Ali ALIŞIR | Söyleşi (18. Sayı)

“Türkiye ve Avrupa arasındaki, çağdaş sanat da buna dahildir, en büyük farkın gelenek eksikliği olduğunu düşünüyorum.
Türkiye geleneklerine dönüp bunu yorumlayabilme gücünü hâlâ kazanamadı.”

 

2005 yılından beri tüm çalışmalarını takip ettiğim Ali Alışır, fotoğraflarında yaşamın gerçeğini düşlerle buluşturan bir sanatçı benim için. 1978 doğumlu. 1996 yılında Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden aldığı başarı bursu ile grafik eğitimine başlamış. Eğitim sonrası bir dönem İtalya’da freelance moda fotoğrafçılığı yapmış. 2005 yılında Floransa’da Accademia Italiana’da moda fotoğrafçılığı programını kazanıp master yaparken İtalya’nın önde gelen moda fotoğrafçılarından Roberto Quagli ve tasarımcılarından Lucio Antonucci gibi isimlerle beraber çalışıp modada kurguya dayalı dijital manipülasyonlar üretmeye başlamış. 2006 yılında okulu birinci olarak bitirmiş. Fotoğraf stüdyosunu 2007 yılında İstanbul’da açan Alışır, moda fotoğrafçısı kimliğinden çok sanatsal çalışmaları ile isminin duyulmasını tercih ediyor. Fotoğraf çalışmalarının yanı sıra Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde öğretim görevlisi de olan Alışır’ın adını daha çok duyacağız…

Söyleşiye İtalya ile başlayalım mı? Bir dönem, hem İtalya’da hem Türkiye’de çalıştın. İtalya ile bağlantın devam ediyor mu?

İtalya’ya gitme kararı almam, sanırım 2002 yılına denk geliyor. Türkiye’deki sanat ortamının genç sanatçılar için zayıf ve yetersiz olduğunu, genç sanatçıların yeteri kadar desteklenmediğini, sanat adına çok fazla yayının olmadığını, sergi açacak ortamların onlara çok fazla destek vermediğini düşündüğüm bir anda İtalya’ya gitme kararı aldım. Orada hem moda fotoğrafı alanında hem de fotoğrafın geleneksel teknikleri ile kendimi geliştirme şansı buldum.

Son iki senedir ağırlıklı olarak buradayım. İtalya’da kalmayı düşünmedim çünkü yapmak istediğim şeylerin sınırı sanat anlamında İtalya’da biraz daralıyor. İtalyanlar, sanata çok fazla geleneksel bakıyorlar. Şu sıralar bu işi sanatsal açıdan daha iyi yapan ülkelere doğru kaymaya çalışıyorum. Amerika, özellikle New York, Londra gibi hedeflerim var.

Hem oradaki fotoğraf ve sanat ortamı, hem de senin çalışmalarına etkisi açısından İtalya ve Türkiye’yi karşılaştırabilir misin?

Benim orada aldığım eğitim fotoğraf üzerineydi. Sanatsal olarak çok fazla eğitim almadım orada. Moda fotoğrafı dediğin şey, biraz daha ticarete ve piyasaya dönük bir şey ama orada olmak bile insana bir sanat bakışı kazandırmaya yetiyor. Floransa’nın o dar sokakları, insanların giyimleri, tarihi, binaları, yapıları; öyle büyük bir kültür zenginliği var ve onu o kadar iyi muhafaza etmişler ki… Aynı sokakta Leonardo da yürümüş, Michelangelo da yürümüş, benim hocamın babası, dedesi de yürümüş, ben de yürüyorum… Kültürlerini muhafaza etmişler ve o kültür her yere sinmiş. Türkiye ile İtalya’yı sanat anlamında karşılaştırmam mümkün değil. İtalyanların sanata yaptığı yatırım 1400-1500’lerden başlıyor. Kültürleri, adamların genlerine işleyerek geliyor. Bu konuda ilginç bir anım var. Master programım yeni bitmişti; 2006 yılıydı sanırım. Orada Lucio Antonucci isminde çok değerli bir stilistle çalışıyordum. Bir gün ona dedim ki: “Lucio, bir konuyu anlayamıyorum; siz burada bize müthiş bir eğitim verdiniz ama baktığın zaman ben hâlâ İtalyan sanatı, Amerikan sanatı, İngiliz sanatı, Fransız sanatı, Türk sanatı diye ayıramıyorum. Bu global bir dünya; her şey artık birbirine çok yakın. Farklı ülke ve kültürlerden geldik ama bak aynı şeyleri paylaşıyoruz. Böyle bir dünya içinde bugün nasıl İtalyan sanatından bahsedebileceğiz?” Bunun üzerine, bana iki tane dergi açıp gösterdi; biri İtalyan Vogue, diğeri Amerikan Vogue. İki tane moda fotoğrafı gösterdi; ikisi de siyah beyaz. “Bana bunların arasındaki farkı söyle.” dedi. İtalyan Vogue dünyanın ilk moda dergisi neredeyse; en eski, dünyanın en prestijli dergisi. Amerikan Vogue yıllar sonra çıkmış, imitasyon gibi bir dergi İtalyan Vogue’un yanında. Işık mı, ton mu, ne desem “Hayır” diyor. Sonunda, “Ben bir fark göremiyorum.” dedim. Sonra o şunları söyledi, “Ali, ifade çok önemli. Amerikan Vogue’daki bir kadın sana ‘Bu kıyafeti alın’ diye bakar. Duruşu, hareketi, her şeyi bunun üzerine kuruludur. İtalyan Vogue’daki bir kadın ise ‘Bunu almanıza gerek yok, bu kıyafeti siz zaten biliyorsunuz.’ diye bakar. Bizim bütün sanatımız, geleneklerimizden gelir ve doğaldır.” Onlar için sanat geleneklerden gelen bir şeydi. Bunun üzerine çok şey kurabilirsin, değiştirebilirsin, yorumlayabilirsin. Türkiye ve Avrupa arasındaki en büyük farkın – çağdaş sanat da buna dâhildir- gelenek eksikliği olduğunu düşünüyorum. Türkiye, geleneklerine dönüp bunu yorumlayabilme gücünü hâlâ kazanamadı. Çünkü geleneklerimize çok detaylı baktığımızı düşünmüyorum.

Konu aslında eğitime dayanıyor, Türkiye’deki sanat eğitiminin de eksiği bunlar, öyle değil mi?

Buradaki eğitim sisteminde çok büyük kopukluklar olduğunu ben de düşünüyorum. Geleneğe ait dersler çok fazla yok. Bu bir bayrak yarışıdır. Kuşak, kuşağa aktarır. Bir şeyin 100 yıl sonra ortaya çıkarılması bir gelenek değildir. Gelenek dediğin şey, aslında bu aktarma sürecidir. Çünkü zaman içinde üretilen şeylere birçok başka yorumlar da katılır; kültürel zenginlik dediğin böyle bir şeydir. Dünyanın en eski ve en zengin geleneklerine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ama bunu yorumlayabilme gücü bir yerlerde kesildi. Nedir bu? Siyasi anlamda bakarsan her gelen parti, yeni bir şey yapıyorum diye bir öncekini yıktı. Mimariye bakıyorsun, eski binayı yıkıyor, yenisini yapıyor. Suya yazılan yazılar gibi belleklerimiz. Çağdaş sanata giden yolun geleneksel sanatı yorumlamaktan geçtiğini düşünüyorum. İtalya’dan daha eski ve daha köklü bir geleneğe sahip olup bunu kullanamayan bir ülkeyiz maalesef.

Türkiye’de moda fotoğrafçılığının durumunu değerlendirebilir misin?

Ben orada moda fotoğrafı eğitimi aldım ama burada ticari olarak birebir moda fotoğrafçılığı yapmıyorum. Moda sektöründe yaptığım işlerde, adımın orada geçmemesi için elimden geleni yapıyorum. Yani bir dergiye çekim yaptıysam adımı yazdırmıyorum. Neden peki? Ben ticari olarak yapılan işlerin sanatsal işlerin önüne çok fazla geçtiğini düşünüyorum. Ya moda fotoğrafçısısındır, ticari iş yapıyorsundur ya da sanatçısındır. Çok değerli moda fotoğraf sanatçıları da var ama dünyada çok sayılı. Ticari işlerinle ön plana çıkmanın sanatsal işlerini olumsuz etkilediğini mi düşünüyorsun? Evet, ket vurabileceğini düşünüyorum. Yani durduruyor. Sanatı çok farklı bir yere koyuyorum. Yaratıcı olabilmek, farklı düşünebilmek, eylem hâlinde olabilmek, sorguluyor olabilmek, ticari kavramların çok dışında bir şey. Çünkü sürekli bir devinim içindesin, yaratım içindesin ve farklı düşünmeye çalışıyorsun, farklı görmeye çalışıyorsun, başka açıdan yorumlamaya çalışıyorsun. Ticari işlerde düğmeye basılır, kuralları vardır; o kurallar içinde hareket edilir ve müşteriye sunulur. Yaratıcı moda işleri var elbette ama sanat kadar mutfağında değil o iş.

Ticari çalışmalarının dışında olan üç projeni biliyorum: “Çocuk Kahramanlarım”, “Dönüşüm” ve son çalışman “Sanal Bedenler”. Nasıl bir süreçte ortaya çıktılar?

“Çocukluk Kahramanlarım” ve “Dönüşüm” çalışmalarımı Sanal Bedenler’den ayrı tutuyorum. “Çocukluk Kahramanlarım” benim için bir borçtu, böyle bir sergi açmam gerekiyordu. Ama bu çalışmanın, yarın öbür gün müzelerde sergilenecek, sanat kategorisine girebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Foto-illüstrasyon diyebileceğim, İtalya’da aldığım tekniklerin, orada geçirdiğim zamanın bir güncesi. Bir nevi kendimi buldum İtalya- ’da; orada çocukluğumu tekrar yaşadığımı hissettim. “Dönüşüm” de İstanbul’a geldiğim dönemde, o zamana kadar bende biriken şeylerin son noktasıydı. Bu işler, sanat kaygısı ile yaptığım işler değildi. Kendi çocukluğuma, İtalya’da geçirdiğim zamana, Büyükada’da aldığım eğitime ve hocalarıma ve bugün eğitim verdiğim öğrencilere, “Ben böyle bir hayat yaşadım; buradan geldim.” dedim.

Sanal Bedenler’de beden, cinsellik ve kimlik üzerine bir sorgulama var. Biraz önce konuştuğumuz gibi, varolan sisteme karşı bir tepki var. Bunu yaparken de çıplaklığı, yine çıplaklıklığı kullanarak, toplumun cinselliği kullanımını yine cinselliği ön plana çıkararak eleştiriyorsun. Bu tercihlerin üzerine konuşabilir miyiz?

O çıplaklık, sistemin düşüncesine giydirdiğim bir kıyafetti benim için. Kıyafetsiz bir fotoğraf ortaya koyma iddiası ya da çıplaklığı ön plana çıkartacak ya da cinsel kimlikleri alaya alacak bir sergi değildi. Sistemin üzerine giydirdiğim bir kıyafetti. Çünkü bir şeyi ne kadar direkt söylersen, çağrışımların o kadar kaybolduğunu düşünüyorum. O yüzden, ne kadar endirekt ya da farklı yönlerden yaklaşıp konuyu betimleme yoluna gidersen, gücünü o kadar arttırabilirsin. Niye “Sanal Bedenler”? Medyada en fazla kullanılan olgunun kadın bedeni olduğunu görürsün. Şüphesiz en estetik olanı ama bunun bir tüketim nesnesi hâline gelmesi beni rahatsız ediyor. Bunu hem moda fotoğrafçısı kimliğimle hem de sanatçı kimliğimle söylüyorum. Bunu bir kadın savunucusu olarak söylemiyorum. Sistemde bütün ağırlığı neredeyse bu kavram taşıyor. Sanki bunu kaldırırsan birçok şey aşağı düşecek gibi. Bunu da sansürleyerek kullanıyor. Herşeyi alenen ve açık bir şekilde ortaya koysa, belki gizem sayesinde edindiği bu rantı sağlayamayacak. Bu sadece bir ambalaj, çıplaklık bir ambalaj, görünüm değil orada…

Bugün magazin, siyaset, futbol, sanat, hepsi birbiri ile ilişkili hâle geldi. Birgün bir tartışma, futbol tartışması mesela, yarın siyaset konusu hâline gelebiliyor. Siyasetteki bir konu magazinsel bir hâle gelebiliyor. Magazindeki bir konuşma, sanatsal bir polemiğe dönüşebiliyor. Yavaş yavaş insanların kimlik süreçlerinde de kaynaşmalar olmaya başladı. İnsanların cinsel kimliklerinde de bir erozyona uğrama oldu. Sistemi bu şekilde görmek, bu sistemin temsilini tamamen transeksüel bir yapı olarak nitelendirdiğimi hissettirdi bana. O yüzden bedenleri farklı bir şekilde kullandım. Kadın bedenini erkek vücuduyla, erkek yüzünü kadın bedeniyle, duruşları, hareketleri, bakışlarıyla, yaşlı ve genç kimlikleri ile hepsini biraraya getirdim. “Sanal Bedenler Projesi” oradan çıktı biraz da.

Aslında resim kökenli bir sanatçıyken fotoğrafa yöneldin. Resim çalışmaların devam ediyor mu? Dijital teknolojinin sanata etkisini de düşünerek bugün resim ve fotoğraf kavramları hangi noktaya geldi? Bir karşılaştırma yapabilir misin?

İtalya’dan döndüğümden beri resim yapmıyorum. Resim yapmayı çok seviyorum. Birgün tekrar resim yapabilirim. Ama şu cevabı bulursam yaparım: Resimde hâlâ söylenebilecek yeni şeyler var mı? İnsanlara ulaştırabileceğim yeni teknikler var mı? Resim bana bu cevabı verebildiği gün ben resim yapabilirim. Bugün bu cevabı veremiyorum. Resim, yaşadığımız çağda çok romantik, sanatçıyı kandırmaya çok müsait bir süreç. Oysa dijital ortamdan kolay kolay kaçamaz sanatçı ama bana analitik bir yön sağlıyor. Dünyaya objektif bakabiliyorum. Reaksiyonları çok çabuk alabiliyorum. Rota olarak, nerede durduğumu çok güzel görebiliyorum. Bunlar çok anlık süreçler; yani resim kadar ritüele sahip değil dijital fotoğraf. Resmin bir ritüel süreç olduğunu düşünüyorum. Picasso’nun sevgilisi Dora Marr, Picasso’ya diyor ki: “Saatlerdir durmadan ayakta resim yapıyorsun, yorulmadın mı hâlâ?” Picasso da diyor ki: “Ben Müslümanların camiye girerken ayakkabılarını kapıda bıraktıkları gibi bedenimi kapıda bırakıp resim yapıyorum.” Çünkü resim yaptığın sürece yorulmuyorsun, ruhunla yapıyorsun. Bedeninle yapmıyorsun. Dijital fotoğraf ya da dijital sanat böyle bir şey değil.

Sanat dünyayı değiştirebilir mi ya da bu konuda nasıl bir katkı sağlıyor sence?

Eskiden sanatı ciddiye alırdım şimdi almıyorum çok fazla. İnsanları da ciddiye alıyordum; şimdi çok fazla almıyorum. Yeni bir süreç bu benim için…

Bu süreç neden ve nasıl başladı?

Hayatı daha iyi kavrama ile alakalı bir şey olduğunu düşünüyorum. Sanatla ilgili değil. Sanat hep arka planda kalan bir şey… Sanatla bir şeyin çözülebileceğine inanmıyorum. Sanatla anlamaya, farklı yönlerden bakmaya çalışabilirsin. Çözemezsin bir şeyi. Ben hâlâ sanatın bilimden çok önce bir şeyleri söyleyebileceğine, insanların belki yüzyıllar sonra farkedebileceği düşüncelere bugünden kapı açtığına inanıyorum. Teknoloji ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, bilimsel alanda ne kadar buluş yapılırsa yapılsın ya da insan ahlakı ve kültürü ne kadar farklı değişirse değişsin sanatın hep bunlardan ayrı bir yerde olduğuna inanıyorum. Sanatla başkalarının doğrularını değil sadece kendi doğrumuzu bulabiliriz ve bu doğruya daha fazla inanabiliriz. Sanatın en büyük artısının bu olduğunu düşünüyorum. Hayatı böyle kavrayabilirsiniz. Sanat bir şeyin cevabı değil. Bir şeyi anlatmıyor belki ama buna çok büyük katkı sağlıyor. Bir şeylerin sadece tek renk olmadığını söylemeye çalışıyor. Siyah ve beyazdan oluşmuyor. Ara tonları da gösteriyor. Aşk, nefret, ölüm, doğum, yaşam; böyle kavramlar yok sadece hayatta. Artı eksiler yok. İki uç yok; o ara tonlar da var. Bu, büyük bir zenginlik… Hayatta birçok şeyin işte budur ya da şudur tanımıyla şekillenmediğini söylüyor belki de sanat.

Senin fotoğraflarına baktığımda, düş ve gerçek, bir bütünün ayrılmaz parçaları gibi görünüyor bana. Yanlış mı düşünüyorum? “Gerçeklik” konusunda senin düşüncelerini öğrenebilir miyim?

Bugün fotoğrafın gerçekliği nerede? Düğmeye bastığın andan itibaren fotoğraf, bir film yüzeyine gümüş nitrat tozlarla, ışıkla çiziliyor. Bu, gerçekliği ne kadar temsil ediyor? Geniş açı bir objektif kullandığımızı düşünelim; standart bir lens kullanıyorsun ama mesafen, kadrajın, hava şartları, koyu-açık gölgeler, karanlık oda müdahaleleri, bunlar gerçekliğe ne kadar müdahale ediyor? Temelde fotoğrafın zaten bir gerçeklik sorunu var. Fotoğraf, düğmeye basıldığı andan itibaren görüntüyü bir imgeye dönüştürüyor; gerçekliğe dönüştürmüyor. Görüntü diye tabir ettiğimiz şey bir yansıma; bir şeyin yansıması yani bir gölgesi, izdüşümü diyebiliriz. Temsili değil. O çıplak koşan kızın fotoğrafını düşün; binlerce, on binlerce fotoğraf içerisinden o temsil ediyor Vietnam’ı. En acılı yönünü biz öyle algılayalım diye mi o kare seçiliyor orada? Başka yönleri? Tarih yapraklarına baktığımız zaman hangi gerçeklikten bahsedeceğiz? Fotoğraf gerçekliği nerede? Düğmeye basıldığı andan itibaren mi, arşivlere konulup dergilere basıldığı, sanat eleştirmenleri tarafından yorumlandığı zaman mı? Dijital fotoğraf, burada başka bir şey kazandırdı. Fotoğrafın gerçeklik süreci sorgulanmaya başlandı. Aslında gerçeklik sorununu başından beri yaşayan filmli, analog dönemdi. Bu geçiş süreci; fotoğrafın içeriğini, anlamını, kurgusunu, her şeyini değiştirdi. Artık bu fotoğraf değil; birçok şey.

Kendi sürecime baktığım zaman fotoğraf benim için şu anda resmin yerini almış bir dal. Bu süreçte, hayatımda yaşadığım bütün birikimleri süzgeçten geçirip tekrar bakıyorum, tekrar anlamaya çalışıyorum. İnsanın gittikçe kendi benliğinden uzaklaştığını, farklı süreçler geçirdikçe de bir şekilde yabancılaştığımızı düşünüyorum. İnsanların birbirine karşı, hayata karşı, hele metropollerde çok yabancılaştığını düşünüyorum. Belki sanat burada bir arınma. Bu bana çok büyük bir haz veriyor. Ritüel kısmı hâlâ varsa benim için, her ne kadar resim kadar olmasa da hâlâ sürüyor; özünde böyle bir şey var. O yüzden düş ve gerçekliğin birbirinden ayrılmaması gerektiğini düşünüyorum ve benim işlerimde de bu var; buna inanıyorum. Tespitin doğru yani…

Sanatsal gerçeklikle toplumun gerçeği arasındaki çelişkili durumlarda bir sanatçıyı en çok zorlayan nedir? Bu konuda senin deneyimlerin?

Hiçbir zaman toplumun düşüncesi, gerçeği ile sanat yapmayı düşünmedim. “Sanat sanat için” büyük bir yalan; “sanat toplum için” büyük bir yalan… Sanat, özgürlük için. Bugün insanlar özgürleştiler ama hâlâ özgürleşmeye çalışıyorlar. Demek ki özgürlük tanımı tam tanımlanmadı. Benim için sanat, özgürlüğün geldiği nokta. Toplumun birçok reaksiyonları, refleksleri, kendi içinde açmazları var; onlarla hareket edip sanat yapamazsın.

Bugün yaşamımızı çevreleyen gündemi şöyle bir sorguladığımızda hastalıklar, savaşlar, terör, işsizlik, şiddet, vs. aslında başkaları tarafından kurgulanmış bir yaşamın içerisinde debelendiğimiz gerçeği ile de karşılaşabiliriz Yani aslında yaşamın kendisi dehşet verici bir kurgu içeriyor. Ne dersin?

Ben bu tarafından bakılabildiği gibi başka bir tarafından da bakılabileceğini düşünüyorum. Belki bu kadar olumsuzluk var ama hayatın içinde birçok olumlu taraf da var; bunları da görebilmek lazım. Hayata ne taraftan bakarsan o tarafta yaşayabileceğine inanan bir insanım. Yaşamın tek olduğunu düşünüyorum Şule. İnsanlar şöyle derler: Yaşam ve ölüm. Yaşamın zıttı, ölüm gibi algılanıyor ama böyle bir şey yok. Ölümün zıttı doğumdur hâlbuki. Yaşamın zıttı yoktur. Ben yaşamın tek olduğunu düşünüyorum ve burada tek olan her şeyin içinde bir güzellik olduğuna inanıyorum. Çünkü tek bir hayatın var. Ama bu bilince belki hergün vakıf olman lazım. O koşturma içinde buna vakıf olamıyorsun, anlayamıyorsun. Bence her zorluğu yaşadığında, insanın bunu tekrar düşünmesi, o bilinç seviyesine tekrar gelmek için bunları hatırlaması lazım.

Bugünkü başarının temelinde yatan etkenler/ nedenler neler sence? David Hurn diyor ki; “Gerçekten usta bir fotoğrafçıyı ortalama bir fotoğrafçıdan ayıran en önemli farkın, ‘başarı’ konusunda her zaman duyduğu şüphe olduğunu düşünüyorum.” Sen ne dersin?

Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: İyi bir iş yapmanın ve doğru, inanarak bir iş üretmenin, sanatla uğraşmanın, sadece üretmek olmadığını biliyorum. Çok okumak gerektiğine inanıyorum. Mesela sosyoloji kitapları, romanlar, edebiyat, dünyayla ilgili belki ekonomi kitapları, belki siyasetle ilgili kitaplar. Dünyayı anlamanın en iyi yolunun sadece sanat birikimi olduğuna inanmıyorum. Böyle bir şey varsa, çok tek yönlü beslenme. Sürekli karbonhidrat yemeye benziyor. Ruhun çok farklı ihtiyaçları var; çünkü beslendiği hayat bu farklılıklarla biçimleniyor. David Hurn’un ifadesine bir ekleme yapabilirim; bu farkın sadece başarı değil hayat konusunda da her zaman şüphe duymasından kaynaklandığını söyleyebilirim.

Ali Alışır’a eserlerini yaratırken ilham veren nedir?

Hayatın kendisi herhalde; her şey… İnsanların ürettikleri sanatın, o sanatçıların okudukları binlerce sanat tarihi kitabı ya da izledikleri sanatla ilgili belgeseller vs. olduğunu düşünmüyorum; hayatın özü olduğunu düşünüyorum. Kafede yapılan sohbetler, yeni ilişkiler, izlediğin film, oynadığın oyun, flörtlerin, bunların hepsi sanattan daha ağır basıyor. Hayatın kendisi her zaman sanattan daha ağır basıyor. İşte ilham kaynağı burada…

Röportaj: Şule TÜZÜL
Fotoğraflar: Ali ALIŞIR

Kontrast Sayı 18, Temmuz-Ağustos 2010

Bizi paylaşın..