Çiğdem ÜÇÜNCÜ | Periferik Bakışın Ötesi • Kadın Belgesel Fotoğrafçısı Olmaya Dair Düşünceler (46. Sayı)

Bugün karşı durduğumuz erkekleri biz yarattık. Hem onlardan korkuyoruz hem de onları kendimize tâbi zannediyoruz. Çelişkili geliyor kulağa; ama akla yatkın. Onlara özel bir konum tahsis ederek başlıyoruz, çünkü erkeklere karşı bazı malum sorumluluklar hissediyoruz. Onları besliyoruz, onlara bakıyoruz, onları el üstünde tutuyoruz. Bu, her erkeği bir kadının doğurduğu gerçeğine borçlu olduğumuz bir miras sanki. Onları kürsüye çıkarıp haklarımız üzerine konuşmalarına izin verdiğimizde iyi hissetmek için kendimize söylediğimiz şeyler gibi; sanki bizim himayemizi hakediyorlar, sanki kadınlar adamlardan daha güçlü. Bunlar, camide cemaata önderlik etmelerine, dini kurallarla bizi yönetmelerine, devletleri kurmalarına, fotoğraflarımızı çekmelerine, bizim imgelerimizi tanımlamalarına, görünüşümüzü yargılamalarına izin verdiğimizde ve bizim için inşa ettikleri evlere uyum sağladığımızda düşündüklerimiz.

Erkeklerden alıntı yapan ve aynı anda onları ifşa eden kadınları dinleyen bu kişi benim. Caminin üst katında, erkeklerin menzili dışındaki kadınlar bölümünde oturup, aşağıda oturan erkeklere gözünü diken benim; çünkü erkekler ön saflarda oturabiliyor. Annelerimizin size verdiği ve saçma bir şekilde benim de size bahşettiğim iktidarı geri almak için namazı en önde, sizin gözünüzün önünde kıldırmak için sürekli bir arzu duyan benim. Devletlerinizin, siyasi partilerinizin önderliğini sırf öfkemden, beni ve benim gibileri savunamadığınızdan dolayı size bu yetersizliği hissettirebilmek için elinizden alma ihtiyacı duyan benim.

Fotoğraf makinemle hemen hemen her gün gece gündüz demeden yürürken, Tarlabaşı’nın karanlık sokakları boyunca erkeklerin bakışlarını doğrulttuğu, her köşebaşındaki kötü niyetli erkeklerden çekinen, onlardan korkarken aynı anda onlara karşı sürekli bir saldırganlık güden, bir silahı andıran zavallı Nikonuma sarılan, Nikonumu erkeklerin bakışlarının nedeni olan ve aslında ilk anda hemen ilgilerini çeken -sanki tüm cephanenin ve kadınlığımın toplandığı kalçalarıma doğru sıkı sıkı tutan benim. Kadınlığım benim için tehlikeli, ve sanki onlar için de bariz bir şekilde tehlike teşkil ediyor. Bu da yetmezmiş gibi bir de fotoğraf makinem var.

Fotoğraf makinemle cinsel özelliklerimi karşılaştırmam biraz zorlama gözükse de yakından bakıldığında öyle değil aslında. Fotoğraf makinesinin sadece gözlerden oluşan bir görüntüleme ürünü olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, benim kadın bedenimi de bir nevi aynı şeymiş gibi varsayabiliriz rahatlıkla.

John Berger’in Görme Biçimleri’nde söylediği ve benim de gündelik hayatta her gün, özellikle bugünlerde bir kadın fotoğrafçı olarak Türkiye’de hayatımı kazanmaya çalışırken deneyimlediğim gibi, “kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır”. [1] Bunun neticesinde “kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir”. [2] Erkeklerin siyasi liderlik ve her türlü iktidar araçlarını baskın olarak kullandığı ataerkil bir toplumsal düzende yaşadığın için bir kadın olarak bu düzen içindeki rolünü sen tekrar tekrar sorgularken ayrıca her daim iktidar partisi tarafından sorgulanmayı da göğüslemelisin. Sonuç olarak, erkeğin hakim olduğu düzen de senin rolünü ve imgeni tanımlamakla yükümlü.

Judith Butler’ın 1990’da ‘Cinsiyet Belası’nda söylediği gibi, biyolojik olan cinsiyet (sex) ile toplumsal olarak inşa edilen cinsiyet (gender) arasındaki farkı ve bu teorinin dayandığı Michel Foucault’nun post-yapısalcı söylem tanımını (söz ve eylemi bir arada kapsayan) göz önünde bulundurduğumuzda, davranış ve kimliğimizi dışa vurma şekillerimizin önceden belirlendiğini görüyoruz. Belirli bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet kimliğiyle tanımlandığımızda veya birini tanımladığımızda, aslında bizi rahatsız eden eşitsizliği, adaletsizliği onaylamış oluyoruz. Dahası bu kısıtlamalar, söylem adında hüküm süren bir yasanın bakış açısına göre belirlendiği için, sırf toplum tarafından onay görmek için onları kabul etmemezlik edemeyiz. Toplumsal gerçeği biçimlendiren baskının söyleminin varlığı sona ermediği sürece, kadın bedeni kaçınılmaz bir şekilde baskıyla ilişkilendiriliyor.

Görüntü üretebilen bir makineyle donanmış herhangi bir kadın fotoğrafçı olarak kendime daha yakından baktığımda, var olan düzende rahatsızlık yarattığımı görüyorum. Gece yarısı erkeklerin hakim olduğu sokaklarda kendi başıma yürüme cüreti gösterirken, hatta erkeklere açık olan kahvelere girip onları tavla oynarken, sigara içerken gözetleyen ve fotoğraf çeken ben, bu düzenin içinde şüphesiz bir arızayım.

Şimdi tam olarak ne oluyor da gözlenen rol değiştiriyor? Sadece gözlenen olmaktan çıkıp, gözlemeye de mi başlıyor? Sadece görüntü olmaktan çıkıp, bir de görüntü üretmeye mi başlıyor? Özellikle belli gerçeklikleri yakalamaya çalışıp bunu dışarıya sunan bir kadın belgesel fotoğrafçısı için algılamanın yöntemleri ve bakış açıları değişmeli, değil mi? Haber fotoğrafçılığı üzerine ilk deneyimlerim farklı bir hikaye barındırıyor. Mesela; protestoları çekmek için sokağa çıktığımda, burada da erkek fotoğrafçıların sayısının kadın fotoğrafçılardan çok daha fazla olduğunu gördüm. Foto-muhabirliğine henüz başladığım ve her şeyi sıfırdan öğrendiğim için durmadan diğer fotoğrafçıların davranışlarını ve çalışma yöntemlerini gözlemliyorum. Kendimi, onların tutumlarını takınırken, jestlerini taklit ederken buluyorum, eylemcileri takip ederken ardı ardına sigara yakıyorum, her daim güçlü kararlı adımlarla ilerliyorum, en iyi görüş alanı için ön safları kapıyorum, tepe çekimleri için çöp konteynırlarının ve korkulukların üzerine çıkıyorum. En cesuru, en delikanlısı olmak istiyorum. Rekabet edebilmek istiyorum.

Ama yine de aşamadığım bazı engeller olduğunu fark ettim. Ön saflardaki konumumu koruyamamamın sorumlusu olan fiziksel bünyemi ele alalım. Benden genellikle daha uzun ve güçlü olan erkek fotoğrafçılar, birbiri ardına görüş alanımı kesip önümdeki alanda hak iddia ederken ne kadar uğraşsam ya da ne kadar seri olsam da onlarla rekabet edemeyeceğimi bana ağır bir şekilde hatırlatıyor. Ön saflardaki yerimi korumaya çalıştığım anlarda ya yok sayıldım ya da ciddiye alınmadım.

Sonunda savaşacak güçte olduğumu kendime kanıtlamak için tehlikeli durumları kovalayarak bu eksiklik hissimi dengelemeye çalıştım. İstanbul’daki bir protestoda zorba polislerin, biber gazının, tomaların, plastik mermilerin, ortalığı ateşe veren eylemcilerin ve aslında ne kadar tehlikeli durumlar olduğunu bir saniye bile düşünmeyip üzerinde hiç bir güvenlik teçhizatı olmadan habire olayların ortasına atılan kendimin, günün menüsünde yer aldığını hatırlıyorum. En sonunda basın mensupları güvenlik sebeplerinden dolayı alanı boşaltınca zar zor kendime gelmiştim ve fotoğrafçı bir arkadaşım telefonda aklıselim bir şekilde konuşmasaydı o anda bile ilerlemeye hazırdım.

Erkek fotoğrafçı meslektaşlarımla eşit şartlarda çalışmama mâni olan diğer engeller, toplum içinde ziyadesiyle kökleşmiş durumda. İstanbul’un bir muhitinde uzun süreli bir foto-belgeselin çekimlerine başladığımda taciz, hırsızlık ve farklı türlerde tehdit gibi vakalarla yüzleşmek durumunda kaldım.

Sokaklarda alanımı ve güvenliğimi kısıtlayarak üzerimde iktidarlarını ispatlama gereği duyan bazı erkekler için dışarılarda kendi başına gezinen bir kadın olarak ben, kolay bir avım. Bu, elbette gündelik hayatta alıştığım bir şey… Kadınların çoğu mutlaka alışıktır bunlara. Buna maruz kalmak için kışkırtıcı bir fotoğraf makinesinin refakatine ihtiyacım yok; ama tabii ki bazı gerçekliklerin görsel kesitini yakalamaya uğraşan, bunu yapmak için yeterli ayrıcalık bahşedilmemiş ve ayrıca toplumsal, kültürel, bir de tarihsel olarak en zayıf ve en kırılgan cinsiyete mensup biri olarak fotoğraf makinemi taşımamdan dolayı, haliyle daha fazla sorunla yüzleşiyorum.

Toplumsal cinsiyetimin temsil ettiği bahsi geçen tüm faktörler ve çalışma şartlarımın etkileri işlerimi çözümlerken, beni bazen tatminsiz kılıyor. Çoğu, fotoğrafçılık piyasasına yön veren adlarını duyurmuş deneyimli fotoğrafçılar oldukları için işlerimi onların çalışmalarıyla karşılaştırırken, fotoğrafik gözümü şekillendiren, kaçınılmaz bir şekilde beni onların yöntemleriyle fotoğraflar üretmeye ayartan, onların bakış açılarına alışan yetersizliğimi hissediyorum. Piyasada başka türlü nasıl var olunur?

Dolayısıyla erkekler tarafından eğitilerek, onlar tarafından kollanarak, onlar tarafından yargılanıp incelenerek ve onları inceleyerek nasıl bu işte ayakta kalabilir ve bireysel bakış açınızı koruyabilirsiniz? Henüz kendi fikirlerinizi bile geliştiremeden, tüm bakış açınız zaten virüsü kapmış olmuyor mu? Bu kadın-erkek meselesini büyük resme bakmak için iki saniyeliğine tamamen kenara koyalım; peki hali hazırda belli kuralları koymuş ve kısıtlı alanınızı belirlemiş bir düzenin içinde nasıl ilerleyebileceksiniz?

Şu ana kadar konuştuklarımız: Düzen konumunu haklı göstermek ve korumak için sizi belli bir yere koymalı, bilimsel şartlarda, tarihsel değerlendirmelerde ve toplumsal tartışmalarda sizi nasıl algılayacağının ve nasıl algılanacağınızın ana hatlarını ve kodlarını kurmalı. Düzen kendisini, kendi ilkeleri tarafından kurulmuş ve yönetiliyor olan genel söylemin üzerine inşa eder ve kaçınılmaz bir şekilde bu oyunu kazanamayacağınızı ima eder. Yani en azından durum bu, nasıl oynanacağını bilmiyorsanız.

Lynda Nead’ın ‘Kadın Çıplaklığı: Sanat, Müstehcenlik ve Cinsellik (1992)’ adlı yapıtı bu bölümde kılavuzumuz olsun. Nead, feminist eylemin ana akımın dışına taşmasına muhalif olarak karşı kültür pratiği (counter-cultural-practice) kavramını tesis eder. Kurtuluş, kamusal alanda müdahale ve zaptla, yerleşik algıyı ve bileşenlerini yapı-bozumuna uğratan bir arıza gibi çalışarak ve böylece sistemin kusurlarını ve sakatlığını ifşa ederek talep edilmelidir. Feminist eylem, egemen sistemin ulaşılamaz olduğu ütopyada gerçekleştirilmemelidir, söylemin sınırları dahilinde gerçekleştirilmelidir. Çünkü (Butler’ın uygulamalarını hatırlayarak) kişi söylemin dışında onay görmez.

Kendilerini ana akımdan tecrit eden ve alt-kültürel olarak addedilebilecek kurumları inceleyerek, meşruluklarının yetersizliğin itirafı üzerine kurulduğunu ima edebilirsiniz. Yetersizlikten yola çıkmak sizi bir yere götürmez daha da dibe çeker. Yetersizlik kendini kamusal ihmale sürükleyen, kaçınılmaz bir şekilde baştan beri esnetilmez olmasına neden olan ekonomik dezavantajlara sebep olur.

Diyorum ki, hiç bir zaman eşit olamayacağımızdan – çünkü aslen farklıyız – mesele eşitlik talebi değil, mesele hakkımızın verilmesi için yeterli esneklikteki çeşitliliği elde etme hususunda diretmek. İçinde yaşadığımız bu yapının bir parçası olduğumuz için biz de sorumluyuz. Dolayısıyla biz bu yapının içeriğini müşterek bir şekilde yaratabiliriz.

Tüm bu cinsiyet çerçevesi içinde haber fotoğrafçısı ya da belgesel fotoğrafçısı olan benim örneğime geri dönersek, mesleğin getirdiği tehlikenin dozundan bağımsız olarak söylenebilir ki, benim pratiğim aslında o tehlikenin bir bölümünü muhalefete dönüştürmek. O haber arenasında bir iş görmeyeceğim; çünkü kamu talebi üzerine fotoğraf çekebilen biri değilim, olmak da istemem; ama yine de sahalara çıkıp hem bildiğimi okuyup işlerimi kamuya sunmaktan vazgeçmiyorum, hem de genel geçer bir onaya gereksinim duyuyorum. Kamusal alanda fotoğraf makinemle birlikte yer almaya devam edeceğim ve erkeklerin sokaklar üzerindeki mülkiyetini kaydederek, karşılığında onların sokaklarda çekilen fotoğrafları üzerinde hak talep edeceğim. Düzenin içindeki zıpçıktılığımı göz önüne sererek, varlığımı görünür kılacağım. Böylece düzenin yetersiz gerçekliğinin maskesini düşürerek, onun üzerinde bir parça üstünlük elde edeceğim.

O tüm özel tertibin içindeki gerçeklikleri yakalamaktan ve maskelerini düşürmekten bahsetmişken, son bir kaç sorunun hala sorulması gerekiyor. Ortada hakiki bir gerçeklik olmadığında ben neyi savunuyorum? Aynı çatı altında misafir edilecek birden fazla gerçeklik olduğunda hangi gerçeklik daha çok savunulmaya değer? Ve buna kim karar verecek? Fotoğrafçı mı?

Feminist politika hakkında yavuz görüşleri olan yeni tanıştığım bir kadın, foto-belgeselime şöyle bir göz attıktan sonra kabaca şunları söylemişti: “Bu Tarlabaşı değil. Mesela, şu kadının elbisesinin kırmızı rengine bak. Orada böyle bir renk yok. Bu bana göre Tarlabaşı değil. Tarlabaşı kadına şiddetin gırla olduğu, insanların üç maymunu oynadığı, farklı etnik kökenler arasında şiddet ve ayrımcılığın kol gezdiği bir yer. Mesela, Kürtlerin ve Afrikalı mültecilerin arasında dayanışmanın d’si yok. Şu fotoğrafta çamaşır asan kadına bak. Kim bilir hangi şartlar altında yaşıyor, buraya gelmek için nelerden vazgeçti, yakılan köy, öldürülen hemşeriler ve hala fakirliğin, şiddetin, ayrımcılığın, evsizliğin cefasını çekiyor. Senin fotoğrafında flamenko dansı yapıyor gibi gözüküyor. Flamenko dansçısı mı ya da öyle biri mi o? Senin fotoğrafların fazla canlı, keskin, fazla renkli. İşlerine bakarken gördüğüm o baskın kaçış romantizmi beni fazlasıyla rahatsız etti.”

Bu idam hükmüne benim anlık tepkim şunu söylemek oldu: “Evet bu bir tür romantizm. Ve evet, sanırım haklısın, belirli bir gerçeklikten kaçıyorum.”

Eleştirmenimin bahsettiği gerçekliğin varlığını, içinde yaşadığımız ataerkil yapıya borçlu olduğunu var sayarsak, ben kesin surette ondan kaçmaya çalışıyorum. O gerçekliğin, resmedilen kadının gerçekliği olmasını istememem gibi, benim de gerçekliğim olmasını istemezdim.

Ve bir kez daha; hangi gerçekliği ve kimin gerçekliğini savunuyorum ben? Hangi gerçeklik daha çok savunulmaya değer? Ve ben nasıl olur da buna karar vermeye cüret ederim?

Sanırım bu elzem soruları dolu dolu cevaplayamam; ama naçizane bakış açım şimdilik şöyle galiba: Ben bir belgesel fotoğrafçısıyım. Toplumu fotoğraflıyorum ve toplumun bir parçasıyım. Resmedilen, benim gerçekliğimin bir parçası ve ben de resmedilen gerçekliğin bir parçasıyım. Fotoğraf çekmek hüküm vermektir, cinsiyettir, toplumsal cinsiyettir, taraftır. Bundan kaçamazsınız. Sizden ve gerçekliğinizden kaçamayacağım gibi, karşılığında siz de benden ve benim gerçekliğimden kaçamazsınız. Fotoğraf çekmek sizinle benim aramda olan müşterek bir deneyimdir ve kimseye bir gerçeklik borcumuz yoktur; ama kesin surette birbirimize gerçekliklerimizi borçluyuzdur.

Ve–
Kişisel olan her daim politiktir.

İngilizceden Çeviri: M. Cem Öztüfekçi

Editör Notu: Çiğdem Üçüncü, 80’lerde Almanya’ya yerleşmiş Türk göçmenlerin 3. nesili olarak, 1986 yıllında Almanya’da doğmuştur. Metni İngilizce olarak kaleme almıştır.

Kaynaklar
[1], [2] John Berger, ‘Görme Biçimleri’, s. 46

Kontrast Sayı 46, Mart-Nisan 2015

Çiğdem ÜÇÜNCÜ
Fotoğrafçı
Nar Photos

Bizi paylaşın..