Murathan MUNGAN | Aşk ve Fotoğraf (26. Sayı)

I.

Çoğumuzun bildiği gibi: Sevgilinin fotoğrafı “suret”tir bizde. Kıymettir. Suret geleneğinden gelen toplumsal belleğimizde kültürel soyaçekim gereği “suret” değeri taşıyan sevgilinin yüzü/ fotoğrafı, iki kişinin duygusal ilişkisinin boyutlarını aşan bir tarihe açılarak neredeyse mistik bir derinlik kazanır. Dünyevi aşktan uhrevi aşka geçilir. Suret, Allah’ın yüzüne giden yoldur. Bu düşünce İslam içinde en örgütlü ifadesini Cemali tarikatında bulur. Belki de körleşene kadar bakılması bundandır. Bir surete sevdalanan Mecnun’un sanrısı da bir körleşmedir.
Aşk ve suret birbirlerinin körüdürler. Hem bakmak hem görmemek anlamına gelirler. Görünen ile görülenin ardındaki görünmeyene açılırlar.

Suret ile bunca güçlü bir bağla kurulan ilişkinin aynı zamanda suret yasağının bulunduğu bir toplumsal gelenekte ortaya çıkmasının yarattığı aşk, günah, yasak, çekim çıkmazı başka bir yazının konusu olabilir. Aşk ve fotoğraftan söz etmeyi amaçlayan bu yazı, işin bu yanı üzerinde durmaktan çok, fotoğrafın düşündürme / düşündürebilme gücü üzerinde durmaya çalışacak. Bunlar yalnızca söylemeden edemediklerim.

II.

Daha çok bir yabancı kente gittiğimizde kartpostallara sığınırız. Yabancıları tanıdık kılmanın, zamanla ve mekânla ara kapatmaya çalışmanın bir yolu olabilir bu. Ya da ardımızda bıraktığımız eşi-dostu yanımıza çağırmanın.

Güneşli havalarda dükkân önlerine, açık alana çıkarılmış kendi ekseni çevresinde dönen tel kulelerde sergilenen yüzlerce, binlerce kartpostalın her biri, bizi kendi içlerine, kendi hikâyelerine, kendi gösterdiklerine çağırır. İçimizde uyuklayan ya da cılız kalmış, unuttuğumuz ya da farkına varmadığımız nice duyguyu, heyecanı harekete geçirir, çağrışımları kıvılcımlandırır, belleğimizin nice kuytu yerini kamaştırırlar. Bazı fotoğraflar taşıdıkları özel bir güç nedeniyle hapsedildikleri çerçevenin içinde kalamaz, oradan taşarak bize geçer, kendi karşılıklarını bulana dek köpürttüğü çağrışımlarıyla içimizde dolaşırlar. Bellek ile duyularımız arasındaki ilişkide algılarımızı kışkırtarak bize yeni alanlar açar, anılarımızı yeniden gözden geçirmemize neden olurlar. Anımsadıklarımız kadar unuttuklarımızın da öneminin farkına vardırırlar. Biz gurbetteyken bizi kendi gurbetimizle yüzleştirirler.
Fotoğraf demek en ham tanımıyla zaman demektir çünkü. Fotoğraf uzakları çağırır, kendi dışımızdaki ya da içimizdeki uzakları.

Fotoğraf makinesinin bulunuşuyla başlayıp saptanan anın bir kart üzerine basılıp yaygınlaşmasıyla ilerleyen ve “görüntü”nün günümüz dünyasında başlı başına bir sektör haline geldiği süreçte, yazılı bir tarih kadar görüntülü bir tarih de oluşmuştur. Bize gözümüzü açmayı öğreten icat edilmiş “görüntü”nün günümüzdeki yeni teknolojileri, aynı zamanda bir çerçeve içine hapsedilmiş gerçeklerden yeni hayaller, sanrılar, yanılsamalar ve körlükler de türetmiştir.

Görüntülü tarihin kimi kez yeniden yazılı tarihe sığınmak istemesi bundandır.

Gözümüzün gördüğüne elimizin yazdığıyla da hâkim olmak isteriz.

III.

Yurtdışı gezilerim sırasında, nereye gitsem, kartpostal kulelerinin önünden kendimi alamam; bu nedenle, oralardan en çok topladığım şeylerden biri kartpostaldır.

Fotoğrafa, görsel malzemeye olan düşkünlüğümün, kalbimde, aklımda ve evimde ayrı bir yeri vardır.
Evimdeki teneke, mukavva ya da kartondan yapılma çeşitli kutuları dolduran bu kartpostallar, zaman zaman gündelik hayatıma karışarak, kitap raflarına, ayna çerçevelerine, vitrin camlarına, masa üstlerindeki nesnelerin önlerine dizilir; varlıkları ve gösterdikleriyle zamanımı, mekânımı, ufkumu genişleterek içimi zenginleştirir, duyularımı keskinleştirirler.

Gözlerimin önünde yaşadıkları hayatla, bir süre sonra, her biri, neredeyse bir aile fotoğrafının anı değerine ulaşır. Bir kent, bir portre, bir Vermeer resmi, bir kedi, sıradan bir an, rastgele bir manzara, bir rıhtım, bir gar, köprüden bir görünüş, bir siyah beyaz film karesi, her neyse… Hayat sanki yeniden benim olur.

Aşk fotoğrafları, ima eder.

Bir an, bir aşkı ima eder.
Bazen sıradan bir an, büyük bir aşkı ima eder. Akıp giden zamanın içinde o bir tek an, insanı bütün sürece inandırır. Temsil gücü yüksek bir fotoğraftaki ânın biricikliği, zamanın geçiciliği kadar, sürecin bütününe de bir göndermedir. Görünen bir tek ânın, görünmeyen anların çağrışımlarını da kapsadığı bilinir. Geçip gidenin ardından, yinelenebilirliğin olasılığını akla düşürür. Görüntünün yarattığı kışkırtma, aynından bir tane daha yaşamaya ilişkin bir var oluş iştahı yaratır insanda.

Söylemek bile fazla, ama aşk fotoğrafları derken, daha çok yeniyetmelere yönelik ticari kaygılarla yapılandırılmış kadın-erkek ilişkisinin (ya da onların birebir taklidi olarak üretilmiş erkek- erkek ya da kadın-kadın ilişkisinin) mevcut klişe pozlarını geleneksel ya da modernleştirilmiş çeşitlemeleriyle çoğaltan piyasa işi “aşk kartpostalları”nı değil, has fotoğraf sanatçılarının çektiği koyu kıvam fotoğrafları kastediyorum. Işığın ya da gölgenin, en az kadın ya da erkeğin hali kadar içimize dokunduğu fotoğrafları.

Hatta giderek “fotoğraf”ın kendisinin bir aşk olmasını.

2004

IV.

Ne aşk ne fotoğraf hakkında yeni bir şey söylenemez belki, ama gene de söz almak istiyor insan gördüğü, yaşadığı, okuduğu, dinlediği, hayal ettiği onca aşk ve fotoğraftan sonra…

Italo Calvino’nun “Uzayda Bir İşaret” öyküsündeki gibi bir işaret bırakmak, bir nokta.

Toz, tane olmak istiyor var olmanın parmak uçlarında…

Toz tane olmak istiyor insan, var olmanın parmak uçlarında…

Daha fotoğrafı çekildiğinde geçmişte kaldığını biliriz içinde yaşanılan ânın. Sonrasında o fotoğraf aklımızda kalan genel resmin boşluklarını doldurmaya yarar; dolduramasak bile boşlukları hissettirmeye…
Böylelikle yaşanılanların gerçekliği ve var olduğumuz zaman konusunda içimizi ikna etmeye.
Fotoğrafla belgelenen ânın öncesi ve sonrası arasındaki belirsiz ilişkiyi kurarak o sürekliliği, kesintisizliği yaşam boyu diri tutmaya.

Hayal gücünüze iş bırakan, kışkırtıcı bir çağrışım, bir anımsama alanıdır fotoğraf. Hareketi, kesintisiz biçimde betimleyen filmden daha verimli bir yoldur. Bir filmin bize fazla iş bırakmayan kesinliği, alan ve hikâye tanımlanabilirliği karşısında fotoğrafın imgelemimizi kışkırtma gücü daha fazladır. Zihnimize deneyimlerimizi güncelleme fırsatı tanır.

Boşluklarımızı kavramaya olanak sağlayan her ifade disiplini, kendimizi yeniden üretmemiz konusunda bir olanaktır, bir tutanak… Gördüğümüz kadar, nasıl hatırladığımıza da içimizde yer açar.
Zamanın unutturduklarıyla fotoğrafın hatırlattıkları içimizde çarpışır.

Fotoğrafın doğasında “konusuna” değer kazandırma eğilimi vardır. Her neyin fotoğrafı çekilmişse, o artık çok daha dikkatli bakışlarla incelenmeyi, başka türlü bakılmayı, görülmeyi, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor demektir.
En azından kendi zamanının dışına çıkıp, fotoğrafın sonsuz zamanında kendine bir yer kazandığı için.

Sözü uzatmayacağım: Birkaç kartpostal, birkaç fotoğraf elimdeki. Bu kitap için hepsi bu. Binlerce kartpostala kaynaklık eden onca fotoğraf arasından siz hayatın karşınıza çıkardıklarını seçersiniz. Çağrışımlarına kapıldığınız fotoğrafı metinleştirmek, sizden kendi hikâyenizi ister. Sonuçta her albüm kişiseldir. Fotoğraf üzerine söz almak değil amacım, fotoğraftan yola çıkan sözümü çoğaltmak. Başkalarının fotoğraflarını kendi hatıramız kılmak.

2005, 2011

Kontrast Sayı 26, Kasım-Aralık 2011

Murathan MUNGAN

Bizi paylaşın..