Cengiz AKDUMAN | Söyleşi (31. Sayı)

1952 yılında İstanbul’da doğdu. Yirmili yaşlarda tanıştığı fotoğrafla on yıl kadar amatörce uğraştı. 1984 yılında ilk atölyesini kurarak fotoğrafı iş edindi.

Yurtiçinde ve yurtdışında (Almanya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Amerika) 18 kişisel sergi açtı,pek çok karma sergiye katıldı. 1989-1993 yıllarında Anadolu Üniversitesi İletişim Sanatları Bölümünde “Reklam Fotoğrafçılığı” dersleri verdi.

“Anlar ve Anılar” (1999) ve “Anadolu Kapıları” (2012) adlı kitapları yayımlandı. “Adnan Varınca”, “İsmail Türemen” ve “Bir Kültürün Dokunuşu” adlı kitapların fotoğraflanmasında çalıştı.

Ayrıca “Kültürler Parkı: Urfa” ve “Diyarbakır Surları” projelerini fotoğrafladı.

“Turkish Passport” adlı uzun metrajlı belgesel filmin röportaj fotoğraflarını çekti, set fotoğrafçılığını yaptı. İstanbul Modern Arşivinde yedi siyah beyaz fotoğrafı bulunmaktadır.

“Dokunuşlar” adlı iki ciltlik (siyah beyaz ve renkli) fotoğraf albümü üzerinde çalışmaktadır.

Sokak fotoğrafçılığı sizce nedir?

“Sokak fotoğrafçılığı” özgür bir kafa ile, hazırlıksız yapılan en keyifli fotoğrafçılıktır. Basit olarak bu tanımlama ile anlatabileceğim sokak fotoğrafçılığının birinci amacı, bir kentin fotoğraf aracılığı ile sosyal haritasını çıkarmaktır. Bunu yaparken fotoğrafçının en önemli malzemesi insandır, yaşamdır.

Sokak fotoğrafının büyük ustası Robert Doisneau (1912-1994) sözünü ettiğim insan/yaşam fotoğraflarının en iyi örneklerini çekmiştir. İşleri; Nazi işgalindeki Paris’den Partizanlara, Paris sosyetesinin gece yaşamından Paris varoşlarına kadar geniş bir yelpazeyi içerir. Bu fotoğraflarla Paris kentinin dünyada markalaşmasında önemli bir katkı sağladığına inanıyorum.

Sokak fotoğrafçısı antenleri daima açık, karşılaşacağı şeyleri önceden planlamayan, özgür düşünceli donanımlı biri olmalı. Yoksa çekeceği sokak fotoğrafları bir kentin turistik tanıtımını yapan fotoğraflar olarak kalır. Sokak fotoğrafçılığında kurmaca yoktur, an vardır. Sokak fotoğrafçılığında etik değerlere uyulması adına bir otokontrol vardır.

Sokak fotoğrafçılığı ile belgesel fotoğrafçılığın örtüşen yanları nelerdir?

Birbirinin içine geçmiş gibi görünse de iki farklı çalışma alanıdır. Belgesel çalışan fotoğrafçının belge oluşturmak sorumluluğu vardır. Gerektiğinde belgeselini yaptığı konu için farklı mekânlarda, kapalı alanlarda, planlı programlı giderek randevulu bir çalışma koşulları yaratması gerekebilir. Belgesel çeken bir fotoğrafçı bir konu üzerinde odaklaşmaktadır. Hal böyleyken sokak fotoğrafçısının saptanmış bir konusu yoktur. Bu nedenle daha özgür, plansız çalıştığını söyleyebiliriz. Ama her iki fotoğrafçı da hem fotografik açıdan, hem etik açıdan aynı dili kullanırlar.

Örtüştükleri nokta da burada başlar. Hem sokak fotoğrafı hem belgesel fotoğraf fotografik açıdan oynanmamış, kurgulanmamış, hiç bir biçimde değiştirilmemiş olmalıdır. Kime ne söyleyeceklerse doğrudan anlatmalı, estetik açıdan dolambaçlı yollara sapmamalıdırlar.

Bütün bunların yanı sıra ister belgesel, ister sokak fotoğrafçısı olsun; etik değerlere sonuna kadar bağlı olmak zorundadır.

Salgado, “Migrations” belgeseline Yeni Delhi İstasyonunu çekerken hangi kaygıları taşıyorsa, Henri Cartier Bresson da Hindistan seyahatinde tek tek çektiği sokak fotoğraflarını çekerken aynı fotografik kaygılar içindeydi ve aynı etik değerlere inanıyorlardı.

Sokak Fotoğrafçılığı ile Belgesel Fotoğrafçılık küçük nüanslar dışında iç içe geçmiş iki çalışma tarzıdır.

Sokak fotoğrafçılığında estetiğin yeri nedir?

2005 yılı Ekim’inde Boston “President’s Gallery”de “Kültürler Kavşağı Güneydoğu” adıyla Belgesel tarzda çekilmiş fotoğraflarımdan oluşan bir sergi açtım. Serginin konusunu, sunduğum alternatifler içinden beni çağıran organizasyon seçmişti. Sergi kokteylinde yanıma yaşlıca bir Türk yaklaştı ve “Hep böyle fotoğraflar çekiyorsunuz. Boğaz Köprüsü, Efes, Kızkulesi çekip getirseydiniz ya” dedi. Tabii çok kızdım, adama gereken cevabı da o anda verdim. Ama otelime döndüğümde kendime çok kızdım ve adama kızmamam gerektiğine inandım. Onun Amerika’da bir göçmen olması, kompleksleri, gereksinimleri onun estetik anlayışını benden farklı kılmıştı. Güzel/Estetik olduğuna inandığı şeyleri Amerikalıların görmesini istiyordu. Böylece ezikliğinin girdabından az da olsa kurtulacaktı. Bana göre, Güneydoğu’dan gösterdiklerim son derece estetik fotoğraflardı.

Estetiği “güzellik” olarak ele alıyorsak, sokak fotoğrafçısı “her güzel olanı çekecek” diye bir koşul yok. Ancak, çektiği fotoğrafı da en basit kompozisyon kurallarına, en temel ışık kurallarına uydurarak çekmek zorundadır.

Henri Cartier-Bresson, Ara Güler, Brassai, Marc Riboud yaşamı boyunca unutulmaz “sokak fotoğrafçılığı” örneklerine imza atmıştır. Her kareleri birer duygu, birer estetik, birer kompoziyon, birer ışık anıtıdır…

Her fotoğrafta olduğu gibi estetikten uzak bir sokak fotoğrafı düşünülemez. Ama fotoğraf estetiğinin katı kuralları bazı sokak fotoğrafları için zorunlu olamaz. Henri Cartier-Bresson’un “elinde şemsiye ile su birikintisinden atlayan adamı” bunun tipik örneğidir. O fotoğrafın kontağını bir kitabında gördüm. Sağdan soldan gereksiz yere girmiş objeler, hatta kendisinin ıslanmamak için girdiği saçağın duvarı bile girmiş kadraja. Zorunlu olarak kadrajlanarak sunulmuş izleyiciye. Bu kadraj, fotoğrafçının o fotoğrafta duyduğu estetik kaygıdır.

Fotoğrafı ne biçimde üretiyorsak üretelim, estetik kaygıdan uzak olmamız mümkün değildir.

Bir söyleşinizde ‘fotoğrafta duygu olmalı’ diyorsunuz, bunu bizim için biraz açar mısınız?

Evet, bir söyleşimde “bence fotoğrafta duygu olmalıdır“ demiştim.

Eğer bir fotoğrafın söyleyecek sözü ve alıp sizi bir yerlere götürecek duygusu yoksa bence o fotoğraf eksik, sığ ve sıradan bir fotoğraftır. Ne yazık ki dijital teknolojinin getirdiği kolaycılıkla son yıllarda karşıma çok sayıda duygudan yoksun fotoğraf tekrarları çıkıyor.

Fotoğrafta anlatım, bıçağın sırtı gibidir. Bazen tekniğin girdabına kapılır gideriz, bazen grafik kaygılarla boğuşuruz. Tüm bunlarla uğraşırken de bir bakarız fotoğraftaki duygu elimizden kaçıp gitmiş.

Grafik kaygıları da, teknik donanımınızı da, duygunuzu da ve estetik çabalarınızı da çekim anında harmanlamanız lazım karenin içinde. Bu böyle olmadığı zaman, “aman şunu da photoshop ile hallederim” dediğinizde sırıtan, eksik, sığ bir fotoğrafla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Benim için fotoğraf: insan ya da insana dair şeyler. Hâl böyleyken bu fotoğraflarda duygu olmadığı zaman berbat görüntülere dönüşüyor hepsi. Duygusuz bir insan nasıl size sıkıntı verirse, duygusuz bir fotoğrafa bakmaya da gönlünüz elvermez. Tabii sözüm masa başında peydahlanmış fotoğraflar için değil. Onlar ne yaparsa yapsın “ben duygusuzum” diye bas bas bağıran fotoğraflar.

Örneğin, deneye deneye deneysel fotoğrafı siyah zeminde kırmızı bir lekeye kadar indirgediler bazı deneysel fotoğrafçılarımız. Benim için ne yazık ki duygu yoksunu grafiklerdir bu kareler. Ancak Arif Aşçı’nın pazar tentelerine vurmuş gölgeleri, Cengiz Karlıova’nın Kırkpınar’da kafa çekip nara patlatan Trakyalıları, Nevzat Çakır’ın bir Muğla sokağında keman çalan çalgıcısı, Ara Güler’in hemen tüm İstanbul fotoğrafları, Hüsnü Atasoy’un toplumsal olaylarda çektiği çalışmaları vs. gibi fotoğraflar bizleri bir yerlere alıp götüren, duygu yüklü fotoğrafa örnek olacak işlerdir.

Fotoğrafta, özellikle de sokak fotoğrafında sayısal müdahale konusundaki görüşleriniz?

Bunu “fotoğrafta sayısal müdahaleye karşıyım” diyerek cevaplamak istiyorum. Sayısal müdahale olarak ne yapıldığına, ne yoğunlukta yapıldığına bağlı tabii ki… Örneğin HDR denen bir melanet çıktı. Azı karar çoğu zarar bir melanet. Bu arada eklemeler çıkartmalar, gün batımlarını abartarak turuncudan geçilmeyen kareler. Geçenlerde “facebook”ta amatör bir fotoğrafçı bir Urfa fotoğrafı yayınladı. Baktığınızda önde standart mavi poşulu bir Urfalı amca arkasında cami. Şimdi ne var bunda diyeceksiniz. O fotoğrafın çekilebilmesi için o adamın fotoğrafçı ile birlikte Ayn Zaliha Gölü’nün üstünde duruyor olması lazım ki, cami de o konumda olsun… Sordum “facebook”ta “hangi objektif, müdahale var mı” filan diye, hemen sorumu da beni de sildi! Adamın montaj olduğuna yüzde yüz kalıbımı basarım. Eh, bu fotoğrafı ancak montajla yapabiliyorsun. O zaman yiyemeyeceğin lokmayı yutmaya çalışma… Bunun gibi yüzlerce örnek…

Baskı yaparken nasıl kontrastı ile oynuyorduk, nasıl fazla pozlama az pozlama, kadrajlar yapıyorduk. Bunun dışında fotoğrafa yapılan dijital müdahalelere karşıyım. Tabii belegeselden, sokak fotoğrafından, insandan söz edip de müdahale yaparak iş üretenlere bu lafım.

Bu arada sayısal müdahaleler ile iş üreten ve oldukça da başarılı işler çıkartan ustalar var. Bunlar zaten deneysel fotografinin kaleleri. Açıkça işlerini ortaya koyuyorlar ve işleri müthiş işler. Ben izlemekten keyif alıyorum. Örneğin Ahmet Elhan, Murat Germen, Orhan Cem Çetin ve Nuri Bilge hemen adını sayacağım dört fotoğraf ustası.

Ama acemice çekilmiş işlerini bir şeye benzetmek için sağına soluna bir şeyler yapıştıranlara elimden geldiğince karşı duracağım.

Kontrast Sayı 31, Eylül-Ekim 2012

Bizi paylaşın..

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. KİTAP | Çekerken Yaşadıklarım, Cengiz Akduman, A4 Ofset, 2024 - Dergi

Comments are closed.