daha önce bulunmuş olabilecek avangart uygulamalara uzanan bir tarihçesi bulunuyor (aslında ‘avant-garde’ [3] terimi de askeri uygulamalardan ödünç alınmış bir terim). Günümüzde bu fikir artık zamanını doldurdu. Her çeşit görüntü ile bombardıman edildiğimiz (yine askeri bir terim) günümüzde, sorunuzun da önerdiği gibi, bazı görüntü türlerine tolerans eşiğinin değişerek ‘estetik bir etki’ye indirgenmiş ve görüntünün harekete geçme veya düşünceli davranma konusundaki etkisi azalmış gibi gözüküyor. Artık duygusal değerlerin kritik değere zemin hazırlamadığını, sunulan şiddetin belli hareket biçimlerine yol açmadığını bilecek yeterli anlayışa sahibiz. Dolayısıyla belirli görüntü türlerinin belirli bir öngörülebilir tepkiye yol açmasının garantisi artık yok – daha önce olmuş muydu bilmiyorum. Her zaman olduğu gibi bu, belirli şartlar altında belirli bir çerçevedeki görüntüler meselesi.

Göçmen fotoğrafları bizden ne ister; şiddet, suç veya felaket fotoğrafları gibi?

Burada göçmenler tarafından çekilmiş fotoğraflar ile göçmenlerin fotoğrafları arasında çok büyük fark olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir göçmen etrafındaki felaketi şiddet, kargaşa ve zulüm olarak fotoğrafladığında, izleyicideki duygusal etki olarak nitelediğim estetik etki, izleyicinin düşünmesine, en azından kendi başına düşünmesine yardımcı olmaz. Bir izleyicinin böyle bir görüntüyle ne yapması gerektiği açık değildir, bu yüzden fotoğrafların gösterdiği söylem değil, görüntünün veriliş biçimi, başlığı, tanımı ve içeriği önemlidir. Burada bile, görüntünün şiddeti (veya görüntüdeki şiddet) görüntüde verilen belirli içerik ile bizi duygusal olarak etkilemeyebilir. Bir önceki cevapta söylediğim gibi bu çeşit ‘şok etkisi’nin artık geçerli bir düşünsel değeri yoktur fakat totaliter rejimlerde hala politik etki üzerinde değeri olduğu için tamamen duygusal bir tepki yaratır.

Şiddetin fotoğraflanması her zaman temsil konusunda da etik bir krizi de içerir. Doğru bir ifade için neye dikkat etmek gerekir?

Şiddetin tanımı çok göreceli olduğu için ben şiddet fotoğraflarının yasaklanması gerektiği fikrine katılmıyorum. Bunun için nasıl bir kural koyabiliriz? Birisi için şiddet olan diğeri için zevk olabilir! Elbette, işkence şekilleri gibi bazı temsil parametrelerinin düzenleme altına alınması gerekir, legal veya illegal yapılabilir ama bunlar hukuki konularla örtüşebilir – bazen de örtüşmez. Etik meselesi toplumdaki tüm görüntü ve davranışlar için geçerlidir. Etik veya etik olmayan bir imgenin bulunması fikri sanatsal ve kültürel eleştiri alanında büyük ilgi çekmiştir fakat kültürel hareket ile kültürel aktivizmin gerektirdiği ince ayrımla uğraşmaktansa doğru ve yanlış olarak sunulan ikili seçenekten birini tercih etmek daha basit oluyor. Yirminci yüzyılda yapılan mücadeleler sonucu büyük bir maliyetle öğrendiğimiz bir ders var, o da görüntü ve sözcükleri ‘doğru olmadığı’ tartışmasıyla yasaklar veya sansürlersek yeraltına inerler.

Bazı durumları gösteren kimi fotoğraflar, fotoğrafçının sorumluluğunu arttırır mı, temsil becerileri, bir durumu daha insancıl hale getirmek, sivil toplumdaki işlevi, daha fazla demokrasi peşinde doğru bir araç olması açısından?

Eğer bu soruyu fotoğrafçının fotoğraflarında gösterdiklerinden sorumlu olması ile ilgili olarak kabul edersem, bunun iki aşaması var. İlki, çalışırken benim görüşüm her zaman ‘önce çek, sonra üzerinde çalış’ olmuştur. Çektiğiniz bir fotoğrafı her zaman silebilirsiniz ama çekmediğiniz bir fotoğrafı üretemezsiniz – yani en azından kolaylıkla üretemezsiniz, eğer Jeff Wall gibi bir uygulama geliştirmediyseniz. İkincisi çalışmanızı nerede, nasıl, ne zaman ve niçin dolaşıma soktuğunuzla ilgili bir sorumluluğunuz vardır. Vietnam savaşında (bugüne kadar en çok fotoğraflanan savaştır) fotoğrafçılar çektikleri fotoğrafları kendileri herhangi bir düzenleyici kontrol yapmadan dünya çapında çeşitli mecralarda kullanılmak ve yayımlanmak üzere memlekete yollamışlardır. Philip Jones Griffiths gibi başka bazı fotoğrafçılar ise görüntülerin nasıl kullanılacağı, hangi başlıkla ve nerelerde yayınlanacağı konusunda kontrol sahibi olmakta ısrarcı olmuştur. Görüntülerinin belli bir kapsam içinde ve kendi istediği şekilde sunulması için kendi kitabını yayınlamıştır. Etik olarak sorumlu olmakla politik olarak sorumlu olmak birbirinden farklı durumlardır fakat kesinlikle örtüşürler. Her ne kadar bizim durumumuz aynı olmasa da, bu tarihsel örneklerden ne yapmak (ve yapmamak) gerektiği konusunda pek çok şey öğrenebiliriz.

Fazla temsil ve aşırı sansür aynı kapıya mı çıkar?

Hayır, bunları aynı durum olarak görmüyorum. Sansür hakkında başarısızlıklarından başka bir yönünü bilmiyoruz (sansür mantığının paradoksu) buna karşın ‘aşırı’ temsil konusunu, ne anlama geldiğini en azından tartışabiliriz.

Belgesel fotoğrafın ifade şekli stereotip fotoğraflar yerine nasıl olmalı?

Gerçekten, kalıplaşmış fotoğraf konusu, sürekli aynı eski tür fotoğrafları tekrar tekrar üretmemeleri açısından tüm fotoğrafçıların bilincinde olmaları gereken bir konu. Buna karşın, ‘stereotip’ prensip olarak mutlaka kötü olmak zorunda değil, hepimiz sosyal gruplar (politikacılar, sanatçılar, öğrenciler, anneler vb.) hakkında düşünürken bunu bir kısa yol olarak kullanırız, fakat bazıları belirli şekillerde gösterildiği zaman alınıyor. Örneğin, mülteci olmak çok istikrarsız bir durumdur, dolayısıyla kaygı ve belirsizlik mültecilerin stereotipleşmiş temsillerinde çok tipiktir ve bunu göçmenlere kadar da genişletebiliriz. Fakat bu fikir yahut kalıp bir nefret söylemi ile ilişkilendirilirse, kişi bir tehdit yahut aşağılık biri olarak nesneleştirilmiş olur, o zaman da haklı olarak bu kalıbın ırkçı veya önyargı dolu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat genellikle stereotip görüntünün kendisi değildir problem olan, belli bir söylem ile ona eklenen göstergebilimsel değerler ve bu görüntünün bu değerler içinde ne şekilde sunulduğudur. Örneğin; İngiltere’nin popüler medyasına (ve şimdi Trump medyasına) göre ‘göç krizinin’ göçmenleri neredeyse her zaman bir ‘kalabalık’, gerçek bir yağmacı grubu olarak sunarken, STK’lar ve daha olumlu eğilimli kuruluşların göçmenleri tekil olarak gösterdiğini, yardıma ihtiyacı olan bireyler veya küçük aile birimleri olarak tanımlaması vurucu bir farklılıktır. Bu, aynı grup için kullanılan iki farklı klişe arasındaki bir savaştır.

Zor durumda olan kişilerin ve durumlarının estetik bir bakışla fotoğraflanması hakkında ne dersiniz?

Sorunuz bana “Politika temsili ile temsil siyaseti” arasında ayrım yapan eski fotoğrafçılık teori ilkesini hatırlattı. Temsil siyaseti estetik konusunu ilgilendiren kritik zevk sorunları ve bir şeyin nasıl politik bir gerçeğin basit temsilinden daha önemli – bazen daha da önemli- olarak sunulduğu ile ilgilenir. Walter Benjamin (ve Bertolt Brecht) 1930’larda bu konuyu yazılarında açıkça ifade etti ve bu argümanlar günümüzde de halen geçerliliğini koruyor. Benjamin ‘Üretici olarak Yazar’ başlıklı metninde yalnızca sanatçının politik görüşlerinin önemli olmadığını, çatışmanın gerçek alanı olan temsiller içinde nasıl bir politikanın yer alacağını yazmıştır. Aracın konvensiyonlarının (yani geleneksel temsil geleneklerinin) yazarın üretimini kontrol etmesine izin vermektense temsil aracının kontrolünü ele almak gerektiğini.

Fotoğraflarınızı hangi şekilde paylaşmayı tercih ediyorsunuz? Sergiler, fotokitaplar, sosyal medya aracılığla mı; çok katlımlı büyük organizasyonlarla mı bireysel olarak mı?

Yıllar içinde çalışmalarımı ve paylaşımlarımı pek çok farklı biçimde gerçekleştirdim; 1990’ların sonlarında Londra’da müşterek kullanılan bir sanatçı kolektifinin galerisinde, devlet destekli galeride, çeşitli şekillerde yayınlayarak. Her birinin kendine göre avantajları, kısıtlamaları ve dezavantajları vardı. Görsel çalışmalarımı basılı olarak yayınlamayı tercih eder oldum çünkü geçici bir galeri sergisinden daha uzun süre yaşar, bir proje böylece daha uzağa, daha kolay ulaşır ve daha kalıcı olur. Web üzerinden yayınlamak sanatçılar ve fotoğrafçılar için kesinlikle çalışmalarını daha serbestçe yayınlamak için inanılmaz imkanlar veriyor fakat internetteki çalışmaların dikkat çekme süresi çok kısa çünkü görüntünün izleyiciyi hemen yakalaması gerek, dolayısıyla tepki ve algıda geçici olabiliyor. Ben daha yavaş alımlamayı tercih ederim. Bir kitaba bakmayı yahut galeriyi gezmeyi tercih eden izleyici çalışmayı web üzerinden gerekmeyen bir şekilde alımlamaya hazır kişi oluyor. Başka kişiler bu konuda farklı düşünüyor olabilir, benim fikirlerim de alımlanmanın genel durumuna ve zaman içindeki değişimine bağlı olarak gelişebilir.

[1] Karl Marx’a göre praksis, toplumsal organizasyonun tümünü değiştirmeye yönelik etkinlikler toplamıdır.
[2] “Gig” economy: şirketlerin çalışanları ile süresiz sözleşmeler yapmaktansa geçici ve kısa süreli sözleşmeler yaptığı çalışma biçimi
[3] Avant-gadre: öncü birlik (askeri terim olarak)

Bizi paylaşın..