Güler ERTAN | Türkiye’de Fotoğrafın Tarihsel Süreci

Türkiye’de fotoğraf sanatının başlangıcından bugüne birçok sorunu olmuştur. Fotoğraf, Avrupa kökenli bir sanat dalıdır. Aynı zamanda, dini inançlarımız daima fotoğrafı “suret” olarak kabul ettiği için toplumun her kesiminde yaygınlaşamamıştır. Bir ülkede toplumun sanata olan bakış açısı ve sanatsal üretimi incelenirken, düşünce akımlarının, toplumsal gelişmelerin biçim ve içerik sürecine ne ölçüde yansıdığı araştırılmalıdır. Çünkü sanatçı, kültürel birikimini ve düşüncelerini özgün bir üslupla somutlaştırarak kişiliğini kanıtlar.

Mustafa Kemal Atatürk, Erken Cumhuriyet döneminde halk egemenliğine dayalı yönetim biçimiyle, devrimlerle, hukuk düzeniyle, dini devlet işlerinden ayırma kararlılığı ile aynı zamanda, fotoğrafı da içine alan güzel sanatları, insanımızın vazgeçilmez hedeflerinden biri yapmıştır. Atatürk, sanat duygusunu geliştirmeyi bir milli ilke olarak benimsemiştir. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözü ile bu milli ilke net biçimde görülebilmektedir.

1960 öncesi Türk fotoğrafçılarının öz ve biçim anlayışı, ülkenin yoktan var edilişine tanık olmuş kişilerin duygu ve heyecanına uygun bir yapılanma göstermektedir. 1960 sonrası ise, fotoğrafın devletin kültür politikası içerisinde Anadolu’ya ve yurt gerçeklerine yakın baktığı bir dönemdir. Bu dönemdeki fotoğraflar, yaşamı dolaysız, düz bir anlatımla güzel, doğru açılardan, duygusal ve yalın olarak aktaran fotoğraflardır. Bu dönemin fotoğrafları yorumlanırken manzara, belgesel, sanat, moda, reklam, afiş, kitap, dergi, gazete, eğitim, bilim-endüstri veya yalnızca bir anı fotoğrafında bile sayfalara sığamayacak şeyler tek bir fotoğraf karesinde anlatılabilirdi. Bu özelliği sağlayan en önemli etken, dönemin fotoğrafçılarının alt yapı bilgi birikimi ve özgün bir üsluba sahip olmalarıdır. 1970’li yıllar, deneysel karanlık oda çalışmalarının ön plana çıktığı yıllardır. Bunlar; şulzegrafi, rölyef, solarizasyon, tonlara ayırma, renkli tonlara ayırma, kolaj vb. olarak sıralanabilir. 1980’lerde ise, görsel problemleri deneysel bir mantıkla çözerek, dil zenginliğine ulaşılması ve “tasarım sentezi” görüşü benimsenmiştir. 1990’lar, modernizmin yansımalarının görüldüğü ve genellikle konuların, olayların yorumunun doğru yerden, doğru zamanda bakılarak, söz konusu anın kesitinin gerçekliğinin verildiği bir dönemdir. Fotoğrafçıların bütün bu çabalarının kaynağı, özel bir üsluba sahip olma isteği ve yaratma heyecanıdır.

Fotoğraf halk arasında nüfus cüzdanlarında bulunan vesikalık fotoğraflarla yaygınlaşmıştır. Fotoğraf, insanlık serüveninin yaşamı sanatsallaştırma, sanatsallaşan yaşamı da ölümsüzleştirme çabası olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise fotoğraf, artık varlığını kanıtlamış bir sanat dalıdır. 19 Ağustos “Dünya Fotoğraf Günü” olarak kabul edilmiştir. Fotoğrafın keşfinden günümüze, 175 yıl geçmiştir. Bu süreç sırasında fotoğrafın pek çok değişim geçirdiğini gözlemlemekteyiz. Örneğin, cam negatiflerden asetat tabanlıya, siyah/beyaz fotoğraftan renkliye, hemen ardından dijital fotoğrafa geçiş gibi. Her bir değişime önce itiraz edilmiş, fakat daha sonra bu değişimler kabullenilmiştir. Günümüzde ise artık fotoğraf ile teknoloji iç içe işlem görmekte ve içinde bulunduğumuz yüzyılın önemli anlarının pek çoğu, cep telefonu ile çekilmiş görüntüler sayesinde gözlemlenmektedir. Artık imaja dayalı iletişim çağının içinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz. İletişimin gücü ve bilgi paylaşımı yöntemleri, iş verimliliğimize hatta rekabet gücümüze kadar direkt etki etmektedir. Görsel iletişim gücünü doğru kullananlar başarı sağlarken, bunu etkili tasarımlara dönüştürerek, yaratıcılıklarını kullanarak yapabilmektedirler. Bu da kişilerin alt yapı birikimini oluşturan kompozisyon, estetik, optik ve felsefe gibi genel bilgi donanımı ile oluşabilmektedir. İşte tüm bu bilgi birikimi ve bakmak ile görmek farkındalığı, kişilerin üslubunu oluşturmaktadır.

Fotoğrafın kolay oluşturulabilirlik düşüncesinin aksine nitelikli fotoğraf çekmek zordur. Fotoğraf da diğer sanat dalları gibi yaratıcılık gerektirir. Diğer bir açıdan baktığımızda ise fotoğrafın zanaat ve sanat yanının olduğuna inanıyorum. Bu gerçek, fotoğrafın analog döneminde de günümüzdeki sayısal ortamda da geçerlidir. Fotoğrafta bizi sanata götüren yol, konu ne olursa olsun pozlandırılan karenin işlevselliğinin yanı sıra, fotoğrafçının kendi yorumunu katmasından geçiyor. Ancak bu şekilde fotoğraf etkili ve kişilikli olabilir. Bütün bunlarla birlikte rengin, ışığın, grafiğin, leke düzeninin, optiğin ve teknik bilgilerin doğru kullanımı, gelişen teknolojinin tamamlayıcı malzemeleri ve programlarıyla birlikte sanatsal sonuçlara varılmasını kolaylaştırıyor.

“Fotoğraf sanatı nedir?” denildiğinde ise, kısaca iki kelimeden oluşan bir olgudur diyebiliriz. Bunlar; sanat ve bilimdir. Sanatı sanatçılar yaratır ve sanatçı yarattığı ile vardır. Fotoğraf alanında sanatçı kelimesi çok tartışılan bir konudur. “Kim fotoğrafçıdır?”, “Ne yapınca sanatçı olunur?”, “Ürünleri ne kadar kalıcıdır?”, “Bu kalıcılık hangi olgulara dayanır?” gibi sorular herkes için ortak bir yanıtın bulunamadığı sorulardır. Sanat ve fotoğraf kelimelerini ayrı ayrı yorumlamak ve düşünmek yanlıştır. Çünkü bilinçli çekilen her bir fotoğraf karesinin içinde sanat kendiliğinden vardır ve olmalıdır. Bu da kültürel birikim, eğitim ve ekonomik koşullarla mümkündür. Diğer bir deyişle fotoğraf sadece kendi dilinde üretilir.

Günümüzde fotoğrafla uğraşanlara bakıldığında,

1- İş üreten ve işiyle konuşanlar,

2- Ürettikleri işler belleklerde iz bırakmayan, fakat felsefi ve edebi sözlerle dikkat çekmeye çalışanlar olmak üzere iki gruptan söz edebiliriz.

İkinci grup, mutlaka bugünün gereksinimi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bunların, en azından, iyi ile sıradan işleri birbirinden ayırt edecek teknik ve estetik birikimlerinin olması gerekir.

Fotoğraf diğer sanat dallarından farklı bir özellik taşımaz. Eğer fotoğraf karesine anlam yüklemeyi beceremiyorsak o zaman sadece fotoğraf üretmiş oluruz. Fotoğrafın sanat olabilmesi için teknolojik olanaklar, yalnızca anlatmak istediklerinize ve amaçlarınıza hizmet eden bir araç olarak kullanılmalıdır. Eğer fotoğrafçı teknolojiyi amaç olarak benimserse, kendini dijital bir karmaşanın içinde bulur. Paylaşımı ve iletişimi zaman kaybı olmadan, ekonomik olarak güçlendiren teknolojiden faydalanmak kaçınılmaz. Kaçınılması gereken teknolojinin kullanım alanının ve oranının gereğinden fazla olduğu durumlardır.

Fotoğrafa diğer bir açıdan baktığımızda ise, anlatmak için eski çağlardan beri sanattan yararlanan insanın, her geçen gün anlatım yöntemlerini de geliştirmiş ve yenilemiş olduğu görülmektedir. Konuşmuş, yazmış, beden dilini kullanmış ve bunları geliştirdiği teknoloji ile birleştirerek kendine birçok yöntem edinmiştir. Bu yöntemlerin en etkili olanlarından biri fotoğraftır. Fotoğraf etkisini düşünsel, duygusal ve teknik özelliklerinden alır. Analog dönemdeki çalışmalarımda çektiğim fotoğrafların filmini banyo ederken ve karanlık odadaki kırmızı ışıktaki romantik saatleri ve hiposülfüt kokusunu hiç unutamam. Sonuçta siyah/beyaz görüntüler, kendimi zamanı durduran bir sihirbaz gibi hissettirirdi. Artık bu heyecan ve duygusallık yok. Çünkü yeni teknoloji her şeyi anında gösteriyor. Fotoğraf, günümüzde herkes tarafından kolaylıkla üretilebilir ve tüketilebilir olması nedeniyle yaygınlaşmış durumdadır. Fotoğrafın hızla yaygınlaşmasının beraberinde getirdiği sorun ise her türlü görüntünün fotoğraf olduğunun zannedilmesidir. Oysa fotoğraf, bu kadar ucuz ve kolay bir uğraşı değildir. Fotoğraf üretimi, tasarım, uygulama ve sunum aşamalarından oluşmaktadır. Fotoğraf makinesi bu aşamalardan bir tanesidir. Eğer tüm bu aşamaların en doğru biçimde gerçekleştirilebileceği temel yapı bilgisi yoksa çekilen fotoğraflar görüntü kirliliğinden ileri gidemez. Gelecek için ise, Türkiye gibi toplumsal belleğin kendine özgü yanları bulunan bir ülkenin insanları olarak, kendi olan, kendini fark eden, özgünlük bilincini farkeden, estetik değerlere ve detaylara önem veren yeni bir nesil yetişmesini dilerim.

Bizi paylaşın..